Aynaya Bakınca Kimi Görüyorsun?

OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Aşkı bedenlerimize, çiçekleri parfümlere kurban ettik..Rüzgarın yerini pervane aldı..Sevgi şehvetin tuzağı oldu..

Gözyaşlarımızın kalbimizle bağlantısını koparttık..Ruhumuzu yitirdiğimizin farkına bile varamadık...

Gönlümüz gözümüze esir düştü..Ağlamayı unuttuk çünkü kalplerimiz öldü..

Ölmekten kaçıyoruz çünkü yaşamayı unuttuk..

Kimseyle konuşamıyoruz,kimseyi dinlemiyoruz çünkü kendimizle kavgalıyız...

Sözler kalbimize inmiyor çünkü kalplerimize giden yolları kapatmışız...

Tenlerimiz kalplerimizi esir etti..

Aşkından verem olanlar şimdi bir hayal..Artık kıskançlık krizleri geçiriyoruz...

Bulut nasıl ağlar,nar çiçeğini kim boyar,kumrular nasıl kur yapar,bülbüller birbirine hangi aşk sözlerini fısıldar,bilmiyoruz,anlamıyoruz..

Semaların dilini çözememişsen,sevgi kalbine klavuz olmamışsa,hala meyveyi ağaçtan,suyu buluttan biliyorsan,nasıl yaşayabiliyorsun dünyada?Dar gelmiyor mu bu mekan sana?

Yüreğini kanatmıyor mu zaman?





İsmail Acarkan
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Virgülü Kaybettik...

pempei1oc6.jpg

Virgülü Kaybettik
Osman Nevres Efendi diyor ki: Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle / Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ. Şu demek: Sözü söylerken önünü ardını gözet ve on kez düşünüp bir kez söyle. Ağzına gelen her şeyi değirmen gibi hemen öğütüverme.


Sözü söylerken on defa düşünmeyi, onu en güzel ve sanatlı şekliyle söylemeyi nasıl da unuttuk birden. Bir vakitler, konuştuğunda herkesin sustuğu, yazarken kaleminden dimağa lezzetler yayılan söz sultanları yaşardı bu coğrafyada oysa. Galiba bir rüzgar esti üstünden kentin ve sözün efendisi virgülü yitirdi birden. O zaman geniş, sanatlı, bol çağrışımlı, zengin ve tabii olarak zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler, kısa anlatımlar kullanmaya başladı. İfadede bir kargaşayla karşılaşmıyordu gerçi; ama konuştuklarının etkinliği, güzelliği, estetiği ve sanatı kısmen kaybolmuştu. Cümleleri basitleşince gitgide düşünceleri de basitleşti ve bu, gün geldi kişiliğine yansıdı, onu basit, sıradan ve hatta önemsiz kıldı. Efendiliğini mi yitiriyordu ne?!..


Bir başka gün, o rüzgar ünlem işaretini alıp götürdü. Şimdi alçak sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşur olmuştu usta. Artık ne kızıyor, ne seviniyor, ne de heyecanlanabiliyordu. Hayatının renkleri kaybolmuş gibiydi. Yeknesak yaşamaya işte böyle başladı. Ustalığı yoktu artık.


Bir süre sonra, soru işaretini de yitirdiğini gördü. Soru sormaz, soramaz olmak onu kendi içine kapatmıştı. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu artık. Kalbinden geçen sevgilerin nedenini, zihnini bulandıran düşüncelerin niceliğini, dış dünyada olup biten olayların gerçeğini anlayamıyordu. Ne evren, ne dünya, ne ülke, ne de kendisi umurundaydı artık. Çocukken merak ettiklerini bile merak etmekten uzaklaştı.


Birkaç yıl sonra sözcü, üst üste iki noktanın anlamını unuttu. Davranışlarının sebeplerini açıklamaktan vazgeçmeye o zaman başladı. Başkaları da onunla ilgilenmez olmuşlardı. Büyük bir yalnızlığın içinde kalmış, kalabalıklar arasında tek başına yaşar olmuştu. Ailesi, çevresi, işi, mesleği, sosyal hayatı var mıydı, yok muydu, unutmuştu. Sözü kaybetti.
Ömrünün sonuna doğru elinde yalnızca tırnak işaretinin kaldığını fark etti. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu artık. Kendinden sıyrılmış olarak yaşamak, başka birisinin yerine yaşamak kadar tatsız, boş ve anlamsızdı. Üstelik başkalarının düşüncelerindeki sorumlulukları yüklenme endişesi de iyiden iyiye belini bükmüştü.


Noktaya geldiğinde sıra, düşünmeyi ve konuşmayı da unuttu.
Kaybettiği nokta, son nefesinin sonunda onu beklemekteydi oysa.
Dil bir ayna idi, insanın en gerçek yankısını dışa aksettiren. Ve aynalar ya güzelleşmek ve süslenmek; ya da çirkinliklerimizi görüp gidermek içindir. Aynayı kırmak, çirkinliğimizi başkalarının gözünden değil kendi gözümüzden saklar.
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sevdiğinden harcamadikça hayra eremezsin


duvartablo.jpg

Diyelim ki, birr'e yani hayra, yani sonsuz güzelliğe, kesintisiz mutluluğa erişmek istiyorsun. Niye erişmek istemeyesin? Öyleyse, sevdiklerinden vereceksin. Bedeli buysa sonsuz güzelliğin, lekesiz sevincin, her şeyi yanında bulduğun mutluluğun niye vermeyesin?
Neleri vereceksin? Neyi vermeye başlayarak çıkacaksın yola? Hangi sevdiğini koparacaksın kendinden? İlk elinden çıkaracağın, ilk harcayacağın hangisi olmalı? En iyisi bir liste yapmalısın. Sevdiklerinin listesi! E, hadi öyleyse.

Biliyorum, canını seviyorsun en çok. En başa yaz. Sonra? Gözlerini gözden çıkarmaya var mısın? Nazlanma, yaz listeye. Varsa, evini de yaz. Saçlarını seviyorsan, onları başında görmekle sevinecek birisi vardır mutlaka. Tel tel saçlarını da ekle listeye. Ellerini de yaz; bir gün olsun senin elinle tutmaya, senin gibi kavramayı özleyen elsizler var. Ayaksızlar da var, sonra! Ayaklarını yaz, koşmayı rüyalarında gören çocuklara vermelisin. Kim bilir nasıl da bayram edecekler senin gibi topa vurdular diye. Hazır ayaklarını yazmışken, yanına ayakkabılarını da tutuştur. Eskittiklerini de, eskiteceklerini de çıkar ayağından. Az kalsın unutuyordum, tabii ya, aklımı seveyim! Aklını da yaz. Seninki gibi aklı başında olsa, itibar görecek, sevinecek, sevindirecek, sevildiğini bilecek o kadar çok zihin akıl fukarası var ki? Biliyorum, çok seviyorsun, sakın bunu da listeye koymamı isteme diyorsun. Ama ayet gayet ciddi! Sevdiklerinden vereceksin! Sevdiklerinden ne kadar çok verirsen, hele de çok sevdiklerinden verirsen, hayra giden yol kısalıyor. Tut ki, nefesini de yazdık listeye.

Rahat bir nefes almaya hasret, nefese daralmış öyle hastalar var ki. Bir saatliğine tut nefesini onlara ver. Atıversinler oksijen maskelerini. Bayram etsin göğüs kasları. Bence, yüzünü de yazmalısın listeye. Madem ki her gün aynalarda seyrederek, kırışıklıklarını aldırarak, lekelerini temizleyerek sevdiğini gösteriyorsun; sevdiklerinin listesine koy yüzünü. Senin yüzünle dolaşmayı özlemiş yüzü yanıklar, suratı dağılmışlar vardır, kesin. Senin yüzünle görününce alacağı selamların, hak edeceği tebessümlerin açlığını çeken, senin yüzün suyu hürmetine gördüğün ikramları özleyen yüzsüzler de vardır bir yerlerde. Başka neleri seviyorsun? Pencereden bakmayı seviyorsun; masmavi denizi, uçsuz bucaksız göğü de seviyor olmalısın. Hemen listeye yaz, göğü de ver bulutlarıyla. Denizleri, boğazları, nehirleri, içindeki balıkları tutabilme ihtimalini, dibindeki incileri boynuna takma imkânını da bağışla hemen. Çok sevdiğin şehrini niye esirgiyorsun? Yoksa sevmiyor musun?

Kaldırımlarında insanların korkusuzca dolaşamadığı, duraklarında kalabalıkların olmadığı, vitrinlerinde seyretmeye değer güzelliklerin bulunmadığı şehir sakinlerine de şöyle güzel bir İstanbul vermek istemez miydin? Başladık bari bitirelim. Listeye yazdıklarının hepsi kesinlikle sevdiklerin olmalı. Son satırına geldiğinde, aklına sevdiğin ne geliyorsa, hepsi listenin içinde olmalı. Bundan sonra aklına ne gelirse, sevmediğin olmalı.
Listenin tamam olduğunu ancak böyle anlarsın.

Şimdi gelelim ikinci listeye, kimlere vereceksin bu çok sevdiklerini. İnfakını kimler öncelikle hak ediyor? Sevdiklerinin en başına koyduğun canını, her halde en çok sevdiğine, en çok sevindirmek istediğine vermek istersin. Kim o? Sen daha iyi bilirsin. Yaz! Peki ya, gözdelerin iki gözün, el üstünde tuttuğun iki elin kimlere gitsin? Her kimse bu talihli, listeye onu da ekle. Yüzünü kime vermeyi düşünürdün? Yüzünü kim hak ediyor en çok? Kim senin yüzünle göründüğünde tanıdık gelir herkese? Kim senin yüzünü giyindiğinde en çok sevinir, en çok sevilir? Kim tuhaf buluyorsa senin suratını, senin yüzünle görünmekten çekiniyorsa, ona yüzünü vermemelisin. Yüzünü en çok seveni tahmin et ve yaz! Nefesini kimlere vermek istersin? Nefessiz kalmana değecek biri var mı listende? Hiç olmazsa, nefes darlığını ferah nefeslerinle takas edeceğin birilerini koy listeye. Şimdi, vermekte en zorlanacağın en sevdiğini yazmaya hazırlan: Çok sevdiğin çocuklarını kime vermeyi tercih ederdin? Onlara senin kadar analık ya da babalık yapacak birini tanıyor musun?

Çocuklarının onun çocuğu olmakla en çok memnun kalacakları, üzülmeyecekleri, ağlamayacakları birisi geliyor mu aklına? Aklını kime vereceksin? O güzelim aklının dediklerini en çok kim beğenir, en çok kim senin aklına güvenir? Aklını doğduğuna pişman etmeyecek kimi tanıyorsun? Çok sevdiğin gökyüzünü kimin üzerinde yükseltmek isterdin? Sokağı seyrettiğin, gün batımını beklediğin, kuş cıvıltılarını dinlediğin, rüzgâra yanağını verdiğin, önünü çiçeklerle süslediğin pencere önünü kime terk etmeyi düşünüyorsun? Yoksa, seviyorum ama vermiyorum mu diyeceksin? Yaz! Güneşi her sabah tap taze penceresine getirmeye lâyık gördüklerinin en başında kim gelir? Yıldızları, ovaları, denizleri, ırmakları, kuş cıvıltılarını en çok kime yakıştırıyorsan ona vermeye hazırlan. Onun da adını yaz listeye. İstanbulu en çok infak etmek istediğin kişi her kimse, martılarından Boğazına kadar, camilerinden Kızkulesine kadar, her semtinin her taşının hakkını vermeli. Duraklarında otobüs beklemesini bile sevsin, trafiğinin uğultusunu bile özlesin. Lalelerini tek tek sevmeye, vapurlarında sabah vakti, ikindi vakti, gün batımında, geceleri bile çay içmeye vakit ayırsın. Kimse o, hemen yaz!


Bu ikinci liste de tamamlandığında, en çok sevdiklerin en başta, en az sevdiklerin en sonda olmak üzere, herkes olsun içinde. Öyle ki, biri geldiğinde aklına, yine listenin içinde bulasın. Sevindirmediğin kimse kalmasın. İhtiyacını gözetmediğin hiç kimse/hiçbir şey liste dışı olmasın. Hatta, ekmek kırıntısı atmak istediğin kuşlar da orada olsun. Okşayarak sevindirebileceğini düşündüğün kedilerin hepsi listede olsun. Hiç tanımadığın, tanısan belki hiç sevmeyeceğin, sevsen belki yeterince ilgilenemeyeceğin milyarlarca insanın muhtaç olduğu nefesleri, vazgeçemedikleri keyiflerini, üzerine titredikleri huzurlarını da sen veriyor olasın. Ellerini bir sevdiğini yitiren her insanın omzuna koyacak halde hazır bekletmelisin.

Bence birlikte pes edelim. Ne verileceklerin listesini bitirebilirsin, ne vereceğin kişilerin sonunu getirebilirsin. İlgilendiğin her şeye ve herkese verilecek bir şeyin olmalı. Kimseyi es geçmeye hakkın yok. Kanadını kırık bildiğin her kuştan sorumlu biliyorsun kendini. Ona da verecek bir şey olmalı sende. Yetim kalmış her çocuğa bir anne ve baba borçlusun aslında. Yürünmemiş yolların bile, uğranmamış dağların bile alacağı vardır senden. Hatta hiç sevmediklerine hiç sevmediğin şeyleri vermek için bile listeye yeni maddeler ekleyeceksin. Firavuna hiç sevmezsin diyelim, ama ona cehennemi vermek senin de istediğin. Zalimlere verilecek bir şeyin yok sanırsın; oysa zalimlere yaptıklarının cezası verilmezse sevinemezsin. Öyleyse, sevmediklerine bile sevmediğin şeylerin verilmesiyle seviniyorsun. Senin yapmayı sevmediğin işleri severek yapanların olması sevimli değil mi? Şimdi her iki listeye sevmediklerini de eklemelisin.

İhtimal ki, şu anda elinden kalemi bıraktın, vazgeçiyorsun liste yapmaktan.
Verilecekler listesini tek maddeye indiriyorsun: her şey.
Verilecekleri vermeyi düşündüklerinin listesi de buna benziyor: başta ben olmak üzere herkes, her şey.
Şimdi kim verecek her şeyi herkese ve her şeye.
Sen değilsin bu? Ben hiç değilim. Yapmaya kalksa mutlaka unuttukları olur, mutlaka ihmal ettikleri çıkar, mutlaka çaresiz bıraktıkları olur, mutlaka aç susuz ve tesellisiz bıraktıkları olur.
Kim olsun ?Veren??
Sana senin kimseye vermek istemeyeceğin kadar sevdiklerini veren kim? Çok sevdiğin canını en sevdiğin kişiye, yani sana, veren kim? Çok sevdiğin çocuklarını tam da onların anne ve baba olarak sevdikleri, en uygun kişiye, sana veren kim? Beğendiğin aklını en çok beğenecek kişiye, sana, veren kim? Senin en sevdiklerini sana en sevdiklerin olarak veren kim?
Herkese ve her şeye senin vermek isteyip de veremeyeceğini veren kim? Çocukların hepsine sen tanımasan da sevdikleri anne babaları veren kim? Ana babaların hepsine tam kendilerince sevdikleri, içlerini ısındıran evlatları veren kim?
Sevmediklerine bile sevmediğin cehennemi veren kim?
Ben değil
diyorsan, birri buldun.
Verirse sadece O verir, başka kimse değil! dediysen, hayra ulaştın.
Listelerdeki her şeyden vazgeçtin, herkesi unuttun; Allah'ı buldun....
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Bir Ceninin Hatıra Defteri...



sevimlibebek.jpg


Gözlerim yoktu, gözlerimin olmadığını bir Sen gördün.
Görmüyorum. Görme isteğime bile körüm. Görmek istediğimi bilmiyorum. Gözlerim yok. Ne renklerden haberim var, ne şekilleri tahmin edebilirim
Sen bana gözlerimi verdin. Görmek istediklerimi de Sen verdin.Görme isteğimi gördün. Ben görmek istiyor bile değilken, beni gördün. Gözümün göreceklerini gördün. Gözümü verdin, gözümün göreceklerini verdin. Işığı ve gölgeyi, her şeyi, her şekli, her rengi...
Sen gördün, Sen verdin.
Elim yoktu, Sen elimden tuttun.
Elimden tutan yok.
Tutunacak bir dal da bilmem. Ellerim yok.
Ne avucumda avunacak bir şeyim, ne elde tutmak istediğim.Yok.
Sen bana el verdin. Beni elimden tuttun. Elimden tutacak ana baba verdin. Elde edeceklerimi Sen hazır ettin. Herşey Senin ‘kudret eli’ne tutundu. Ben, ellerim ve elde edeceklerim, öylece ele avuca geldi.
Sağırdım, bana Sen kulak verdin.
Bir haber yok, kötüsü bile. Sesler uzak, müzik yabancı, ahenk dargın.
İşitemiyorum. Kulaklarım yok. Bana Sen kulak verdin. Kulaklarım oldu. Dalgaların sesini işiten, mahrem fısıltılardan haberli kulaklarım oldu.
Kuru yaprağın dalından düşüşünü duyan, rüzgârın ıslığına ritim veren, yağmurun yağışına ahenk katan, her notada ruhuma yeniden üfleyen Sen’sin.
Bana kulak verdin. Herşeyi, her an işiten Sen.
Ben kulak sahibi değilken, işitmek istediklerini işittin.
Ben müzikten bilmezken, ben rüzgârın ve denizin sesini işitmezken, ben annemin sesini tanımazken, ben sağır iken, beni Sen işittin, arzularıma Sen kulak verdin, iç çekişlerimi Sen duydun.
Beni işittin, işitmek istediklerime Sen ses verdin.
Beni işitir eyledin.
Dilim dönmüyordu, Sen bana söz verdin.
Dilim dönmüyor. Sesim çıkmıyor. Dudaklarım suskun. Konuşma yok, bir hece bile. Damaklarıma hiç değmedi dilim. Her dudak arasını gül bahçesine çeviren o ince çizgi, bir tebessüm yok, tebessüm eden de yok.
Öpecek yok beni. Ve öpemem de.
Daha dudağım dudağıma değmedi. “Ağzı var dili yok” bile değilim. Dilim yok, ağzım da, damaklarım da, dudaklarım da... Lezzetleri bilmiyorum. Dilimi tuza bandırmadım daha. Damağımda şeker tadı hiç gezinmedi. Dudaklarıma pınar suyu değmedi.
Ve Sen bana damak verdin. Dudak verdin. Dil verdin. Söz verdin. Dudağıma gökten soğuk sular değdireceğine, damağıma lezzetler ihsan edeceğine, dilime şiirler dolayacağına söz verdin.
Ve söz verdin ağzıma.
Kur’ân’la Konuşan Sen.
Taşları, dağları, denizleri konuşur eyleyen
Sen dilime kelam verdin.
Söz verdin ağzıma.
Sözden anlayan dostlar verdin.
Ben tebessümden habersizken, ben gülmeyi bilmezken, bana rahmetinle Sen tebessüm ettin. İki dudak verdin, bir dil. Cümle dudakları gül eyledin. Gülücükler verdin.
Güller verdin.
Ayaklarım yoktu, beni varlığa Sen yürüttün. Çıkış yok. Yollar kapalı. Ne dağlar, ne vadiler yürünesi değil. İki ayağım çukurda, yokluk çukurunda. Adım atacak yer yok. Ayaklarım yok, güzel ayakkabılarım da. Çiçekli çoraplarım, yeni örülü patilerim kayıp. Coşkuyla koşacak kimsem yokken, ağır ağır yürüyeceğim yolları bilmezken, Sen beni bilinmez yollardan geçirdin.
Ayaklar verdin. Yokluktan varlığa yürüttün bedenimi. Hiç yoktan ayağa kaldırdın beni. Yol verdin.
Ve çiçekli çoraplar ve güzel ayakkabılar verdin. Ayaklarımı verdiğin gibi, yürünesi yolları, dağları, denizleri ve vadileri ayaklarımın altına serdin.
Gelmeye yüzüm yoktu, Sen bana yüz verdin.
Beni tanımıyordu annem babam bile.
Varlığımdan bile haberli değillerdi.
Ben de bilmiyorum var olduğumu.
Var olma arzumun bile farkında değilim. İnsan olduğumu da bilmem. “Anılmaya değer bir şey” değilim. Kimse saymıyor beni.
Adım yok, adam yerine koyulmuyorum.
Yüzüm yok. Çatık bir kaşım, gamzeli bakışlarım yok. Saçlarım, kirpiklerim yok. Kaşlarım kirli bile değil; yok. Yüzüme çamur bulaşmamış, çünkü yok. Şekilsiz, biçimsiz, kaba, belirsiz ve korkunç görünüyorum. Böyle görseydi beni annem, belki yüz vermezdi bana. Yüzüme bakamazdı.
Yüzüme bir Sen baktın. Bana Sen yüz verdin. Yokluğun kirli, çirkin maskesini yüzümden indirdin. Rahman suretini indirdin yüzüme. Annemin gözlerine değesi, “bebek yüzlü” tenler giydirdin ete kemiğe. Kirpiklerimin ucuna gamzeli bakışlar düşürdün. Ve yanaklarıma gülücükler saldın. Saçlarımı verdin, “zülf-ü yâr” olası çizgiler çizerek, kaşlarımı eğri kıldın yay gibi, bakışlarıma nur verdin ay gibi. Karşısına vurulası aşıklar koydun. Güneşi göz ucuma Sen getirdin.
Bilmezdiler oysa varlığımı.
Tanımazdılar beni.
Sen yüz vermesen, yüzümü kalplerine âşina eylemesen, yüz süremezdim annemin yüzüne.
Hayatı yitirdiğimde de, bana yeniden hayat verecek Sensin.
Bir gün toprağa yüz sürdüğümde de, tanımayacaklar yine. Yüzüme bakamayacaklar.
Varlığımı belki hesaba katmayacaklar.
Taşlara kazıyacaklar adımı en fazla.
Unutmamak için.
Ama beni hiç unutmayacaksın Sen.
Beni bilecek, beni tanıyacak, benim hatırımı Sen soracaksın.
Gözümü ve gördüklerimi gören, elimi ve elimdekileri tutan, dilimi ve dilimdekileri konuşturan, dudağıma tebessümden güller koyan, ayaklarımı yokluktan varlığa ulaştıran, var olmaya yüzüm yokken bana yüz veren Sen; çürümüş kemiklerimi, toprağa düşmüş ellerimi, karanlığa akmış gözlerimi, erimiş dudaklarımı, yokluğa kaymış ayaklarımı, işitmez olmuş kulaklarımı, yitik tebessümümü, unutulmuş yüzümü,
Verir de yine Sen verirsin elbet.
Yine, yeni, yeniden diriltirsin beni.
Ey Hayatı Veren ve Ey Hayatın Sahibi.

SENAİ DEMİRCİ
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Kalbimizi Senin Aşkına Adıyoruz ALLAH`Im....

73784065.png

Kalbimizi Senin Aşkına Adıyoruz ALLAH`Im....

Her aşk bulunduğu kalbin şeklini alır.' Ve her kalp yaşadığı aşk kadar şekillenir. İnsanları ikiye ayırmak adettendir. Çünkü anlamanın yolu ayırmaktan geçer. Bütün eşya birlikten yana koyarsa hükmünü kimin kim olduğu muamma olur diye; çeşitten yanadır dünyanın günü. Bunca çeşit arasında ayırmalıdır o vakit birbirine uyanlar ile uymayanları. Akıllılar ve aklı kıt olanlara diye önce. Güzeller ve çirkinler diye sonra. Padişahlar ve cariyeler diye. Daire tamamlanır gibi olduğunda her işin hem başı hem sonu olarak; aşka gücü yetenler ve aşka gücü yetmeyenler diye latif bir çizgi çizilmelidir kul ile kul arasına ve dahi kul ile eşya arasına.
Söz işte burada çatallanır. Kainatın dili aşktan yana söyleyip durduysa ve alemlerin Rabbi bunca güzelliği sadece Muhammed'in aşkına "ol" kıldıysa her kul bilemese de gönlünün çapını kendini aşka gücü yetenlerden sayar. Herkesin aşkı kendinedir taşıyabildiği kadar. Kolayından taşınabilseydi her aşk her sevda, sözün hükmü uçurur muydu gücünü yedi iklimden öte.
Her aşk önce gözde başlasa da bilinçtir aşkı güzelleştirip değiştiren. Evet sahibinde saklı her aşk değiştirir her şeyi. Önce sahibini değiştirir. Sonra sahibinin gözünden bütün dünyayı. Kim ki aşık bir yüze düşürür kendini, kendinden önce keşfeder kendini. Çünkü aşığın aynası billurdandır. Hataların, günahların yok olduğu bilurdan. Güzelliğin katmerleşip merhametin engin deniz hükmünde dalgalandığı.
Her aşk önce gözde başlasa da bilinçtir aşkı güzelleştirip değiştiren. Evet sahibinde saklı her aşk değiştirir her şeyi. Önce bir güzelin resmi düşer bilincin sudan berrak yüzüne. O resim değiştirir idrakin her türlü kıvrımını. O resimden önce ve o resimden sonra diye ikiye ayrılır hayat hiç birleşmemecesine.
Ben bilinç dedikçe siz yaban düşürseniz söze. Olsun. Bu hikayenin güftesi bilince düşmüş olsun yürekten evvel. Hapseden ve dahi hıfz eden bilinçtir. Onun içindir ki, aşkın tamama ermesi bilincin yitmesiyledir.
Öylesine yaşanmış aşklar vardır ki yakıp yıktığı gönüllerin harabesinden her çağda yeni çıralar tutuşturur. Hayatın bir geleneği vardır. Bunca değişmedeyse de her şey biz biz olduğumuzu nereden anlayacağız diye telaşa düşmüşken, duyguların hiç değişmeyen yüzü geçip çağdan çağa bulur bizi. Duygularda devam eder hayatın geleneği.
Yaşayan insan kadar yaşanılmış aşk yoksa da; aşka düşen her sevdalı kendi yangının ilk bilir. Yaşarken yaşayanlar ilk bilir de onca aşkın satır aralarından tanığı olan okuyucu, onca aşkı nasıl yerleştirir hafıza bohçasına? Şurada ben aşıkken okuduklarım. İçindeyim her satırın. Ve kahramanıyım her duygunun. Yaşanılanların aktarıcısı değil harfler. Benden bana giden yol. Ben olmasam o satırlardaki aşk ta yok. Leyla ile Mecnun yok. Arzu ile Kamber yok. Kerem ile Aslı yok. Hüsrev ile Şirin hiç yok. Hiç yok diye bunca keskin ise vurgu, hiçlikten varlık bulacak yüzlerce yıl öncesinin aşkı. Sen varsın ve ey okuyucu oradasın. Öyleyse yeniden şekillenir bütün geçmiş zaman aşkları.

Fatma Karabıyık BARBAROSOĞLU
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Geceydi...
Sevda ikliminde bir yürek duaya durmuştu...
Duadan özge eylül mü kalır nisan mı? ..
Duadan ayrılsa kul mu kalır insan mı? ..
Duası olmayanın ola mı umudu, duaya durmayanın kala mı suudu? ..
Ölüm kadar özeldir dua, ölüm gibi güzeldir dua...
Dua yağmur yağmurdur, dua tuzdur hamurdur...
Dua ki bağırlar yakan közlerdedir, dua ki söylenmemiş sözlerdedir...
İçten içe bir niyazdır dua, gelinlik giyside beyazdır dua...
İlahi yazıların gizemli şifresidir dua, yoldaşın yoldaşa gülen çehresidir dua...
Tevbeleri izleyen gözyaşıdır dua, her işte bir hayrın başıdır dua...
Yıldızları tutan açık ellerdedir dua, şafakların değdiği dillerdedir dua...
Dünyanın eşiğinden öteye akıştır dua, gaflet perdelerinden öteye bakıştır dua...
Dua ki; kelebekler kanadı gibi titrek, seher bülbülü gibi şakraktır...
Dua ki; umutların ritmiyle atan nabızda gizlidir, gönüllerin teliyle çalan sazda gizlidir...
Söz değil bir haldir... Söze hükmeden mecaldir...
Gönülden ve gizlice... Utanarak ve umarak... Israrla ve devamlı...
Geceydi... Sevda ikliminde bir yürek duaya durmuştu...
 

ilk_nur

Daimi Üye
Katılım
9 Aralık 2009
Mesajlar
32.413
Tepki
37.064
Puan
113
Konum
.....
çok güzel yazılar özellikle şu aynada kimi görüyorsun çık güzelmiş herkes aynı olursa nasıl olur diye düşünmemiştim:iyyyy:
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
nezaketbirummansevgiler.jpg


Nezaket! Nazik bir kelime… Bir sehl-i mümteni…

“İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmez.”
Hadisi şerif
Size de öyle gelmiyor mu; bunalmıyor musunuz hadiselerin tıklım tıklım arsızlığından? Şimdi zamanın nefesi daralıyor üzerimize serpilen kasvetten; soluk almakta zorlanıyor gibi insaniyetimiz.
Turna geçmez dağlarda kaybedilmiş umut patikalarımız ve sancılı gecelerin karanlığında yitirilmiş tebessümün son güzergâhı.
Ne iktisadi buhranlar ne siyasi kirlenmeler ne de fakr u zarurettir bizi bugün düşkün ve zelil kılan. Çaresizliğin sesini duyamayan vicdanlarımıza atılmış çektiklerinden sızan bunca kötülükler de değil bizi mutsuz eden. Hayır ihtirasa dayalı dünya düzeninin üzerimize boca ettiği “tut kavra kopar al sahip ol yürüt götür!…” seviyesizliğinden ayrı bir şey bu.
Belki içimizdeki yabanlıklar ve yabancılıklar şimdi düşmanımız belki nezaketsizlikler…
* * *
Nezaket! Nazik bir kelime… Bir sehl-i mümteni…
Bir estetik şahikası.
Nezaket bir umman; sevgiler uğuldar derinliklerinde sevgiler coşar. Nezaket bir bahçe şevk ile yürünür tarhlarında şavklar saçılır yediverenlerinden. Nezaket hasbî bir tebessüm kalbî bir yakınlık… Nezaket bir teşekkürün adı; bir derin şükür makamı.
Zamanın kadim koridorlarında ayak izlerine rastladığımız o nazik beyefendilere ve nazenin hanımefendilere ne oldu şimdi?! Hani şairler sevdiklerine ve babalar kızlarına “Senin teg nâzenîne nâzenîn işler münasiptir” diye iltifatta bulunur onları nazikçe nezakete davet ederlerdi neredelerHani centilmenler şövalyeler zarifler çelebilerNezaket fikrini ne zaman kaybetti dünyaVe isim haneleri açık tevkif emirnamelerine bile nezaket cümleleriyle başlanan dönemlere ne oldu sahi!
* * *

Bir rüya görelim gelin; önce yumalım gözlerimizi uyuyalım uyuyalım ruhumuzdaki bütün kinler nefretler düşmanlıklar arınıp gidesiye kadar uyuyalım ve aniden bir nezaket ülkesinde açalım gözlerimizi. Nazik beyefendiler ve nazenin hanımefendiler arasına karışalım. Bir nesil kadar yaşayalım orada yalnızca bir nesil kadar… Sonra acı gerçeklerin mutlu düşlere paslı demirlerin parlak gümüşlere döndüğünü görelim. Yavuz bakışların tatlı gülüşlere durduğunu yaşayalım; Yunusleyin sevelim sevilelim. Çünkü nazik beyefendiler ve nazenin hanımefendiler elinde yetişen bir nesilde yolsuzluklar çeteler ahlaksızlıklar rüşvetler ve kanunsuzluklar olmayacaktır. O altın nesil olacaktır; pırlanta nesil olacak… Düşünsenize böyle bir nesil işlerini aksatabilir yahutsorumluluklarını terk edebilir mi? Nezaket çağında siyasetçiler yoldan sapar memurlar haddi unutabilir mi? Herkes kendi işini en güzel şekilde yapınca o ülkede mucizeler yüz göstermez maslahat düzelmez ilerleme hız kazanmaz mı? Materyalist dünyanın akılla geldiği noktada baş gösteren bütün olumsuzluklar o nezaketin ayakları altında kor değmiş karlar gibi eriyip gitmez mi
* * *
Kişideki bir nezaket noksanı öncelikle kendisine zarar verir; ama toplumdaki nezaketsizlik dünyanın bedii direğini sarsar gitgide; güzelliğin ve iyiliğin koordinatlarını karalar. Nezaket noksanı bir teşekkür noksanıdır bu yüzden.
Nezaket bir gülümseyiş nezaket bir bakış nezaket bir merhabadır; nezaket tam çağında bir gönül alma
ta yürekten bir teşekkürdür çünki.
Nezaket bir insaniyettir. O hâlde biraz daha nezaket biraz daha.

Prof. Dr. İskender Pala
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
56sustumiy3.jpg


Susarız…
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak…

Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…

Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…

Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Delikanlı öyle olunmaz!

adsz6umfb3.png


Delikanlı öyle olunmaz!
Delikanlı adamın gözleri ışıl ışıldır. Sınırların ve çizgilerin bir güzelliği tanımlamak için var olduğunu bilir. Çerçevelerin ve farklılıkların ayırmaya dışlamaya bölmeye itmeye değil yeniden tanımaya yaradığını öğrenmiştir. Öyle gözünü kat kat katarakt bağlamış gibi kendisine yakın olanları gözlerine kilitleyip kendisi gibi olmayanları kirli puslu neşesiz bir grinin biçimsizliğinde eritmek yazmaz delikanlılığın kitabında. Trabzonlu delikanlı ne kadar can parçası ise Diyarbakırlısı da o kadar ana kuzusudur anasının gözünde. Yirmi küsür yıl kadar önce yeni doğduklarında beşik kertmesiyle “düşman” yazılmadılar birbirlerine.
Delikanlı adamın yüreği pırıl pırıldır. Sevmenin sevilmenin aşık olmanın sevgilinin gözlerinin içine bakmanın taraf tutmadığını bal gibi bilir. Aşk padişah fermanını tanımadığı gibi; cumhuriyetin “misak-ı millî” sınırlarını da hesaba katmaz. Kalp siyasî haritalara göre açmaz kanatlarını. Politikacıların kalplerini masa altına saklayarak çizdikleri “masa üstü” çizgileri ciddiye almaz. Karşı köyden “sarı gelin” de olsa sevdiği bizim köyün Mihriban’ının sarı saçlarına dolandığı gibi dolanır gönlü. Acıları ayrılıkları kayboluşları ölümleri yıkılışları adamına göre kategorize etmeler delikanlılığa sığmaz.
Delikanlı adam bileğinin hakkıyla elde eder asaletini. Öyle doğuştan ayrıcalıklara fit olmaz; şikeli başarılarla övünmez; hakkını vermediği etiketi yakasına takıp hava atmaz. Asaletin damarlarında dolaşan kanın biyokimyasına değil Rabbine hakkıyla kul oluşuna bağlı olduğunu pekâlâ bilir. Hep hatırındadır ırkını kendisinin seçmediği. Kendisini ırkından köyünden babasından dedesinden dolayı övenlere gülüp geçer. Eliyle emeğiyle tek bir taş koymadığı duvarlar üzerine basarak yükselmeyi kendine yakıştırmaz. Olsa olsa asil dedelerinin torunu olmaya çabalar güzel işlerle anılan milletine yakışır şeyler yapmaya özen gösterir. İlkokul yıllarından beri belletilen “etrafı düşmanlarla çevrili ülkedeyiz” telkinlerine kanıp sınırların ötesine adım atmaya korkmak delikanlının işi değildir.
Delikanlı adam delikanlılığın Rabbine kul olmaktan geçtiğini bilir. Peygamberleri “en delikanlı” adamlar bilir. Babasına baş kaldıracaksa “genç” İbrahim[as] gibi isyan eder. Yapıp ettiklerini sorgulamadan kuşaktan kuşağa aktaran kokuşmuş törenin kanlı ve kirli ipine bağlamaz aklını. Dimdik durur İbrahim[as] gibi. Erkekliğini ispatlayacaksa yakışıklı Yusuf[as] gibi durur şehvetle süslenmiş billboardlar karşısında. Erkek olmanın önüne gelen yılışık çağrılara gözünü boyayan sığ aşufteliklere tenden ötesini vaad etmeyen hatta teni bile vaad etmeyen sırnaşık teklifsizliklere kapılanmak olmadığının farkındadır. İntikam almak gerekirse kendine çektirenlerden Mekke’yi fetheden Muhammed Aleyhisselatüvesselâm’ın yaptığını yapar. Düşmanlık edenlere onların kendisine yaptığının aynısını yapmaz; kötülüğün yerine yeni bir kötülük daha eklemez. Kötülüğün yerine iyiliği koyar; onların yaptığının tam tersini yapar. İntikamını böylece alır.
Delikanlı adam eline silah almadan önce kitap alır Kitab’ı alır. Dedelerinin bugünkü küraesel güclerin yerinde yeller eserken korktukları için değil şirin gözükmek için de değil laik oldukları için hiç değil; kopkoyu müslüman oldukları için bütün İbrahimî dinlerin hatırası olan Kudüs’ün kapısına “Lâ ilâhe illâllah”dan sonra “İbrahim halîlullah” levhasını yazdırdıklarını okur. Delikanlı adam duruşunu bir ihtilal nefretiyle yeryüzüne kusulmuş kaba ve softa “ulusalcılık” üzerinden değil dini sığlaştırıp taraftarlığa dönüştüren gerçeği siyasallaştırıp ‘öteki’ne çevrili mızrak gibi karikatürleştiren oryantalist icadı “İslamcılık” üzerinden de değil; kendi kalbini kendisini bildiğinden çok bilen Rabbine adam gibi teslim olmanın inceliği üzerinden belirler. Heva ve hevesini alt etmeyi büyük cihat diye öğreten öfke ve nefretini yeneni en delikanlı pehlivan ilan eden incelikler Peygamberinin[asm] gül nefesiyle inceltir kendini. Bilir ki müslüman incedir incelir incitmez incinmez.
Delikanlı adam sevdiğini serseri kurşunlara kurban etmeyi hak etmemiş bir kadının acıyla fısıldadığı “bir bebekten katil yaratan karanlık”a bugünlerde yeni bebeklerin doğduğunu görüp “nur”a kandil olmak için yanıp tutuşur

Senai demirci...
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
mezartayc6ek1.jpg


Cenazeme Gelirmisin?

Cenazeme Gelir misin?
Biliyorum hiç beklemiyordun bu daveti. Ansızın geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin 'az sonra'lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı sızılandı. Aşinâlığın tadı bozuldu; acının ketum kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler uzanıp uyuduğun bitmez günler vaadlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde mahçup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çekildi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz perdeleri parelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana gören kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.
'Daha dün konuşmuştuk ama...' diyorsun. 'Ama nasıl olur!'lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. 'Hiç beklenmedik bir ölüm!' 'Vakitsiz' 'Erken!' 'Sürpriz!'
İşine ara vereceksin bugün... Kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkulara sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım. 'Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış' dedin. 'Ölmesi kanıksanmış ölünesi bir yaştayız artık.' 'Rahmetli...' sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin.
İki yakasında da eksiğim İstanbul'un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların.
Şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen. Hayret! Ben öldüm bu defa...
Şimdilerimin hiçbirine dokundurmadığım yarından sonrasına bile yaklaştırmadığım ölüm şimdi/m oluverdi. Oysa oysa...Gitsen de bir gitmesen de bir; bir cenaze olurdu camilerden birinin avlusunda. Belki bir kalabalık çıkagelirdi önüne... Bir sokağın başında. Yol kenarında gözünü sakındığın mezarlığın giriş kapısında. 'Nasılsa ölen biri çıkar bu şehirde her gün!' diye kanıksadığın. Adını bile sormaya zahmet etmediğin. Eksilenin kim olduğuna aldırış etmediğin. Gitti diye üzülmediğin birinin cenazesi işte. Aynı manzara aynı tabut aynı üzgün yüzler. Aynı güneş gözlükleri. Ağladığı mı yoksa ağlayamadığı mı anlaşılmasın diye saklanan gözler. Sanki hayatın ortasında duran ölümü inkâr etmek için göz göze gelmemeler. Sıradan bir cenaze yani.
Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur çok ayıp... Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin bir musallâlık saltanatım bu benim. Başroldeyim.
Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanılacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı... Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı... Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı... Ayakkabısı kendisini beklerken bağları çözülecek adamı.... Elbiseleri evden çıkarılacak adamı... Ben oynayacağım.
Yatağı soğuk kalacak adamı... Akşam eve dönmeyecek adamı... Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı... Sofrada yeri olmayacak adamı... Adı telefon rehberinden silinecek adamı... Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı.... Ben oynayacağım. Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı... Resmine bakıp bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı... . 'Adı neydi.... Hani....!' diye yokluğu kanıksanacak adamı.... Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan susturan adamı... Ben oynuyorum bugün... Sahnedeyim.
Beklerim.
En öndeki olmalısın ayakta duranların. En dik duranı.
İşte davetiyen:
Canını çok seven her günün sabahında burada sonsuzca yaşayacağına yeniden kanan her lezzetin tükenişinde ölümün yanına uğradığını unutan her hazzın zirvesinde yakasındaki ölümlü etiketini isteyerek düşüren her yaz sıcağında içi dünyaya iyiden iyiye ısınan doğduğu yılın rakamının büyüklüğünün kendisini kabirden uzak tuttuğunu sanarak avunan kalbinin her atışında ölümlerden döndüğünün farkında olmayan damarlarının bir köşesinde ansızın geliverecek pıhtılardan yapılmış veda haberleri saklayan ayrılıkların çatlaklarından giren hüzünleri ölümün nefesi gibi yudumlayan sevenlerinin gözlerinin ışığına sığınarak ısınan unutulmayı yok sayılmayı en ürkütücü uçurum bilen güzelliğini aynaların kırıklarında arayan toprağa girmeye üşenen uzun süredir aramızda yaşayan dostumuz arkadaşımız sırdaşımız kardeşimiz babamız evladımız şimdilik unutmayacağımızı umduğumuz bir süre unutmaktan utanacağımız sonra unutacağımız en sonunda unuttuğumuzu da unutacağımız
senai demirci
doğduğu gün yakalandığı fanilik hastalığından uzun süredir yatalak olmasına yol açan 'her nefis ölümü tadacaktır!' yarasından ömür boyu sancısını çektiği amansız yaşama rahatsızlığından kurtulup aramızdan ayrıl[maya ayarlan]mıştır.
Cenazesi -umulur ki- en uzak zamanda sızılarının köşe başlarında kılınan cenaze namazını takiben kaldırılacak gözünden (belki gönlünden) uzak bir yerde unutuluş toprağına gömülecektir.


 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
dc3bcc59fc3bcnenc3a7ocu.png


Ben var ya, ben!"
"Allah beni yaratırken bana niye sormadı? Belki de ben insan olmaya itiraz edecektim. Bu sınavda bulunmak istemeyecektim. Şimdi de intihar edip oyundan çıkmama izin vermiyor?"
Bu soruyu çok duydum. Duymadan önce de sorduğumu hatırlıyorum. İnsanı bir anda bıçak sırtında bırakıyor o soru. Yokluğun kıyılarına savrulduğunu görüyorsun birden. Hiçliğin soğuk nefesini ense kökünde hissediyorsun. İtirazın en keskini bu. Çoklarının varlığın sıcacık koynunda uyuttuğu kaygıları dürtüyor şüpheleri uyandırıyor.
Bir defa "ben" diyorsan orada dur... Çünkü sen "ben" demeye sana sorulmayan o var edilme kararından sonra başladın. Var edilmeden önce "ben" dediğin sen yoktu ki sana (yani "ben" dediğin kişiye) bir şey sorulsun. "Ben" deme ayrıcalığı sana verildi. Hiç hak etmediğin halde hediye edildi. Sen "ben" diye var olmadan önce sana soracağı bir "ben"in olsaydı yine sana sorulmadan var edilmiş "ben"in olmuş olacaktı. İtiraz ettiğin anda zaten itiraz ettiğin şeyi yani "ben"i elinde bulacaktın. Ne garip! Sana sorulsaydı olmamış olmasını isteyeceğini söylediğin şeyin isteyip istemeyeceğinin sana sorulması için olmuş olmasını istiyorsun. "Ben" olmaya itiraz etme fırsatını yakalamak için bile "ben olsaydım!" diyorsun. Söylediğini tekrarlayalım birlikte: "Ben olsaydım ben olmak istemezdim!"

Üstelik anladığım kadarıyla "ben" demekten de hayli memnun gibisin. "Ben" diyebilmene hiç itirazın yok. Tam tersi yeterince "ben" diyemediğin için kızgınsın. "Niye bana sormadı?" derken "ben"inin daha önceden hatta var edilmeden önce ciddiye alınması gerektiğini söylüyorsun. Daha açıkçası "ben"in henüz var bile değilken görülsün hesaba katılsın kale alınsın istiyorsun. Demek ki sen "ben" demeye öteden beri heveslisin. Var edilirken fikrin sorulmadı diye alındığın o "ben"den memnun olmalısın ki "bana sorulsaydı!" diyorsun. "Ona/şuna/buna/sana sorulsaydı!" demiyorsun. Başkasının hakkında karar vermesine razı olmayacağın kadar dokunulmaz biliyorsun "ben"ini. Zaten itirazın da sözüm ona sana değil başkasına sorulmuş olması. Fikrin alındığında önemsendiğin için mutlu olacağını açıkça söylediğin o "ben"ini şimdi niye beğenmiyorsun?
İyi ki de "Niye beni yaratırken bana sormadı!" diye sorabiliyorsun. İyi ki. Ya tersi olsaydı? Takdirine itiraz ettiğin kararını eleştirdiğin o Allah seni "ben" diyebilecek halde yaratmasaydı eğer "Allah beni niye böyle yoklukta bıraktı?" "Allah beni yaratmama kararını niye bana sormadı?" diye sorabilecek miydin?
İyisi mi sen sen ol "ben" diyebildiğine "ben" diye bilindiğine şükret. Ömrünü ikiye ayıralım mesela: BÖ ("Ben"den öncesi) ve BS ("Ben"den sonrası). "Ben" diyebildiğin andan sonra sana verilmediğini düşündüğün senden eksildiğini senden esirgendiğini sandığın şeyleri bir kenara koy. (Ki "Bana sorsaydı ben belki var olmak istemezdim" itirazının sebebi bu sorunlar olmalı.) Bir de "Ben" diyebilmeden diye bilinmeden önce sana verilmeyeni bir kenara koy. Hangisi daha büyük bir eksiklik?
"Ben"den önce yoksun. Yokluğunun sen bile farkında değilsin. Eksikliğini kimse dert edinmiyor. Aranıp sorulmuyorsun bile. Hiçbir yerde ciddiye alınmıyorsun. Yoksun ve yok sayılıyorsun. Küçümseniyorsun. Hakaretler görüyorsun. Hesaba katılmıyorsun. Olsan da bir olmasan da bir başkaları için. "Ben" diyemediğin için "Benim" diyebileceğim hiçbir şeyin yok. Olamaz da! Tekrar hesapla:"Ben" dediğin ana kadar sana verilen ben dedikten sonra sana verilmediğini düşündüklerinden o kadar fazla ki. İtiraza hiç hakkın yok. Ben verilmeseydi sana sana verilmeyene bile itiraz edemediğin itiraz edemediğin gibi verilmediğini bile fark etmediğin dipsiz bir boşluk olacaktı yerin... Varlık bardağının "ben" diyebilmenle doldurulan tarafı o kadar büyük ki boş dediğin tarafı ancak o dolu tarafın yani "ben"in sayesinde görebiliyorsun. Yoksa ne boşluğu bilirdin ne de eksik olduğunu fark ederdin. Hesaplarda hiç yeri olmayan sıfır kadar bile ciddiye alınmayan bir lüzumsuzluk olurdun. Eksik olurdun. Eksikliğin bile hissedilmezdi. "Ben" diyemediğine bile itiraz edemezdin. İtiraz etmen gereken "ben"sizlik halini bana anlatamazdın. O soruyu seslendirecek dudakları bile bulamazdın. O cümleyi söze dökecek nefesin bile olmazdı.
Hem sonra "ben" olarak sen hiçlikten çıkarıldın. Ananın bile yüzüne bakmayacağı çöpe atılsa kimsenin fark etmeyeceği bir pıhtıdan şimdi toz konduramadığın "ben" diye bil(in)diğin hale geldin. Sen sana verildin. Ben bana verildim. Hiç hak etmediğimiz halde... Hiç hakkını veremeyeceğimiz halde... Şimdi sen sana verilenle sana verene isyan etmeyi onurlu bir davranış sayar mısın? Sana hiç yoktan verdi diye "ben"i o "ben"inle seni "ben" eyleyen O'na kafa tutmayı kendine yakıştırır mısın?

SENAİ DEMİRCİ
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Ömrünü geriye doğru yaşasaydın… (Senai Demirci)

75086682.png


En başında, musalla taşında buluyorsun kendini. Gözyaşları arasında açmak üzeresin dünyaya gözlerini. Ağlayan sen değilsin. Bu defa, sevenlerin ağlıyor, sen gülüyorsun. Tersinden doğuyorsun dünyaya. “Doğum günü”nde, sevenlerinin hüzünlerine tanık oluyorsun. Cenazendekilerin gözlerinde okuyorsun ne kadar gözde olduğunu. Hıçkırıklarla ölçüyorsun eşinin ve çocuklarının kalbindeki yerini. Duyar duymaz cenazene koşacak kadar samimi, tabutunun altına girecek denli vefalı dostlarının omuzlarında evine dönüyorsun. Hayatının ilk gününde, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunu iliklerine kadar hissetmiş olarak dönüyorsun eve. Herkesin canı gönülden hakkını helal ettiği gün, ilk nefesini almaya başlıyorsun. Göğsünde kalbin bir iki tekliyor. Çok geçmeden ilk nefesini alıyorsun. Üzerindeki beyaz kefeni usulca çıkarıyorlar. İlk elbiselerini giyiyorsun. Yürümeye başlıyorsun. Muhtemelen emeklisin. Etrafında dostların, çocukların, hatta torunların beliriyor. Hatıralarınla birlikte doğmuş olduğunu fark ediyorsun. Anlatacağın o kadar çok şey var ki… Susuyorsun. Tatlı hatıraların gün geçtikçe gerçek olacağını bilerek daha bir tatlı yaşıyorsun. Ne mutlu ki, her günü nostalji tadıyla yaşayacaksın. “Ölümü tatmış bir nefis”le doğduğun için uçarılıklardan, şımarıklıklardan vazgeçiyorsun. Namazı kılınmış biri olarak dünyaya geldiğini bilerek, namazlarını giderek tazelenen bir heyecanla kılıyorsun. Topraktan henüz yeni geldiğini bilerek mütevazı yaşıyorsun. Büyüklenme yok. Nasıl büyüklenesin ki, gün geçtikçe seni tanıyanlar azalıyor, itibarın eksiliyor.

Gün geçtikçe gençleşiyorsun. Doktorlarla randevuların giderek seyreliyor. Sağlık tavsiyelerine ihtiyacın kalmıyor. Damarların her gün daha bir genişliyor. Kalbin gittikçe zindeleşiyor. Kasların güç kuvvet kazanıyor. Kilolarını hızla atıyorsun.

Göz açıp kapayıncaya kadar emekliliğin bitiyor. Seni işe alıyorlar. İlk gün işinin en kıdemli noktasında buluyorsun kendini. Etrafında daha genç çalışanlar beliriyor. Tecrüben zirvede. Şevkle çalışmaya başlıyorsun. Çalıştıkça garip biçimde deneyimlerin azalıyor. Gençleşme pahasına, sahip olduğun makamları bir bir boşaltıyorsun. Servetin giderek azalıyor. Maaşın her ay biraz daha kırpılıyor. Onca taksitle aldığın evi elden çıkarıyorsun. Çok geçmeden arabanı da geri alıyorlar. Kefenden çıkmış bir adam olarak hiç aldırış etmiyorsun eksilenlere, azalanlara, terk edenlere, uzaklaşanlara.

Evde de işler iyi gidiyor gibi. Giderek taze bir heyecanla seviyorsun eşini. Her yıl yeni bir şey kaybediyorsunuz ama daha da mutlu oluyorsunuz. Evden arabadan oluyorsunuz; birbirinizin huyuna suyuna yavaş yavaş yabancılaşıyorsunuz ama daha bir sıkı sarılıyorsunuz birbirinize. İşler seyreldikçe, daha çok zaman ayırıyorsun eve. Bir de evlenip uzaklara gitmiş çocukların bir bir eve döndükçe keyfin nasıl da gıcır gıcır oluyor. Arada bir torunlarınız ortadan kayboluyor ama onların yokluğu hiç dokunmuyor sana ve eşine. Sanki hiç yokmuş gibi, hiç olmamış gibi onlarsız da yaşamaya devam ediyorsunuz.

En sonunda, bir sözlü mülakat sonrası, hiç kimsenin tanımadığı, yeni mezun bir delikanlı ya da genç kız olarak, elinde kısacık özgeçmişinle, kariyerini sıfırlamış olarak kapının önüne bırakılıyorsun. Moralin hiç bozulmuyor. Az sonra diplomanı da elinden alıyorlar. Okula gidip gelmeye başlıyorsun. Okuldaki ilk günün diploma töreniyle başlıyor. Bir kenara koyduğun kitapları taze bir heyecanla eline alıyorsun. Okudukça cahilleşiyorsun. Giderek, bildiğin yabancı dilleri konuşamaz hale geliyorsun.

Kan ter içinde girdiğin ÖSS sınavından sonra liseye başlıyorsun. Sevdiğin kız ya da oğlan yok ortalıkta. Buna da takılmıyorsun. Yuvanın yerinde yeller esiyor olsa da ne gam. Senin başında kavak yelleri giderek şiddetleniyor.

Ne zamandır görmediğin babacığın yanı başında bitiyor. Sana harçlık vermeye başlıyor. Elinden tutuyor sonra annen, ilkokula götürüyor. Giderek etrafındaki yazıları okuyamaz hale geliyorsun. Alfabeye yabancılaşırken, lunaparklar, sokak oyunları, çizgi filmler daha çok dikkatini çekmeye başlıyor. Onca serveti kaybetmiş biri olarak, kumdan kaleler yapmaya başlıyorsun. Kumdan kalelerini büyüklerin oyun ve oynaş yeri olan dünya hayatında kazandıklarından daha değerli ve kalıcı görüyorsun. Daha az şeyle mutlu oluyorsun. Daha küçük kazançlarla seviniyorsun. Umurunda değil dünya. Çocuk saçlarını rüzgârda savurdukça, dilindeki kelimeler azaldıkça, kaygıların azalıyor, gözlerindeki hayret artıyor. Yalan konuşmayı unutuyorsun birden. Gıybet edemez oluveriyor dilin. Elin harama uzanamıyor hiç. Dudağına günah değmiyor. Yırtıp attığın masumiyetini yeniden giyiniyorsun. Eskitip yıprattığın doğruluğunu, duruluğunu yeniden kazanıyorsun. Affedilmiş, hiç günah işlememiş bir kul oluveriyorsun birden. Aklın ermiyor günaha. Ellerin gitmiyor isyana.

Ve birden, hiç kimsenin seni özlemediği, yolunu gözlemediği, eksikliğini çekmediği bir boşlukta buluyorsun kendini. Annenin babanın yüzüne bakıyorsun boş yere. Hatırlamıyorlar bile seni. Hiç olmamışsın gibi sensiz de yaşamaya devam ediyorlar. Adın yazılı değil bir defterde. İsmin okunmuyor hiçbir yerde.

Sadece bir ses duyuyorsun kulağa kesilmiş ruhunun dört bir yanından: “Hatırla ki şimdi hatırlanmaya değer bir şey değilsin.” Dünyada iken unuttuğun ilk sözünü bütün ruhunla söylerken buluyorsun kendini: “Belâ...” “Elbette ki…” Verdiğin cevabın sorusunu ise daha sonra duyuyorsun: “Ben senin Rabbin değil miyim?”

Rabbim! Beni bende bırakma al beni benden.. Ben, bende kaldıkça mahrumum Sen'den..
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
taskalpli.jpg


TAŞ KALPLİ

Merhametsiz, acımasız insanların kalbini tarif ederken kullanırız bu deyimi.
Taş...
Bu kadar sert katı göründüğü için mi bu deyimin içindedir?
Gerçekten ruhsuz, cansız bir varlık mıdır Taş?...
Duyguları yok mudur? Korkmaz mı kimseden, ses vermez mi sese?
Bu deyimle anlatılan insanlar keşke Taş kalpli olabilseydi...
Onlar ki; hissetmezler Nebi (s.a.v.) varlığını.
Taş, hisseder bilir eline alınca Resul (s.a.v.) tesbih eder Rabbini.
Onlar ki kapalıdır gönül perdeleri içeri sızmaz ilahi buyruk,
Taş, Peygamber duasıyla çatlar susuzluğu giderir.
Onlar ki; korku duymazlar Rablerinden, çekinmezler gazabından,
Taş, Allah korkusuyla dağlardan yuvarlanır, Başını eğer, çatlar parçalanır.
Onlar ki, işledikleri günahlar yüzünden yüzleri kızarmazken,
Taş, Hacer'ül Esved olup rengini değiştirir bizlerin günahından.
Onlar ki; kendilerine apaçık delillerle gelen Peygamberlere şüphe ile yaklaşırken,
Taş, Peygambere delil, mucize olacak dişi deveye gebedir.
Onlarca değerli maden varken, Taşa nasip oldu Mevla'mızın evinin yapısını oluşturmak.
Şimdi yoklayalım yüreğimizi taşlaşmış mı? Taşın yürekliliğini öğrendikten sonra kolayca taş kalpli diyebileceğiz mi merhametten nasibi olmayan insanlara?
Taş kalpli olabilseydim eğer, Rabbimin adını duyduğumda titrerdi yüreğim, Korkusundan çatlayacak gibi olurdu. Haşyetinden yuvarlanırdım. O emretti diye, yolunda unufak olur, topraklaşırdım.
Keşke diyorum şimdi keşke...
Taş kalpli olabilsem
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sızısız yaşıyoruz.. Issız yaşıyoruz..


Sular da sızlar mı? Öyleyse, suyun sızısını dindirecek su var mıdır? Islanmayı özlediği zamanlar yok mudur yağmurun? Yağmuru sevindiren bir yağmur var mı? Taşlar da kalpleşir mi? Kalplerin taşlaşması gibi, taşların da taş olmaktan bıkıp yumuşamaya meylettiği zamanlar yok mudur? Yollar da özler mi? Yolun da alıp başını gidesi gelmez mi? Ateş de yanmayı arzulamaz mı? Ateşi de yakıp kavuran bir ateş olamaz mı? Güneş de bekler mi gündoğumunu? Bir akşam üstü güneş de seyretmeyi dilemez mi günbatımını? Ayrılık bıkmadı mı onca sevgili arasında durup beklemekten? Ayrılık da ayırmaktan usanmaz mı; yok mudur kavuşmak dilediği? Aşk da aşık olamaz mı? Bunca zamandır örselenmekten, anlaşılmamaktan şikayetçi değil midir? Herkesin dilinde olup da, kimseye yâr olmamak aşka da ah ettirmiyor mudur? Şarkıların da sevdiği bir şarkı yok mudur? Onlar da ara sıra durup dinlemek istemez mi acıların ve neşelerin nağmelerini? Toprak da bir gün toprağa uzanmayı arzulamaz mı? Ona da topraktan bir mezar bulunamaz mı?


Gündelik hayatta her şey pürüzsüzce akıyor gibi gelir bize Taş katıdır Ateş yakar Sular serindir Yol yolcuyu bekler (…) Böyle bildik, çünkü, böyle bulduk Şaşırmaya gerek yok Mecnun olmaya mahal yok Her şey olduğu yerde kalsın Yeni sorularla yeni kaygılar doğurmanın lüzumu yok Aklına de ki, “Otur oturduğun yerde!” Kalbine tembihle ki, “Dur durduğun yerde!”




Kim bilir; belki de kendimizi kendimizden ayıran bir dağız Ferhad olup Şirin olan yanımızı arıyoruz


Dağın öbür tarafında bırakıyoruz kendimizi; hep bu yamaçta kalıp kazıyoruz kazıyoruz… Kim bilir, belki de kendi kendimizi kesen bir bıçağız


İsmail olup kendimizi kurban ediyoruz; hep eksiltiyoruz kendimizi, hep kesiyoruz kendimizden


Kim bilir kendimizi kendimize haram eyleyen bir günahız


Züleyha olup Yusuf olan yanımızı kandırıyoruz, Yusuf olan kalbimizi zindana sürüyoruz


Kim


bilir; kendimizi kendimizden ayıran bir çölüz
Mecnun olup '''''Leylâ'''' olan yanımızı yalnız yapayalnız bırakıyoruz
Kim bilir kendi kendimizi ağlatan kocaman bir yarayız Kerem olup aslımızı arıyoruz; bulamıyoruz



Suların sızısından habersiz yaşıyoruz
Suların sızılarını bile fark edebilecekken, kendi sızılarımıza körleşiyoruz Kendimizi de fark etmez hale geliyoruz Kendimizi kendimizde yitiriyoruz
Kendi ellerimizi kendi ellerimizden çekiyoruz Göz göze gelemiyoruz kendimizle
Yüzleşemiyoruz Kendi kendimizi sokağa atıyoruz



Kendimizi kendimizden sürgün ediyoruz Kendimize kendimizi çok görüyoruz
Oysa insan olduğundan fazlasıdır her zaman
Ama bilmiyoruz
Ama bilmediğimizi de bilmiyoruz


Sızısız yaşıyoruz
Issız yaşıyoruz


Senai Demirci
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
BEN HİÇ HİCRET ETMEMİŞİM...




"Nereye yönelirseniz hicretiniz odur." dedi konuşmacı. Dehşete düşmüştüm. Sanki günlerdir kendime söyleyemediğim cümle buydu. Kaçtığım, kaçındığım, itiraf edemediğim gerçek yüzüme vurulmuştu işte. Bu bir hadisti ve sanki Peygamber(s)'im yüzyıllar öncesinden bana seslenmişti. Çünkü benim yolum ve yolculuğum beni her gün biraz daha tüketiyordu, her gün biraz daha eksiliyordum, her gün biraz daha düğümleniyordum.
İçinde bulunduğum umutsuzluğu, ruhumda kol gezen karamsarlığı, yavaş yavaş bütün benliğimi saran dünyevi kaygı ve arzuları kendime yakıştıramıyordum. Ben hicret ruhundan, hicretin özünden oldukça uzaklaşmıştım ve kendimi hicretin çok uzaklarına atmıştım...

"Hicret, yenileşme hareketidir."dedi konuşmacı.Ben kim bilir kaç zamandır hep aynı kısır döngü içerisinde yazmaya çalışıyordum hikayemi, hep eskimiş kararların gölgesinde filizlenmeye çalışıyordum, gitgide eksilen bir "ben" in kucağında yenilenmeye çalışarak kendimi kandırıyordum...
Ne kadar da uzaklaşmıştım "hicret"ten, muhacir olmaktan...

"Hicret, Allah' a adanmaktır, sevdiğin şeylerden vazgeçmektir." cümlesi nasıl da yaktı canımı. Neyden vazgeçmiştim ki şimdiye kadar Allah için, her adımımda ondan uzaklaşmamış mıydım, çoğu kez gaflete düşmemiş miydim? Zamanımın çoğunu dünya için heba etmemiş miydim?

"Hicret, bir benlik inşasıdır." kelimeleri döküldü konuşmacının ağzından. Aman Allah'ım ! Nasıl inşa edecektim ki bu kadar yerle bir olmuş, bu kadar kirlenmiş bir benliği? Üstelik daha "hicret"e hiç başlayamamışken, "hicret" bu kadar uzağimdayken...

"Hicret, kirliliklerden arınmaktır." dedi. Ne kadar da güzel bir tanımlama! Demek ki insanın hicreti hiç bitmemeli, Allah' a olan yolculuğu hiç duraksamamalı, insan yönünü Allah'tan hiç çevirmemeli, hep hicret halinde olmalı...Yesrib' i Medine 'ye çeviren hicret ruhuna bulamalı kendini...

Allah'ım artık gerçek bir "hicret" yaşamak istiyorum ben. Lütfen bu yolculuğumda beni yalnız bırakma...beni Sen'siz bırakma...

alıntı
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sevgiyi Tuşlarla mı Yazıyorsunuz..

Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, ..."Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
İçinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?

Müşfik KENTER
_________________
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst