Aynaya Bakınca Kimi Görüyorsun?

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
big194200910561416556.jpg



Bütün zamanların en aptalca sorusunu soruyorum dostuma: Aynaya baktığında kimi görüyorsun? Sorunun cevabını vermeye kalkmak daha da aptalca olmalı ki. Cevap vermeye yanaşmıyor. Dudak büküp, omuz silkerek: Elbette ki kendimi... diyor.

Beni görecek değilsin ya! diye teselli ediyorum. Aynada gördüğünü Bu benim işte! diye tanıyorsan, bunun hiç hesap etmediğin bir bedeli var diye ekliyorum. Yeniden omuz silkiyor, dudak büküyor. Şaşkın ama umutsuz bir ifade beliriyor yüzünde: Nasıl yani?

Aynaya bakabiliyorsan, aynaya bakabilen birisi olarak varsın demektir. Unutmuş olabilirsin. Buraya, o aynanın karşısına kolay gelmedin. Hatırlatayım. Doğum gününden sadece bir yıl önce aynada görünen bir insan olmak gibi bir beklentin yoktu. Yıllar sonra aynada kendine bakıp Bu benim işte! diyebilmeyi tasarlamış değildin. Üstelik, o sıralar kimseler tarafından var olman beklenmiyordu. Hele de insan olman hiç umulmuyordu. Adın zaten anılmıyordu. Kayda değer bir şey değildin.



Bir bak, nereden nereye gelmişsin? Bugün, önüne ayna koyabilen, aynaya baktığında kendini insan olarak tanıyabilen bir insansın. Üstelik yıllardır bu böyle.. Alışmış olabilirsin kendini aynada görmeye. Ama.. Hiç umulmadık bir sonuçla karşı karşıyasın şu anda. Hiç beklenmedik bir zafer bu. Sürprizsin sen sana. Herkesin seni unuttuğu o karanlıkta Biri seni andığı için buradasın.Olsan da bir olmasan da bir din aslında. Hiç doğmasaydın, şimdi arayıp sormayacaktık bile seni. Yokluğuna yanmayacaktık. Aramızda olmayışına üzülemeyecektik. Bir zamanlar, yokluğun varlığına tercih edilebilirdi. Bak şu işe, tam tersi olmuş! Varlığın yokluğuna tercih edilmiş. Hayret! Çok şaşırmalısın, aynada kendini görebildiğine

Sahi ya, hiç düşünmemiştim

Dur, daha bitmedi. Aynada kendi yüzünü değil de, herkesin yüzü gibi bir yüz görebilirdin. Yani gözleri, kaşları, kirpikleri, burnu, ağzı, yanakları, çenesi, dudakları, kulakları ve saçlarıyla robotlar gibi prefabrik bir yüze sahip olabilirdin. Sen yüzüne baktığında herkesin yüzünü görüyor olabilirdin. Herkes yüzüne baktığında senin yüzünü görüyor olabilirdi. Çok özenle yapılmış, çok pahalı araçlar gibi seri numaralarıyla başkalarından ayrılıyor olabilirdin. Yüzün sana özel olmayabilirdi. Çok genel bir yüz şablonu içinde sıradan biri olabilirdin. Oysa, aynaya baktığında özel birini görüyorsun. Kendini! Sana bu özel yüzü veren diyor ki, benim güzel kulum, bak seni ne kadar da özel yarattım. Seni kimselere benzetmedim. Kimseleri de sana benzetmem. Bu yüzü senin için sakladım, sadece sana verdim. Duyabiliyor musun?

Aynaya bakınca kendim diye/bildiğim birini görüyorum. Doğru...

Sen herkes gibi sıradan bir yüze sahip olsaydın, kimseler seni tanımayacaktı. Seni sevenler herkesi sever gibi sevecekti seni. Sen kimseye aşık olamayacaktın. Herkesin yüzü aynı çünkü. Seni kimse özlemeyecekti. Herkesinki gibi yüzün çünkü. Kimse gidişine de gelişine de aldırış etmeyecekti. Çünkü her yerde senin gibiler olacaktı. Belki de hiç sevmediğim bir katilin yüzüyle karşılaşacaktın aynaya her baktığında. Hepten nefret ettiğin bir zalimin saçlarını tarıyor olacaktın her defasında. Sen zannedilen insanların her yaptığından utanacaktın. Yerin dibine girecektin suçlular ekrana çıktığında. Ne itibarın kalacaktı ne şöhretin. Dahası, her aşamada kimliğini ispatlamak zorunda kalacaktın. Yo, yo, o ben değilim!diye polisten kaçtığını düşünsene. Hayır, vallahi o iğrenç işi yapacak biri değilim!diye yalvardığını hayal etsene en sevdiklerine bile.

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Acaba barkodlarla mı gezerdik her yerde? Eşimize her akşam seri numaramı göstermek zorunda mı kalırdım?
Doğrusu, bu kadarını hayal edemiyorum ama.. Sen yine de benim sorumu bir kez daha cevapla

Soruyorum: Aynaya baktığında kimi görüyorsun?

Kendimi görüyorum, çok şükür
Omuz silkmek yerine derin bir nefes alıyor bu defa. Dudak bükmektense derin bir minnettarlıkla konuşuyor.


SENAİ DEMİRCİ

Okumanızı tavsiye ederim,değecek göreceksiniz.......
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
big194200910582016556.jpg


Unutkandır insan. En çok da kendini unutur. İnsan yanını yitirir. Sık sık kalbini düşürür göğsünden. Vicdanına temas etmeden geçirir bir ömrü. Gönlünün gönlünü etmeden getirir yarını. Şehrin gürültüsünde, telaşların yangınında, görsel kandırmaların kuytusunda, yüzüne serince değen, senden hiç yüz çevirmeyen, boş söz ve yalan söylemeyen, unuttuğun yanlarını hatırlayan, düşürdüğün kalbini yakana yeniden takan, çiçek kokulu bir pencere önünde bekleyen, yağmur sonraları ikindilerde sıcacık tebessümeyle koyup gelen bir dost içtenliğini...

...kim istemez?

Ateşli politik cepheleşmelerde, ezici küresel gündemlerde unuttuğumuz nedir? Gündelik telaşlarda, taraflılıklara indirgenen bakışlarda yitirdiğimiz kimdir? En acımasız siyasal rakiplerin birlikte ağladığı bir görüntü yok mudur ülkemizde? İri puntolu manşetlerin, kalın harfli köşe yazılarının kalıplarını kırıp da, savunmasız ve çıplak yanlarımıza aniden dokunuveren bir, bizi kol kola getiren, herkesi birlikte kucaklayan, kucaklatan bir ortak sevincimiz yok mudur? Yeryüzünün kavgalara boğulmuş, tarafgirliklere parsellenmiş acılı yüzünde, hele de bu ülkenin coğrafyasında, o kadar çok ortak sızımız var ki, ortak hazzımız var ki? Niye kavga ediyoruz? Neyi bölüşemiyoruz?

Siyasal etiketleri bir düşürsek yakamızdan. Sayısal etkilenmeleri bir kenara koyuversek... Ortak değerlerimize eğileceğiz hüzünle.. Ortak kaygılarımızın başında kucaklaşacağız umutla. İnsanın olduğu her yerde, insan özünün unutulmadığı her zeminde bir huzur umudu vardır, sevinçlerin gök mavisi saklıdır.
(Senai Demirci)
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
big19420091115816556.jpg


KIRIK CAM TEORİSİ


Yıllar öncesi. Öğrenciyim. Hava bunaltıyor. Yorgunum. Az sonra bineceğim otobüste de oturamayacağım kesin. Bari beklerken dinlenebilirdim. Duraktaki banka oturmaya niyetlendim. Ama garip ki, benden önce oturanlar oturak yerine ayaklarını koymuşlar, bankın arkalığını da oturmak için kullanmışlardı. Gençler öyle otururdu o zamanlar. (Herkes gibi otururlarsa, yaşlı sanılmaktan mı korkarlardı?) Böyle gelmiş, böyle giderdi. Ben de onlar gibi oturmak zorunda kaldım. Ayaklarımı oturak yerine koydum, bankın arkalığının daracık ucuna yerleştim. Çok geçmedi ki banka benim gibi oturamayacak yaşlı teyze, benden önce banka benim gibi oturan gençlerin hepsinin hesabını bana sordu. İyice bir fırça yedim. Ben o azarı hak etmemiştim ama o haklıydı. Sustum.
Meğer ben o koltuğa oturmadan yıllar önce, ABDde bir araştırmacı, o teyzeye karşı yaşadığım acı mahcubiyetin hesabını yapmışmış. Şimdi haberim oldu. Kırık Cam Teorisi hesabıymış bu.
Anlatıldığı kadarıyla: Kırık Cam Teorisi ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronxtaki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. Demek ki diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.
Şimdi niye o banka öyle oturduğumu anladım. Ve benim olmayan suça nasıl da kolayca katılabildiğime, hatta onu çoğalttığıma şaşırmadım. Ayrıca benden önceki suçların hepsinin hesabının bana sorulmuş olması da gerekiyormuş.
Kırık Cam Teorisinin takipçileri bakın ne diyor: Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım.
Bunları niye mi anlattım? Kalbimizde ucundan kıyısından kırılmış camlar taşıyoruz sürekli... Ruhumuzun başköşelerine ilk başta önemsiz gözüken, laf etmeye değmez çöpler bırakıyoruz her gün. Küçük küçük günahlar, minik minik hatalar camı kırık araba gibi diğerlerini de camları kırmaya, kapıları çerçeveleri indirmeye teşvik ediyor. Pişmanlığımızı fırsat bilip ortadan kaldıracak kadar ciddiye almadığımız çöplerimiz, sürçmelerimiz, kötülüklerimiz, ayıplarımız, kokuşmuş çöp dağlarına, kötülük yığınlarına kapı aralıyor. Böyle gelmişse, böyle gider diye kendi kendimizi ağır veballer altında ezdirdikçe ezdiriyoruz.
Kırık camın oradaki varlığı, diğer camların da kırılabileceğine dair bir haklılık üretir içimizde. Çöpün bizden önce oraya atılmış olması, oraya çöp atmanın bir alışkanlık olduğunu söyler bize. Çok geçmeden biz de o alışkanlığa alışır, alışık olunanı yapmakta haklı görürüz kendimizi. Cam ilk kırıldığında hafife alırsak, ağırlaşır cam kırıkları. Çöp ilk atıldığında umursamazsak, umursamazlığımız bir çöp dağını besler.
Tam da hafife almakla açılan, umursamazlıkla genişleyen bir yol(suzluk)u tarif eden sûrenin (Mutaffifîn) berceste ayetinin konusudur cam kırıkları teorisi: Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı. (Mutaffifîn, 83/14).
Bir de aynı ayeti yorumlayan Efendimizin[asm] küçümseyerek/hafife alarak ilerlediğimiz yol(suzluk)u tarif edişine kulak verelim: İnsan bir günah işler ve onu tevbe ile silmezse, kalbinde bir leke olarak kalır. Eğer tevbe ederse kalbi yine parlar. İkinci bir günah işlediğinde ise o leke büyür. Ve kalb günah işleye işleye öyle bir kararır ki, bütün kalbi ele geçirir.
Bu yüzden galiba Günah insanı kâfir yapmaz ama ama istiğfarsızlık küfre götürebilir imasında bulunur Said Nursî. Her günahta küfre giden bir yol varsa, ilk cam kırığını onarmamaktandır bu. Masum görünen her hata, her günaha yaklaşış, bir büyük günaha doğru sürüklüyorsa bizi, ilk atılan çöpü kaldırmamaktandır bu.
Özür dilemeye değmez gördüğümüz küçücük bir cam kırığı, bizi özür dileyemez bir kırıklığa mahkum ediyor.
Değil mi?
( Senai Demirci )
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
SABIRLI ve ISRARCI OLUN DOSTLAR!

bambularnsrrgm1.jpg


Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.

Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına
filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar
ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi
ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik?

Bir başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir süre tahammül edin.
Her zaman inanın
Ve hiçbir zaman geri dönmeyin.
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
SEVGİNİZ YOKSA HİÇBİR ŞEYİNİZ YOK !

Sevgi , deger vermesini bilmektir

Sevgi , yaşama hakkını kabul etmektir.

Sevgi , varolmaktan kıvanc duymaktır.

Sevgi , birlikte olmaktan sevinc duymaktır.

Sevgi , esitligin duyumsanmasıdır.

Sevgi , bütün yapay ayrımların hayattan cıkarılmasıdır.

Sevgi , bilinctir.

Sevgi , insan olmaktır.

Sevgiyi hayatımızdan kovduk.

Yerine parayı koyduk.

Para icin yasıyoruz.

Para icin egitim görüyoruz.

Para icin meslek ediniyoruz.

Para icin calısıyoruz.

Para icin birbirimizi cigniyoruz.

Para icin birbirimizi aldatıyoruz.

Para icin savasıyoruz.

Sevgiyi hayatımızdan kovduk ve yerine üstün olmayı koyduk.

Üstün olmak icin yasıyoruz.

Üstün olmak icin kendimizden baskasının asagı olmasına calısıyoruz...

Sevginiz olmadıktan sonra daha cok paranız olsa, daha üstün olsanız,
daha yok ve hicbirseyiniz yok.

BELKİDE YENİDEN ÖGRENMEMİZ GEREKEN BUDUR.
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Osmanlı Ve ınce Cevap





>>>Yavuz Sultan Selim zamaninda, Iran sahi kiymetli mucevherlerle
suslu bir sandik hediye gonderiyor Sultan Selim'e.
Sandik aciliyor. Icinden cesit cesit degerli taslar, kiymetli atlas,
kadife kumaslar cikiyor.Fakat bir de pis bir koku yayiliyor.
>>>Dehset bir koku, herkes burnunu tikiyor. Neyse en alttaki
bohcadan insan pisligi cikiyooooor..
>>>Yani Osmanliya acayip bir hakaret!!!!! Cihan padisahi emir
veriyor, "herkes dusunsun, buna ince bir sekilde cevap vermeliyiz"


>>>Ve cihan padisahi yine cozumu kendisi buluyor. Ayni sekilde degerli
>>>mucevher ve kumaslarla suslu bir sandik
hazirlatiyor.


Icine o zamanin Osmanli Istanbul'unda imal edilen gul kokulu en nadide
lokumlardan bir kutu hazirlatiyor, en altina da kucuk bir
pusula ve bir satir yazi. Gonderiyor...
>>>Sah sandigi aciyor. Actikca guzel bir koku ve en altta bir
kutu lokum. Anlam veremiyorlar tabii. Bizim elci yiyor once,



sonra oradakilere ikram ediyor.
>>>Kutunun icindeki pusulayi Sah okuyor: "Herkes yediginden
ikram eder" !!!!!
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Çay alır mısınız?

arananadaamarananadaami.jpg


İçmez misin,


içinde hasret var bir tutam biraz da acı..


Hani kahve olsa derim ki “ Bir acı kahvenin 40 yıl hatırı vardır..”


..Çay bu dostum ,çay ..Hem de



can bardaktan..




Üşümesin diye ellerimiz,sımsıcak çayımız..


Biraz da sevgi ekledim ki üşümesin gönüllerimiz..



Sıcak çay olmasa da ,sıcak insanlar olsa ne dersin Dost?



Tebessüm eden çocuklar,çay isteyen çocuklar..



“Suss,çocuklar çay içmez “ ..Açık renkli çaylar sana ve bana..



Neden diye sorma dost,biz daha büyümedik..



Ama olmaaaazz,çaysız olur mu?



Sıcak canlar olsun,aşka mütemayil,can bardaktan sıcak çay da..



Yanında bir tutam dert,hani yıldızlara baka ,baka..



“Can bardaktan çayım var içer misin Dost?”
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
biraz susmaya ne dersin?


Söylenecek hiçbir şeyin yoksa, susmaya ne dersin?

Söyleyecek sözü olanları dinlemeye, anlamaya ne dersin?

Kitap sayfalarının arasında dolaşmaya...

Kâinatı okumaya...

Suratını okşayan rüzgârı, saçlarını ıslatan yağmur damlasını, ayaklarındaki kum tanelerini hissetmeye...

Güneşin batışını, hayata dair anlatacakları olan bir filmi, yıldızları, uzaklaşan bir gemiyi izlemeye...

Hastanedeki hastaları, cezaevlerindeki mahkûmları, kabristandaki mezar taşlarını görmeye...

Yollardaki bir taşı, bir düşeni, bir kendini kaybedeni kaldırmaya ne dersin?

Biraz düşünmeye, geçmişe, geleceğe gitmeye...

Sorular sormaya, hayata, kendine, dünyaya dair...

Kafa yormaya, hep ertelediğin konularda...

Bir cevap bulmaya, bir cevap veren bulmaya; içinden çıkamadığın problemlere dair...

Söyleyecek hiçbir şeyin yoksa, söyleyecek bir şeyi olanlardan bir şeyler öğrenmeye ne dersin?

Bugüne kadar söylenmiş sözlerin üzerinde durmaya; kiminin altını kırmızı, kiminin mavi, kiminin siyah kalemle çizmeye; kiminin üstünü çizmeye, kimine bir harf, bir kelime, bir ünlem eklemeye ne dersin?

Yeni bir şey söylemeyeceksen, daha önce söylenmiş sözleri bu kadar yüksek sesle, bu kadar kendi keşfinmiş gibi bağıra bağıra söylememeye ne dersin?

Kendini biraz hesaba çekmeye, cevaplarının doğruluğunu kontrol etmeye, hatalarını kabul etmeye...

Biraz bozmaya ezberlerini...

Biraz değiştirmeye kurduğun cümleleri...

Teslim bayrağını çekmeye...

Yeni şeyler öğrenmeye...

Yeni şeyler söylemek için susmaya...

Ama susarken de içine hiçbir ima katmadan, sadece susmaya...

Bir şey biliyormuş gibi değil.

Kâle almıyormuş gibi değil.

Kendini ağırdan satıyormuş gibi de değil.

Gümüş olan söze tercih edilesi bir altın değerinde olduğundan hiç değil...

Daha yolun başındaymış, daha öğrenecek çok şeyi varmış, söyleyecek hiç ama hiçbir şeyi yokmuş gibi susmaya...

Bir "Konuşursam yer yerinden oynar havasında" değil.

"Fırtına öncesi sessizlik" gibi de değil.

Sesini akort ediyormuş gibi hiç değil.

Söyleyecek sözü olmayan herhangi bir insan gibi...

Susmaya ne dersin?
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Kapi çalar....

kapilare.jpg


Kapı çalar...
Sabahın erken saatlerinde... Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden “Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım” diye geçirirsiniz...

Kapı çalar...
Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kâğıda bir imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. “Artık canım sıkılmayacak” deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız...

Zil çalar...
Kapıya koşarsınız.
Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta günlerce sürer. “Yaşamak ne güzel” dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken...

Kapı çalar...
Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu. Elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz “Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre...” Bu küçük hâdise neşelendiriverir ortalığı. Hatta koşup hanımınıza anlatırsınız.

Kapı çalar...
Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. “Oğlum benim...” diye hasretle kucaklarken gözyaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutululuğunuz oğlunuzun izni kadar uzar...

Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar...
"Ve kapı çalmaz..."
En büyük misafir gelir.
Âdetâ kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. “Niye haber vermedi?” diye içinizden geçirirken “Doğduğundan beri zile basmaktayım” der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez.

Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir...
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Bize Aşkı öğret Allah'ım

69282967.jpg


Önce İbrahim’e öğrettin aşkı.
Hiçbir öğretinin ve hiçbir numunenin olmadığı yalın bir zaman diliminde başladı hayata İbrahim. Tüm yakınları ve tüm gördükleri, görmediklerini inkâr eder haldeydi. Ama sen bırakmadın onu. Aşkı verdiğine aşkı yazgı kılmıştın çünkü. Vedûd bir ihsan ile yıldızları astın İbrahim’in göğüne. Zemheri akşamlarının alazında gözlerinin kıblesine bir avuç dua sürdün. O duaydı İbrahim’i yıldızlara mahfuz eyleyen. O yıldızlardı İbrahim’e güneşi gösteren. Güneş ki İsmail’in boynuna bilenmiş bıçağın üstündeki ağlayış.

Ey İsmail’i İbrahim’in aşkına kanıt eyleyen Rabbim. İbrahim ateşleri suya çevirirken biz serin sularda yanıyoruz. Ama biz seni unutsak ta sen bizi unutmazsın biliyorum. Bize de ateşleri güle çevirecek bir muştu ver, ey gök kuşlarının kanatlarına umut haleleri dokuyan Rabbim. Ver ki yeryüzüne adını fısıldayan güller yetişsin üzerimizde.
Ey karıncanın göğsüne aşkı mimleyen Allah’ım!

Yusuf’u gölge kıl güneşimize. Gömleğimizdeki kan lekeleri onun sevdasıyla dokunsun. Züleyha’nın yağmurları andıran güzelliğine karşı bize Yusufluk ver. Yalancı güneşlerin yaldızlarıyla aydınlanırken çağ, bizleri aşkın zindanında karanlığa mahkum et. En güzel rüyaları karanlığa en çok alışan gözlere nasip edersin biliyorum. Düştüğümüz bu kuyunun sonu yok Rabbim. Bize Yusuf’un ceylan karası gözlerinden damıttığın kavli rüyaları bahşet.

Yakup eyle bize geceyi Rabbim. Sabrın ve inancın kesiştiği izdüşümde bize teslimiyetin esrarını ver. Acıdan kör olmuş bir çift göz ile aşkın sonsuz diyarını gözlemeyi nasip et. Kalbimize nisyan ile gömdüğümüz sırları ifşa et Rabbim. Gizli bir aşk koy gönlümüzün çerağına. Ki hazineler gizli olduğu için değerlidir biliyorum. Bize öyle bir Yakupluk verki; bir Yusuf için binlerce gözümüzü sabrın ateşiyle milleyelim.
Bizleri sonsuz merhametinle cezalandır Rabbim.Biz ki bir Mim esrarında uyandık Nûn’a. Tüm harflerin ortasında üç harfin kudsiyetine iman ettik. Ve tüm süruriyetimizle “ah minel aşk” dedik. Aşkı mukadder eyle kalbimize ey Aşkın Sahibi.

Etrafımıza örülen tel örgülere karşı bize direnecek güç ver. Kınayanların karşısında Musa’nın âsâsı eyle kalbimizi. Tüm görkemli ihtişamların ve tüm işkencelerin arasında hepsine karşı koyabilecek bir inanç ver. Haykırmamıza ve bağırmamıza izin verme Rabbim. Meryem’e nasip ettiğin suskunluk ile beze sesimizin ehrâmını.
Ve Muhammed. Aşkı var eylediğin güzellik aynası. Yetim bir ağacın yapraklarında ışıldayan nur halelerinin adı. Muhammed.

Bize O’nun güzelliğinden sıçrayan tüm zerrecikleri nasip et Allah’ım. O ki aşksızlıktan taş kesilmiş bir şehrin taşlarına bile aşkı öğretti. Bilal’in göğsündeki kayadan dökülen gözyaşlarına şahidiz Yarabbi. Taif’li çocukların küçücük ellerinden fırlayan taşların hüznüne şahidiz Yarabbi. Şahidiz aşka ve aşkın imanına.
Bize Peygamber’in ayak izlerinden derlenen gül kokularını nasip et. O’nun muhlis yüzündeki esrarı çiz gözlerimize. Biz aşkı unuttuk Allah’ım. Bize sevmeyi öğret. Tüm kainatı temizleyen bir rahmet yağmuru gibi. Tüm yağmurları ellerindeki duaya râm eyleyen Hak aşıkları gibi. Bize aşkı öğret Allah’ım.
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sevgi....


İnsan o ki, O’ndan başkasını sevemez sevginin mahiyeti icabı, O’ndan başkasını bilemez bilginin icabı.
Işık ki tek kaynaktan dağılır. Işığa yakın olan aydınlık, uzakta kalan karanlıktır.
Her şeyin O’ndan olması ve ışığın tek kaynaktan dağılıyor olması, O’ndan başkasının bilinme ve sevilme ihtimalini tümden yok eder.
Kimi zaman sevdiğimizin ne olduğunu bilmeden severiz.
Ve insan henüz neyi sevdiğini bilmediği böyle zamanlarda O’ndan başkasını sevdiğini zannedebilir.

Bir çiçeği,bir kuşu,
Denizi,yağmuru,
Gökyüzünü,yazıyı,
Yazıyı yazanı,kalemi tutanı
Bir yaratılmışı hasılı
Söz gelimi Leyla Mecnun’u, Þirin Ferhad’ı, Züleyha Yusuf’u sevdiğini zannebilir.
Oysa sevmek en fazla, neyi sevdiğini fark etmektir demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir.

Çünkü ışığın kaynağı tektir .Ve aydınlığın kim kendinden menkul olduğunu iddia edebilir?
Her aşk, O’na çıkar sonunda. O’ndan başkasını sevmek imkansız gibidir.
Seven neyi sevdiğini bilse de bu böyledir, bilmese de.
Bu yüzden değil mi ki kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmek.
İstese de insan O’ndan özgeyi sevme şansı yok.

Mülk gibi aşk da ’tan. Ruhunda O, kalbinde O, canında O, cisminde O, aklında O..
Sevginin yanılgısı yok. Yanlış olan neyi sevdiğini bilmemek ve yanlış yol çizmek..


Nazan Bekiroğlu
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
b71468f3513e30a6f7383f8.jpg


Hayâtımın kısır döngüleri, hangi müzmin yaranın kışrı idi; yaşamadan bilebilir miydim? Uzayda yankılanan sesim, muztar feryatlarımın aksi sadâsı ve sadrıma bir inşirâh niyetine tuttuğum uyku oruçları…

Sene-i devriyesi geçiyor acıların; ama geçiştirmiyorum içimdeki tortularını… Ağır ağır yudumladığım bu kekre lezzet, başımı öne eğdirse de; yazamayabilseydim, bunu yapabilirdim evet… Ama yine de, bu kekre lezzet; rûhuma bir tâltif gibi… Mahcup ve kırılgan akislerimi, aşkla tasfiye etmeli

Vakt ikindidir, bir Eylül ikindisidir yani. Üşümelerimle büzüşüp, inzivâya geçmeye meyillenirken; Eylül’e gül düşmüştür!.. Eylül, Ramazan ile güle dönüşmüştür ve döndürmüştür kara sevdâları; aşkın lâhûtî semâlarında, derûnumuzdaki sancılara sertâc olmak için gelmiştir.
Bunca yıkıntı ve hâralarda harmanlanan küheylânların hazırlık aşaması gibi; rûhum, sığlığından çıkıp çığlığa dönüştüğü dem gelmiştir ve düşmüştür Eylül’e bir gül… Ömrümün düşüne düşsün diledim!..

Çiçeklerin şâhına yakışır zarâfetle ve şebnemlere şâyeste bir letâfetle konuktur gönül hâneme… Hırçınlığımı, çok sesliliğimi, yitik bilincimi ve tüm beşeriyetimin şaşan hâliyle kabullenir beni; gelir, oturur bağrımda… Kalemime mürekkep, yazıma ilhâm, yüreğime yâren gibi…

İptilâ sirâcında sarmalı yaraları… Yalımlarım yalınlaşmadan; kalp sadağımda biriktirmeli cümle cümleleri… Hercümerçliğim, mesned bulsun sonbahârın araladığı sonsuzlukta… Aşk, ağırlanmaz ki; ağrısız ve azıksız bir sadırda…

Gazellerinden kapı araladı Dedem, giriftâr göz pınarlarıma… Dedem’in yaktığı türkülerde âh’ım kaldı; Dedem’den mîras, susamamaktı… Susamadım ve figânlarımın fersûdeliğinde susuzluğum arttı aşka… Arıtmalıydı gönlümdeki kesifliği ve uzaklarda değil, gönlümde idi arıtma tesisi de, bilemedim Dedeciğim… Bilemeyişlerimle bilendim ferdâlara… Şu iniltili ve titrek sesim, avaz avaz aksetti istikbâlin kayıtlarına!..

Eylülleşen ömrüme düşen gülü yitirmemek için; müptelâlığın kavislerinde akladım karalamalarımı… Çiziktirdiklerim, topu topu bir “âh”; Dedem’in hâtırası…
Dağdağalı hayâtımın duldası ve giryân gönlümün payandası olsun diye, yirmi dokuz yaprağı olan bir gül düştü Eylül’e… Eylülleşen ömrüme…
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
lalecileesmalale.jpg


Leyl-i Aşk / İşte Böyle Yâr Bilesin

Niye bana uzaksın sevdiceğim? Gözlerinin büyüsünü özlemedim mi sanıyorsun? Sözlerinin sıcağı kalbimde bin efsûn. Sen yokken kuyulara düşüyor düşlerim. Sen olmayınca, sevda yetim; aşk öksüz, şefkat kimsesiz. Sensiz, hesapların hepsi yarım kalıyor. Sensiz, defterlerin hepsi açık duruyor. Hata etmişim, şimdiye dek varlığını hesaplamışım hep; çok geç anlıyorum. Yokluğun ne hesaba gelmez işmiş; kıvranıyorum, yanıyorum, ağlıyorum.


Beni unutmadın değil mi? Unutmak ne garip şey ki, unutanlara unuttuğunu da unutturuyor. Dipsiz bir kuyuya düşüyor gibisin; içindeki unutuş bin kuyuyu kuyuya atıyor. Seni unutmak bana haram olsun. Unutulmak ne acı şey ki; unutulanın unutulduğu kimsenin hatırına gelmiyor. Sonsuz bir karanlıkta yitiyor gibisin; unutuluşun nice karanlığı karanlığa itiyor. Senin unutman bana uzak olsun.
Alev üşür mü bi’tanem? Taş katılığına yanar mı? Dağ yalnızlığına ağlar mı? Ayrılığın araya girmekten bıktığı olur mu? Yalnızlığın da canı sıkılmaz mı? Göz yaşının da göz yaşı döktüğü olmaz mı? Derdin de başı derde girmez mi? Acıyı da vurmazlar mı? İhanete de ihanet eden hainler çıkmaz mı? Yokuşların da yorulduğu olmaz mı? Sensizlik bir gün de senin yoluna çıkmaz mı?

Benden sana yol çıkar mı ey sevdiceğim? Ben beni bende toplasam, sen çıkar mı ey sevdiğim? Ben beni benden çıkarsam, elde sen kalır mı ey sevdiğim? Olmadı; ben beni bana bölsem, yine sen mi çıkar sevdiğim? Ben beni benle çarpsam, sen olur mu? Görüyorsun ya, benden yana hep küsûrat ve küsûrat… Hesaplar tutmuyor; dört işlemin dördü de beni sana getirmiyor. Denklemlerin beri yanındayım hep; sana denk gelmiyor yanımdaki hiçbir şey. Eşitlik hep senden yana bozuluyor. Ben bana kalıyorum; sıfırlanıyorum. Yok oluyorum; hesaplar bensiz tamam oluyor.

Yoksa, küs müsün bana ey sevdiceğim? Ya yolumu gözlemiyorsan? Yollar ne der bana sonra; ben ne derim yollara? Ya beni özlemiyorsan? Sesler küser kulağıma; heceler darılır dudağıma. Ya yüz çevirmişsen benden? Ne ederim sonra? Kalbim kaçar kalbimden; ellerim elimden çıkar. Ya gözlerim gözlerine hiç değmeyecekse? Işık kör kalır sonra; bakışım boşluğa düşer.


Orada mısın ey sevdiğim? Seni sevmeler cumhuriyetindeyim. Seni sevenlerin toprağında ayaklarım. Senin baktığın dağa çakılı gözlerim. Kalbim senin sevdiğin, senin sevdirdiğin gökleri emiyor. Sana geliyorum. Aynalar yolumu kesiyor. Yoğu var sanıyorum. Aldanıyorum. Yollar dolanıyor; beni yine bana getiriyor. Yoldayım sanıyorum. Hüsrana uğruyorum. Yokuşlarda susuyorum.. Seraba kanıyorum. Yanıyorum.

Aynalar da bıkmaz mı aldatmaktan bir gün ey sevdiceğim? Sen yoksun diye kapatmazlar mı gözlerini? Yollar da bir akşam üstü omzundan atmak istemez mi sensizliğin yükünü? Sana varmadıklarını anlar anlamaz yoldan çıkmazlar mı? Yokuşlar yorulmadı mı hâlâ beni yormaktan? Bir sabah isyan edip baş aşağı dönmezler mi? Serap çok mu memnundur susuzları aldatmaktan? O da su içmek istemez mi bir öğle vakti sevgilinin dudağından? Alevler üşümez mi, sevdiceğim, sen yokken? Karanlık seni görmeyi özleyip de açmaz mı gözlerinin bandını bir gece yarısı? Işık bakışına değmeye can atmaz mı?


Niye uzağım sana sevdiceğim? Neredesin? Sen ki içimde sızımsın; sanki senin gözünden dökülür göz yaşlarım. Sen ki, kalbimde ıssızlığımsın; hep senin yanında bekler sevdiklerim. Sen ki, yolların sonunda bulduğumsun; önce de sonra da sana uğrar hasretim. Sen ki, dağda gördüğümsün; aslında senin yüzünde kavuşur Ferhat ile Şirin. Sen ki, köşe başında beklediğimsin; öyle ki hep senin göğsünde durulur kalbim. Sen ki, kapı ardında yolunu gözlediğimsin; sadece senin yanında teselli bulur öksüzlüğüm ve yetimliğim. Sen ki, yanımda bildiğimsin; ipini bıraktım ceylanların. Sen ki, içimde sakladığımsın; uzak olsun başkaca yakınlıklarım.



Sen sevdiceğimsin.
Yitiğimsin.
Eksiğimsin.
Susadığımsın.
Suskunluğumsun.
Sözüm sendendir.
Sözüm sanadır.
Sözüm sendedir.
Sözüm sensin.
Ben sustum, sen söyle iyiliğimi…


S.DEMİRCİ
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
u272291.jpg


"Aşk padişahı vefasızdır." diyorlar. Bu söz yalandır. "Senin çektiğin ızdıraplar bitmez, senin keder gecenin sabahı yoktur. Sen gündüzü göremezsin" diyorlar, bu söz de yalan!

Aşktan anlamayanlar bana diyorlar ki: "Aşk için ne diye kendini öldürüyorsun? Beden yok olduktan sonra hayat ve aşk da yok olur, gider." Bu görüşler de yalan!

"Aşk yüzünden gözyaşı dökmen anlamsız, gözünü kapayınca (ölüp gidince) artık sevgiliyi görmek, buluşmak imkansızdır." diyorlar. Böyle sözler de yalan!

Diyorlar ki: "Zaman geçip gitti. Biz de zamanımızı doldurduk. Yaşamamız bitti. Biz ölünce bizim canımız ötelere gitmez ki!" Bu söz de yalan.

Doğru yolu tutmayanlar, aşk yolunda yürümeyenler diyorlar ki: "Kulun Hakk'a varmasına da imkan yoktur!" Bu görüş de yalan.

Diyorlar ki: "Kula, gönül sırrını açmazlar, lûtfedip kulu gönüllere almazlar, yukarılara çıkarmazlar." Bu düşünce de yalan.

"Balçıktan yaratılmış olan insanın, gökyüzünde bulunanlarla, gök ehli ile dostluk kurmasına imkan yoktur." diyorlar. Bu sözler de yalan!

Diyorlar ki: "İnsanın tertemiz rûhu, şu topraktan yapılmış yuvadan, aşk kanatlarını açıp da havalanamaz, ötelere gidemez." Bu söz de yalan!

Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rumî
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Bir yumurta nasıl paketlenir
BİR yumurta hiçbir zaman elimize paketlenmeden ulaşmaz. Yirmi dört saatlik bir üretim faaliyetinin neticesi olan bu aziz ve leziz nimet, mutfağımıza kadar güvenle ulaşabilmesi için, son derece dikkatle plânlanmış bir ambalaj içinde bize sunulur.

Yumurta kabuğu deyip geçmeyin. Bir çırpıda kırıp çöp sepetine atıverdiğimiz bu mükemmel ambalaj, aslında mimarisiyle akılları hayrette bırakan bir sağlamlık, pratiklik ve geometri şaheseridir.

Yumurtanın sarısı ve akı, tavuk vücudunda ayrı ayrı yerlerde imal edilir. Sonra da bu mamul, 16 saat süren bir işlemle ambalajlanır.

Önce yumurtanın şekline bir bakın: Parmaklarınızla iki ucundan ne kadar kuvvetle bastırsanız, onu kıramazsınız. Ambalaj sağlamdır ve şekli de pürüzsüz ve kusursuzdur. Böyle bir kabuğu bir üretim tezgâhında dökmek için kalıp gerekir. Oysa tavuğun vücudunda yumurta kabuğunu dökecek herhangi bir maddî bir kalıp bulunmaz.

Yumurtayı paketlemekle görevli olan bez, tavuğun vücudundaki bütün kalsiyum ve karbonat iyonlarını çekecek şekilde düzenlenmiştir. Öyle ki, tavuğun besininde kalsiyum eksildiği zaman, kabuğun hammaddesi olarak, tavuk kendi kemiklerini kullanır. Bir tavuk, tek bir yumurtanın ambalajlanması için, bir günde kemiklerinin yüzde onunu harcayabilmektedir.

Öyle bir fabrika düşünün ki, tavuk kanı gibi, pek de iştah açıcı olmayan basit bir maddeden hem yumurta sarısını, hem yumurta akını, hem de kabuğunu ayrı ayrı çıkarsın. Ve, beş on santimlik bir üretim şeridi içinde bütün bu işleri ayrı ayrı gerçekleştirdikten sonra, kan ve dışkı gibi iki pisliğin içinden, yumurta gibi ter temiz bir nimeti ortaya çıkarsın. Birşeyden herşeyi yapan bir ilim ve kudretin Sahibinden başka bu fiile mührünü basabilecek kim var?

Teknoloji,tavuğun besininden yahut kanından yumurta yapabilecek bir fabrikayı kuramadı. Muhalfarz, eğer kurmuş olsaydı bile, bugün bir yumurtayı bin liraya değil milyonlarca liraya yiyemezdik.

Onun için, tavuğun bir yumurta için gıdaklamasını sakın çok görmeyin. Âlemlerin Rabbi tarafından hizmetimize sunulmuş bu mübarek hayvancığın sesini eğer dikkatle dinleyecek olursanız, bu İlâhî rahmet hediyesindeki harikuladelikleri size işittirmek için çırpındığını görür gibi olursunuz.

BİR dahaki yumurta kırışınızda, kabuğu atmadan önce ona uzun uzun bakın.

Sîze bu aziz nimeti bu mükemmel ambalaj içinde göndereni düşünün.

Onun adını anın.

Afiyetle yiyin.

Ve Ona şükredin.

_______________


Ümit Şimşek-
Bakıp da Göremediklerimiz
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Âh…….Tek hece…Bütün Lisanlarda aynı olan manâ…Bir elif, ardından bir he…Allah adının ilk ve son harfi…
Elif ve he ile yanmış aşk…
Zora tahammülü güzel bulanlara değil; güzele tahammülü zor bulanlara yazgılıdır âh…
Güneşi izleyen bulut , gizleyebilir mi hiç varlığını güneşin; acıyı saklayan tebessüm, ya saklayabilir mi hiç vücudunu acının?
Dokunulunca en ince teline içindeki sızının, bülbül durabilir mi şeydalanmadan ta mahşer olunca?…
Her nereye bakarsa gördüğü âhtır aşkın; âh elinden niyaz için mescide girse dahi…Minaresi elif, kubbesi hedir çünkü camilerin…Ve hala elifin bağrı şerha şerha kan ve hala iki gözü iki çeşme henin…
Erbab-ı aşka pîşe heman her gün âh imiş
Her bir nefes ki âh ile geçmez, günah imiş…
Ve sözün düğümü; Âh mine-l aşk!…
Ceddimiz ne güzel kullanmış Âh’ı;
Âh Yâ Teslimiyet…
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Kapını çalan “SENSİN! SEN!”



Bir gün bir âşık sevgilisinin kapısına gidip kapıyı çalınca sevgilisi içerden seslendi:
“Kapıyı kim çalıyor?
Kim O?”
Âşık cevap verdi:
“Ey yüce sevgili!
Kapına gelen benim;
ben zavallı kölen.”
Sevgili öfkeyle bağırdı:
“Çekil git kapımdan.
Sen daha olgunlaşmamışsın.
Bu sofrada hamlara yer yok.
Bu ev küçük iki kişi sığmaz.”
Zavallı adam çaresiz ayrıldı.
Tam bir yıl O sevgilinin ayrılığına dayanıp dolaştı durdu kavrulup pişti.
Bir sene sonra sevgilisinin kapısına geldi.
Heyecanla kapıyı çaldı.
Sevgili içerden seslendi:
“Kimdir O?
Kim çalıyor kapımı?
Çaresiz âşık perîşan bir halde cevap verdi:
“Ey câna cân katan sevgili!
Ey bir bakışıyla binlerce âşığı perişan eden gönül avcısı!
Kapını çalan
“SENSİN!
SEN!”
Sevgili gönül okşayan bir sesle:
“Madem ki “SEN BENSİN”.
Ey BEN!
Gel içeriye gönül evi burasıdır.
Oraya iki kişi sığmaz” dedi.
(Mesnevî)
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
66151296516498966021648.jpg


"Âşık önce sevdiğini yüceltir, mükemmelleştirir, sonra aşık olur." Halbuki mesele hiç de öyle değildir. Evet aşkı yaşayan kişinin kalbindeki sevgili ile zahirdeki sevgilinin "şimdiki hali" aynı değildir...... Çünkü aşık "zahirdeki sevgilinin" müteal alemdeki aslına aşıktır. Her şeyin "asl"ı mükemmel-güzel-iyi olduğu için aşığın kalbindeki sevgili de mükemmeldir, iyidir, güzeldir. İşte Mecnun'un: "Siz benim gözümle Leyla'ya bakın" derken kastettiği göz, kalbin gözüdür. Gördüğü de Leyla'nın semavi aslıdır. İşte aşığın:
"Ben senin aslını gördüm
Sen ise hala gölgendesin sevgili"
demesi bundandır.

Fakat aşık bu durumu fark edemez, önce sevdiğinin "zahirini" mükemmel zanneder, görür ki o henüz mükemmel değil;
o zaman kalbine döner ve şöyle der:
"Öyleyse kalbimdeki kimdir?" Bu aşığın bilmecesidir.
Yani kalbindeki sevgili ile, zahirdeki sevgili bir açıdan ayınıdır bir açıdan gayrıdır. Aşık bu iki gerçeklik düzeyinin " farkına" varıncaya kadar huzur bulamaz. Ümit ve ümitsizlik arasında bocalar.
Halbuki bilmelidir ki her şey aslına döner.
Ama aşık beklemekte zorlanır.
"Sabredenleri müjdele!"

Aşk Bensizlik Ülkesidir-İsmail ACARKAN
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
40f92fa5e5eff62183cdc05.jpg


Gözlerimiz, bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz zehire bakar, yılana bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.
Gönül isterse, göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar, gönül dilerse göz manaya, örtülü şeylere, ilahi sırlara bakar.
Gönül isterse, gözleri külliyat tarafına sürer götürür. Gönül isterse onları cüz'iyyat'ta hapseder, bırakır.
Beş duygumuzun her biri, aynı su deposuna bağlı musluklar gibi, gönle bağlıdırlar. Gönlün dileği ile, emri ile iş görürler.
Gönül ne tarafa işaret ederse, bey duygu da eteklerini toplar o tarafa doğru koşar.
Gönül isterse, ayak raks eder, oyuna dalar yahut yavaş yürüyüşü bırakır, hızlı yürüyüşe geçer.
Gönül dilerse el parmakları ile hesap yapar, yahut o parmaklarla kitap yazar.
Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin emrindedir. O gizli el bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak bu işleri yaptırmaktadır.
Acaba gönül bizde bulunan bu beş duyguya neler söylüyor, onlarla aralarında ne de gizli, akıl almaz bir anlaşma, ne şaşılacak bir buluşma var?
On duygu, yedi uzuv, daha sayılamayacak, söylenemeyecek ne kadar çok şeylerin hepsi gönlün emrinde.

mesnevi
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Senden iyi olmasın mı ?

b412679sevimlierkekc3a7.jpg


"Senden iyi olmasın!" mı?

Pek tatlı bir nezaket cümlemiz vardır. Birisinin yanında bir başkasını övüyorsanız "Senden iyi olmasın!" dersiniz!
Sadık Şanlı kardeşimin o incelik dolu anlatısını okuduğumdan beri bu iltifata itiraz ediyorum:

"...kapının zili çaldı. Karşımda uzun zamandır görmediğim bir dostum. Selamlaşıp kucaklaştık. Çay eşliğinde uzun bir sohbet için salona geçtik.
Nasıl geçtiğini anlayamadığımız üç koca saatin ardından misafirim 'Geç oldu bana müsaade' diyerek noktayı koydu ve kalktı. Ona eşlik ettim. Sokağın başına vardığımızda 'Şimdi ayrılık vakti. Ben gidiyorum ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah' diyerek elini uzattı. Kucaklaşırken dostumun ettiği duaya alışkanlıkla 'amin' dedim.
Eve dönerken arkadaşımın veda sözleri takıldı aklıma. Düşündüm düşündükçe ürperdim. Bu bir dua idi. İlk kez duyduğum yaman bir dua. Gayri ihtiyari birkaç kez tekrarladım. Sıcacık duygularla doldum. Bir şey tarafından kuşatılmıştım. Bütün benliğimi dolduran güzel bir şey.

Ertesi gün ilk işim arkadaşımı telefonla aramak oldu. Nedir nereden duydun diye sordum. Bu özlü duadan çok etkilendiğimi anlayan dostum 'Hz. İsa Aleyhisselam'ın Peygamber Efendimizin (asm) geleceğini müjdelediği sözmüş bu' dedi. Ne güzel dua imiş! 'Tuttum bu duayı' dedim. Güldü ve 'o halde hiç bırakma.'
Ben gidiyorum ta ki benden hayırlısı gelsin inşallah."
İsâ'ya (as) ve O'nun müjdelediği En İyi'ye (asm) hürmeten: Kalktığım koltuğa benden iyisi otursun. Sustuğum anda benden iyisi konuşmaya başlasın. Olmadığım odaları benden iyiler doldursun. Yetişemediğim yerlere benden iyiler yetişsin....

"Senden iyi olmasın!" diyen dostlarımın bu duasına İsa Aleyhisselâmın duasına "amin" deme hatırına "amin" diyemeyeceğimi söylüyorum. Şaka yollu "Bana beddua ediyorsun galiba!" diyorum. "Ya benden iyiler olmasa ne ederim ben bu dünyada? Kim beni şaştığımda uyaracak? Kim beni hüzne düştüğümde teselli edecek ki...
Sonra peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları imtihanları hatırlıyorum. O toplulukta o peygamberden iyisi yoktu! Ama nasıl acılar çekti? Ne dayanılmaz sıkıntılara göğüs gerdi?
"Benden iyi(ler) olsun elbette.. Bende peygamber yalnızlığına sabredecek iyilik yok ki!"

Senai Demirci
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst