Aynaya Bakınca Kimi Görüyorsun?

OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Niçin ağlıyorsun?

Küçük bir erkek çocuk annesine sordu: "Niçin ağlıyorsun?" "Çünkü ben
kadınım." Diye cevapladı annesi. "Anlamadım!" dedi çocuk. Annesi çocuğu
kucaklayıp "Hiç bir zaman anlayamayacaksın!" dedi. Babasına "Baba annem
niçin ağlıyor?" diye sordu. Babanın cevabı: "Bütün kadınlar sebepsiz
ağlayabilen yapıdadır" oldu. Küçük çocuk büyüdü yetişk...in adam oldu halâ
kadınların niçin ağladıklarını keşfedemedi. Nihayet öldükten sonra
cennete gittiğinde Allah'a sordu. "Allahım!" dedi: "Kadınlar niçin bu
kadar kolay ağlayabiliyorlar ?" Allah:"Ben kadınları özel yarattım! Tüm
yaşamın ağırlığını taşıyabilecek kuvvette olmasına rağmen başkalarına
teselli verecek kadar yumuşak omuzlar doğumun acısına olduğu kadar
doğurdukları evlatlarının nankörlüğüne dayanabilecek iç kuvvetini
verdim. Başkalarının kuvvetinin kalmadığında; devam edecek azmi
ailesinin hastalığında; yorgunluğa pabuç bıraktırmayacak kudreti verdim.
Her türlü şart altında hatta kendilerini çok kötü incitseler de
çocuklarını sevmek duygusallığını verdim. Bu duygusallık her yaştaki
çocuklarının yaralarını sarmalarına sorunlarını dinleyip paylaşmalarına
yardım ediyor. Kocalarını tüm kusurlarıyla sevmek kuvvetini verdim.
Onlara iyi bir kocanın eşini asla incitmeyeceğini fakat bazen destek ve
kuvvetini deneyecek davranışlarda bulunacağını anlayacak duyarlı bir
zeka verdim. Tek zayıflık olarak kadınlara bir gözyaşı verdim... Kadını
güzel yapan şey ne saçı ne vücudune de kendini ne şekilde taşıdığıdır.
Kadını esas güzel yapan sevgisini paylaşabilmesifedakarlığı sorumluluğu
anlayışı sadece bilgiye değil aynı zamanda kalbe de yönelik aklıdır

 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Aşkı İbrahimce Olanın, Yüreği Dağca Olur..









Göğsünde yürek yerine taş taşıyanlar nasıl anlasınlar kurbanı?

Koca bir ömrü yemekhâne, yatakhâne, abdesthâne, işhâne arasında,
hayatın bundan öte, daha yüce bir mânâsı olduğunu fark etmeden
geçirenler nasıl anlasınlar kurban eden Hz. İbrahim'i, kurban olan Hz.
İsmail'i?

Sevemeyenler, sevecek yerlerini öz elleriyle kundaklayanlar,
''Halîlullah''ı (Allah sevgilisi) olan Hz. İbrahim'in rüyasını, hülyasını,
sevdasını nasıl hayra yorsunlar?

''Sahibi benim'' dediklerinin eline zincirlerini verip altında binek
olanlar, ''sahibi benim'' dediklerinin gerçekten sahibi olan ve sırtına
binip onu aşkın yolculuğunda bir binek olarak kullananları nasıl
anlasınlar?

Bakınız etrafınıza; kurban olmayan birini görebilir misiniz? Kimi
kara sevdasının, kimi ak sevdasının kurbanıdır. Dünyaya, paraya,
makama, mala, şöhrete, alkışa, servete kurban olmak ve kurban etmek
için kuyruğa girenlerin haline bakın.

Bakmayın siz, ''Ben hiçbir şeye kurban olmam!'' diye iddialı
konuşanlara; aslında onlar benliklerine ve bencilliklerine kurban olmuş
birer zavallıdan başka bir şey değildirler.

Onların gerçekte hiçbir şeyleri yoktur ki ''adayabilsinler''. Nefisleri,
hevâ-ü hevesleri, mahabbet adını koydukları tutkuları, aşk adını
verdikleri libidoları, servetleri, makamları, şöhretleri, malları
onların sahibidirler, efendisidirler.

Köle efendisini nasıl azat eder?

Ya adar ve adanırsınız ya da harcar ve harcanırsınız.
Üçüncü bir şıkkı yok mu?

Yok, bence yok. Baksanıza etrafınıza: En yüce sermayesi olan
hayatlarını kendilerinden aşağı değerdeki şeyler uğruna hovardaca
harcayanların haddi hesabı yok.

İşte İbrahim (A.S.) ve İsmail (A.S.), insanın âdî şeyler uğruna
harcanmaması için en yüce değer uğruna adamanın ve adanmanın yolunu
gösterdi. Kurbanın sembolize ettiği derin hakîkat budur.
Adayacağı ve adanacağı gerçek kapıyı bilenleri kimse daha aşağı bir değer uğruna harcayamaz, kullanamaz, kurban edemez.
Hangi ateş imanı yakabilir ki?

Hz. İbrahim önce canla sınandı, sonra cânanla.
Can sınavını ateşte verdi. Yanmadı, çünkü iman yanmazdı. Aşkını imana,
imanını hayata dönüştürmüş birini yakacak ateş bulunabilir miydi; tıpkı
bir gönül erinin dediği gibi:
Eğer âşık isen yare
Sakın aldanma ağyare
Düş İbrahim gibi nare
Bu gülşende yanar olmaz
Aşkı İbrahimce olanın, yüreği dağca olur. İbrahîmî bir aşka talip
olursanız, aşkınızın ateşi Nemrutların yaktığı ateşi söndürecektir, hiç
şüpheniz olmasın...

-alıntı-
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Anladım ki susmak ..






Anladım ki susmak bir cüsse işi...

Derin denizlerin işi...
Serin sular en hafif rüzgârları bile coşturabiliyor..
Derin denizleri ise ancak derin sevdalar…

Derin denizlerin sükutu büyüler beni.
İçimi bir heybet hissi kaplar.
Benliğimi hasret duyguları istila eder.
Kalbim ürperlerle dolar.
Dalgalı denizler, durgun mavi denizler kadar heybetli gelmez bana.
Göklerin suskunlugu da öyle. Gök gürlemeleri, mavi derinliklerin heybetini siler diye düşünmüşümdür hep.
Sükut her zaman daha manalı, daha derindir.

Kalbe sözden cok sükuttan manalar akar.
İnsan evrendeki sükutu anlayabilseydi, kim bilir belki de söz olmayacaktı.
Insanlar sükutun dilinden anlayacak, derin ve manalı bakışlarla konusacaklardı.
Ve ses, sükutun heybetini bozamayacaktı.
Konuştuğum zamanlar hep acze düşmüşümdür de ondan kelama sarılmışımdır.
Evrendeki her varlıkta sükutu bir süs, bir hikmet olarak algılamışımdır.
Sözü ise ancak bir zaruret..

Hep derin denizler kadar heybetli bir sükut dinledim ondan.
Sanki durgun ve derin bir ummanın kıyısına varmıştım.
Derinliklerinde gönül ve hikmet incilerinin gülümsediği bir deniz bulmuştum.
Hayatın hiç bir kasırgası, hadiselerin hiç bir fırtınası onu dalgalandıramıyordu.
O denize imrendiğim an, gözlerim şu mısralara takılmıştı:

Gittim, gittim, denizin,
Sınır yerine vardım
Halin bana da geçsin!
Diye ona yalvardım
Bir çılgin vesvesede,
Içim didiklense de,
Olaydım o cüssede,
O’nun gibi susardım..

Gercekten de öyle olmustu. Sonsuza götüren bir denizin kıyısına varmıştım.
O zaman anladım ki, susmak bir cüsse işi. Derin denizlerin işi.
Sığ suları en hafif rüzgarlar bile coşturabiliyor.
Derin denizleri ise ancak derin sevdalar..
Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her sey susuyor.
Anladım ki susan her şey derin ve heybetli.

Şems...
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Hayat kıskanç bir kadın gibi...

hicbirsey2001ayrilik.jpg


Her şeyi yarım yaşıyormuşuz gibi geliyor bazen Mutlulukların tadı hep damağımızda kalıyor Başımıza gelen tüm felaketleri, iki gecelik gözyaşıyla dindiriyoruz Çabuk unutuyoruz olup biteni ve bazen, hüznü yaşamayı bile beceremiyoruz Oysa hayat, ardımızı toplayan, bıraktığımız yarımlarımızı eteğinin altına saklayan kıskanç bir kadın gibi bekliyor bizi Biriken pişmanlıklarımıza son bir damla daha ekleniyor bağıra çağıra O yüzden, en küçük hatalarımızla bile baş edemiyoruz zaman zaman Hayat yüreğimize öyle bir sevda üflüyor ki boğazından, ciğerimiz, kalbimiz ve bize ait olan her şey ona koşuyor, kusursuz bir teslimiyetin en temel direği oluyor ruhumuz Sonra sönüyor ışıklar yavaş yavaş, sevdanın üzerine konduramadığımız tozlar, gittikçe daha da belirginleşen kara lekelere dönüşüyorlar Geçiyor o ilk hevesler, o ilk öpüşler ve daha kaç ilkimize bulaşmışsa o kıskanç kadının nice eseri Aklımızı esirgediğimiz gerçek yaşamın üzerinde, gömleğin kolundaki ikinci ütü izi gibi eğreti duruyoruz Süzgecin altında bıraktığımız yarımlarımız, posasındaysa yaşadıklarımız kalıyor sadece Hayat, hasediyle bir bir döküyor eteğinde bize ait ne varsa İşte tam o anda, aklımızı çeliyor tüm gidişler Bir sahil kasabası, bir orman, belki beş yüzyıllık bir çınarın yamacı, bir küçük tekne Kendimizi boğan zincirlerden bir hırsla kurtulup ona varmak istediğimiz en uzak yer! Sanki giderken, ardımızdaki yol ışıklarını da söndüreceğiz birer birer Sanki içimizdeki fırtınalar bizimle gelmiyorlar ve o yüzden giderken acıda olsa gülümse diyor içimizdeki şeytan Ama en büyük aşklar, insanı en sevdiği şehirden kaçırtanlar değil ki, bunu göremiyoruz Dünyanın en koca yükü bizim omuzlarımızda gibi geliyor, yalnızlık mengenesi bir bizi sıkıştırıyor tüm hırsıyla Giderken, varacağımız o ıssız, o kimsesiz, o yabancı yerlerde, sadece kendimizin duyacağı çığlıklarımızı hayal ediyoruz Bugünlerde herkes, gitmekten bahsediyor İşlerini öylece bırakanlar, sevgilerine özlem katmaya çabalayanlar, anlatmayanlar, anlaşılmayanlar herkes Sevdiğim bir dostum, boğazıma kadar dayandı her şey, diyor Kendimi Karadeniz'in yaylasına bir atsam, hatta telefonumu da burada bıraksam, sonra o hırçın denizime saatlerce bakarken, birazcık kopya çekip ona benzesem, hem aşkın özü sevdalık değil midir? Ben yine özüme dönsem Sonra bir of çekiyor ki derinden, benim içim titriyor, ürperiyorum Başka bir dostum, beni de yanına alıp uzaklaşmak istiyor; sokaklarında tanıdık hiçbir yüzü görmesek, hatta orada sokak bile olmasa İçtiğimiz sigarayı bile bulamadığımız minik bir kasabada, bisikletin üzerinde ellerimizi kocaman açıp rüzgâra kendimizi bıraksak! Yüreğimdeki 'gidecek' listelerim her gün daha da çoğalıyor Kendimi o listede görür müyüm diyerek, açıp açıp yüreğime bakıyorum sürekli Ne zaman karşıma çıkıp eteğini sallasa o kıskanç kadın, kendi kendime bir kez daha soruyorum: gitmeli miyim? Bu bana ait izlerlerle dolu güzel şehrimden, her sabah gülümseyerek selam verdiğim komşularımdan, faturaların arasından bulduğum sürpriz mektuplarımın emanetçisi posta kutumdan, ailemden, her şeyden vazgeçip gitmeli miyim? Oysa nasılda soğuktur otobüs terminali Elinizde kahvenizle bir bankın üzerinde bekleşirsiniz Bir yığın insan geçer önünüzden Nereye gittiklerini hep merak edersiniz Kimileri kendilerinden de büyük bavulları çekerler ardı sıra Kimilerinin minik bir çantası vardır ama yanına kattığı o korkunç ıstırap hemen belli eder yerini Kimileri, son bir umutla döner arkasına ve bekler gelmeyeceğini bildiği sevdiklerini Ve otobüsün o ilk adımında kendinizi inandırmak için yinelersiniz 'gidiyorum' 'ben gidiyorum'! Kim bilir kaç kişinin kaderi değişmiştir o ilk adımda Kim bilir kaç kişi, yol boyunca uzanan o beyaz şeritlere sizinle aynı anda dökmüştür geçmişini Bence gidişler, dönüşünüzü 'ben geldim' dediğinizde sevinçle boynunuza sarılan sevdiklerinizle şenlendirmedikçe, bir anlam taşımazlar Hani bana düşmez belki ama, bence artık gitmeyiniz Belki biraz daha samimiyete ihtiyacımız vardır, belki biraz daha yalandan uzaklaşıp korkmadan yaşamaya, belki herkesin içindeki o şah olma duygusunun yerine birazda piyonluğun karışmasına Bugün tekrar yüreğime bakacağım, elvedaların yerini merhabalar almışsa eğer, gitmemek için bir nedenim daha olacak ve ben o nedenden sımsıkı tutunup burada kalacağım Savaşmadan, hesap sormadan, isyan etmeden Sadece ve sadece yaşamak için!


alıntı
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Hayatta Neden Ben Diye Sormayın




Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan naklinden
kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi..
Hayranlarından biri sordu..
'Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?' Arthur Ashe cevap verdi.. 'Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar 5 milyonu tenis oynamayı öğrenir 500 bini profesyonel tenisçi olur 50 bini yarışmalara girer 5 bini büyük turnuvalara erişir 50'si Wimbledon'a kadar gelir 4'ü yarı finale 2'si finale kalır. Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım. Şimdi sancı çekerken Tanrı'ya nasıl 'Niye ben?' derim?.

Mutluluk insanı tatlı yapar. Başarı ışıltılı.. Zorluklar güçlü..
Hüzün insanı insan yapar yenilgi mütevazı.. Tanrı'ya asla 'Neden ben' diye sormayın.
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Her İnsan MuTLu OLAMAZ!!!


Çünkü; GEREKTİĞİNDEN fazla özler DÜNÜ


HAKETTİĞİNDEN fazla düşünür YARINI...


Ve hiç haketmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü..


Her İnsan MuTLu OLAMAZ!!!

Çünkü GEREĞİNDEN fazla özler hayatından çıkanları


HAKETTİĞİNDEN daha büyük umutla bekler hayatına

girecekleri ve göremez YANIBAŞINDAKİLERİ...

.....Her insan MUTLU olamaz...


Çünkü sevilmekden korkar ve sevmeye cesareti OLMAZ...

Her insan MUTLU olamaz...


ÇÜNKÜ; gereğinden fazla kaptırır kendini HAYAT denen bu oyuna...

ve GEREĞİNDEN fazla iyi oynar rolünü..

 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Öyle Bir Yemek Yap ki Ruhun da Yesin


Yıllar önce bir teyzem ufak bir çocuğu beslerken “yediklerin nûr olsun, kalbine iman olsun” demişti de hiç anlamamıştım. Sonuçta biz doymak için tıkınıyorduk. Yemekle nûrun, imanın ne alakası olabilirdi ki.


O zamanlar anlamakta güçlük çekmiştim ama sonunda ben de yemeğin bir ruhu olduğunu fark ettim. Aslına bakarsanız ruhum olduğunu fark ettim. Çünkü malzemelerin alımından tutun da yapılış esnasına ve yeme aşamasına kadar her şey ama her şey insan ruhuna tesir ediyor. Biz genelde maddede kalmış yaratıklar olarak sadece bedenimizi düşünüyor ruhumuzu önemsemiyoruz. Hatta varlığı bile aklımıza gelmiyor. Sağlıklı beslenmeye çalışıyoruz, vücudumuzun sağlıklı olabilmesi için; fakat gönlümüzün, ruhumuzun sağlığına dikkat etmiyoruz.


Şimdi gelelim, bir yemeğin bizi nasıl etkileyebileceğine…


Öncelikle mutfağa malzeme gelmesi için para olması lazım. Ve gelen bu paranın helal olması ilk ve en önemli unsur... ki bu devirde pek önemli değil paranın nasıl kazanıldığı. Hatta yaptığının haram olduğunun bile farkında değil çoğusu. O kadar normalleşmiş ki. “Ben insanları kandırarak para kazanmak istemiyorum” diyen birine “Sen de yalan söyleme blöf yap” denilebiliyor mesela. Sonra yalanların rengi de var. Beyaz veya pembe olunca sorun olmuyor. Tabii bu renkler yalanları söyleyenlerin gözünden; bir de karşı taraf açısından ne renk gözüküyor ona da bakmak lazım. Hasılı kelam ticarette dürüstünü bulmak bu devirde zor. Üstelik yaptıklarını normal bulurlarken…


Helal gıda ruha huzur verir. Haram gıdalar ise gaflet ve kasvet sebebidir. Psikologların ve psikiyatristlerin iyi para kazanmaya başlamasının bir sebebi de bu mudur diye düşünmeden edemiyor insan. Abdülkadir geylani hz şöyle diyor haram yeme konusunda “Haram yemek kalbi öldürür. Lokma vardır kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukba ile meşgul eder.” Ve yine büyüklerden İbrahim Desuki (ks) diyor ki: “Ey kardeşlerim! Haram yediğiniz sürece, hikmet ve mafiret hakkında bir şey elde edeceğinizi zannetmeyin.” Bunları çoğaltmak mümkün; ama aklı olana bu kadarı yeter. Zaten akılsızlara ne desen boş.


Sonra “Salih insanların gıdalar hususundaki hassasiyetleri, onları çarşı pazardan aldıkları gıda maddelerini, evlerine kapalı bir surette taşımaya sevk etmiştir. Zira alınan her gıda üzerinde “takılı gözler” kalmamalı ve gıdalardan umulan enerji ve kuvvet, ihtiyaç sahiplerinin iç çekişlerinin, gariplerin ve mahrumların mahsun nazarlarının menfii tesirleri bulunmamalıdır.” Şeklindeki bir ifadeden sonra aldıklarınızın da mümkün olduğunca saklı tutulmasını tavsiye ederim. Gerçi alışverişlerimizin büyük çoğunluğunu ya da bir kısmını süpermarketlerden yaptığımız için bu ne kadar mümkün olabilir o konuda da bir fikrim yok ama, denemeye değer.


Bu aşamalardan sonra sıra gelir yemeğin hazırlanışına. “Bu akşam ne pişirsem?” sorusu kadar gıcık bir soru yoktur mesela. Bu konudaki tavsiyem ise aklınıza gelen yemeğe göre malzeme arayacağınıza, evdeki malzemeye göre yemek bulmak; gerekirse uydurmak daha mantıklı gibi. Hem bütçeniz titremez (sarsılma durumu olmayanlar için) hem de siz. Ve malzemeleri soyarken, doğrarken, yıkarken her neyse israftan kaçınılmalı ki evin bereketi gitmesin. Hatta atılacak sandığınız çoğu şey ise başka yerlerde kullanım için işinize yarayabilir. Neyse biz gelelim ruhumuza.


Yemeğin başlangıcından yapılışına kadar hangi haleti ruhiye içinde olduğunuz çok önemli. Zira Hızır a.s. ile Abdülhalık Gücdevani k.s. arasında geçen kıssayı hepimiz duymuşuzdur. Hızır a.s Bu Hak dostunun ikram ettiği yiyeceklerden yemez. Gücdevani Hz. “Bunlar helal lokmadır neden yemiyorsunuz?” diye sorduğunda Hızır a.s “Evet helal lokmadır. Ama pişiren öfke ve gafletle pişirmiştir.” Cevabını verir. Gerçi günümüzde çoğu insan “fast food” ile beslendiği için, gittiğiniz yerde abicim bu döneri veya hamburgeri (ne yeniyorsa)hazırlarken gaflet içinde miydin kibir mi doluydun vs. nasıl bir ruh haliyle hazırladın diyemeyiz belki. Ya da gittiğiniz bir misafirlikte bunu soramazsınız. Ama birlikte olduğunuz insanları seçerek Yani sadıklarla beraber olarak ve annenizin sevgiyle hazırladığı yemeklerden yiyerek yönlendirebilirsiniz.



Ben bunu çok sevdim mesela. Yemek yaparken Allahı zikredin ne olur. Hem ev halkı istifade etsin bu durumdan hem siz. O kadar sulara okuyup üfleyip içiyoruz. (O da çok ayrı bir durum. Suyun molekülleri ona göre şekil alıyormuş.) Bir de yemekleri değerlendirelim. Hatta eşinizle aranız mı bozuldu. Ya Vedud deyin. Düzelsin her şey, Allah’ın izniyle. O izin vermezse elden bir şey gelmez tabii. Lailahe illallah deyin çocuklarınızın bedeninin beslediğiniz gibi ruhuna şifa olsun inşallah


Eveeet. Yemekler hazır. Şimdi sofraya oturma vakti. Burada da aile bireylerinin mümkün olduğunca aynı sofrada yemesi önemli… Bu, aile arasındaki muhabbeti arttırır. Hem bir arada bulunmak açısından hem de insan enerjisinin aynı tabaktan yenilen şeylerde alışveriş yapması açısından önemlidir.


Sonra yemeğe başlarken bismillah; bitirdikten sonra elhamdülillah demek, diyebilmek sofranıza bereket getirir. Şeytanı uzaklaştırır.


Kısaca insan sadece maddeden ibaret değildir. Şeytan da insanın sırf maddesini görmüş ve kibre kapılmıştır. İçindeki o sonsuz cevheri fark edememiştir. Hadi şeytan fark edemedi de, bizi sonsuzluğa götürecek o cevheri taşıyanlar da aynı yanılgıya düşmesinler bari.


-alıntı-
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM!!! NİYE BEN





Brenda yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karsılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı. Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu...

Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda'nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu. Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu.

Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah'a dua edebilirdi yalnızca... Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. "Allah'ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et."

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri "Aranızda lens kaybeden var mı?" diye bağırdı.

Brenda'nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti. Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlattı. Bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazdı:

"Allah'ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım..."

"BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM" demeyin...
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
İnsanlığı Unuttuk







Sözcükler şifreli görüntüsüdür yaşadıklarımızın Tadına doyamadığımız romanların gizli öznesidir hatıralar Bir varmış bir yokmuş gibi gelip geçen tutkulu hayallerle beraber Bir şeyler unuttuk zamanın kalbinde!

Kıblemizi aşk ve aşk için tayin ediyorduk Yaratılmak korkutulmaktı korkuyorduk aynı zamanda sevdiğimiz kadar Kitaplar şiirler filmler yaz rüyâları kış üşümeleri düş çözülmeleri birbiri ardınca geliyordu

Aşk için savaşan adamlar oluyorduk her birimiz her birimiz savaşarak yaşıyorduk aşkı Usulca sokulan yoksulluğumuzu kabul görmeyen adamlığımızı reddedilen sabrımızı hayatın mihengine vuruyorduk kahroluyorduk! Düşler ormanında yarasından sızan kanı ırmaklara akıtarak ölümü bekleyen ceylanlar gibiydik Bal gözünden kanlar akıtan ceylanlar gibi çarpıyordu kalbimiz Zamanın kalbine akıtıyorduk kahrolası yalnızlığımızı terkedilmişliğimizi

Bir şeyler unuttuk zamanın kalbinde!

Korkarak gizlediğimiz duâlarımızı okşamadan geçtiğimiz yetim başlarını alnımızı toprağa mıhlamaksızın uğradığımız mabetleri ve hepsini yaralarımıza merhem olmaya çağıran zamanın kalbinde unuttuk unutulmaması gerekenleri!

Vefasızlık işte sevmeyi bilmiyorduk yanmayı bilmiyorduk özlemek nasılda uzaktı kırık kalplerimize! Eski tarih olurdu biz geçtiğimiz zaman şehirler Sevgiler devrildi bu müzmin çağın yalancı aynalarında Gençliğimizi kaybettiğimiz günlerin hırçın çocukluğunu ezberledik elif-ba cüzlerinden Hayat akardı zaman akardı ve aşk akardı sırlı düşlerin yazılmamış sayfalarına doğru!

Bir şeyler unuttuk zamanın kalbinde!

Kimi akşamlar sıcak demli bir çay otururdu masamıza kimi zaman da hatırasını özlemle yad ettiğimiz bir delişmen sevda eskisi Paslanan düşlerimiz kanatlanırdı o zaman coşardık Eylemlerin tadı ezgilerin yakışı bâkî kıldığımız kardeşlik yeminleri unuturduk her şeyi!

Dillerimiz lâl olurdu bedenlerimiz gül olurdu kururduk

Her şey aşktı!
Her şey aşk kokuyordu!
Her şey aşk masalı gibi gizemliydi!

Tükettik ömrümüzde tüketilecek ne varsa Yığdık önümüze buz dağlarını Ne gençlik kaldı türkü olup söylediğimiz ne de dili tutulan sözcüklerin ateş dansı

Dahası; yalın bir ağıt kaldı dudaklarımızda zehir tadında!


Bir şeyler unuttuk zamanın kalbinde!

Aşkı unuttuk en kötüsü!
Sevmeyi unuttuk en korkuncu!
Merhameti unuttuk en acıklısı!
İnsanlığı unuttuk en utançlısı!

alıntı
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Kendinin tamir ustası olmak istiyorum





Kendinin tamir ustası olmak istiyorum
Sözümün tamamı kendime, önce beni görmeli gözlerim ve beni okumalı zihnim. Zihnimin raflarında duran ve habire yenilerini ilâve ettiğim bilgilerin kaçı gerçekten bilgi ve o raflarda durdukça bana neler oluyor? "Ah ya, gerçekten de öyle, aslında ben de çok isterim" dediğimiz her şeyi aslında hiç istemediğimiz, sadece istememiz gerektiğini düşündüğümüz için söylediğimizin farkına varmamız bile, o bilgi dediğim pek çoğu asılsız ve gereksiz malumatlar yığını tarafından engelleniyor.
Hangi adımı atacağımın, hangi sözü söyleyeceğimin bilgisi teğet geçmezse şuurumdan, karşıma çıkacak manzaranın ne olacağını ancak Allah bilir. Çünkü hesapsızlık var ortada. Biginin organize etmediği her şey, çarpık bir işleyiş olma adayıdır.
Ben, önce kendime söylemeliyim sözümü ve kendime çevirmeliyim gözümü. Dualarım kendi defolarımı tamire, kendi açıklarımı kapatmaya yönelik olmalı. Eğer ben kendime çatık kaşla bakarsam, gökyüzüm bulutlanır ve güneşim gölgelenir. Kendime olmalı önce hoşgörüm ve kendi elimden tutmalı önce elim, kendimi de sevmeliyim, herkese vermem gerektiğini düşündüğüm kadar sevgi payını kendime de ayırmalıyım. Kendimle hoşnut olunca başlar başkalarına tebessümüm ve olumlu bakışım.
Ben ne kadar güzelim derken, Rab'bimin bana verdiği ve kimsede bulunmayan ve aynı zamanda kıyamete kadarda bulunmayacak bir sanat eserini seyrederken; Allah'ın sanatını görmeli ve nihayetsiz kereler şükretmeliyim. Güzelliğimin değil, gönül ve zihin dünyamdakilerin bana nitelik kattığını, güzelliğin anlık bir etkilenmeden ibaret olduğunu, geçici olduğunu ve iç yapının donanımlarının çok çok daha önemli olduğunu bilmeliyim.
Üstünlük sadece Allah'a yakınlaşma çabasında ve uygulama başarısındadır diyen bir dinin mensubuyum. Güzelliği ne olursa olsun, ekonomik ve akademik seviyesi ne olursa olsun, insan değerlidir, önemlidir. Dini inancı, partisi, cemaati ne olursa olsun, insanın saygılı ve iyi davranılmaya hakkı olduğu, mazlumun, eziyete uğrayanın dini, inancı ve yaşayışı ne olursa olsun, onun yanında olmam gerektiğini isteyen bir dinin mensubuyum. Evrensel insan haklarının öncüsü bir ilkeler bütününe inanıyorum.
Şimdi; kendim ne kadar doğruyum, kendim ne kadar samimiyim, kendim ne kadar söylediklerimi hayata geçiriyorum, karşımdakini ne kadar din ya da insan kardeşim olarak görüyorum? Bu bilinç bende ne kadar var ve çocuklarıma ne kadarını örnekleyebldim? Akrabalar arasında bu kadar uzaklaşmanın sebeplerinden kaçı incir çekirdeğini dolduruyor?
Mü'min kardeşim dediklerimin arkasından konuşarak, birilerinin kuyusunu kazarak, üç kuruşluk çıkar için dost akraba kardeş demeden kendi çıkarıma ve elde edeceğim mevkiye taparak hareket ettikçe, acaba ben Allah'mı yoksa başka şeylere mi tapıyorum? İnancım beni ne zaman kuşatacak ve ben ölmeden önce ne zaman mü'mince bir duruşa ters olan her şeyi elimin tersi ile iteceğim?
Ya Rab'bim, ömür geçiyor, "O öyle dedi, bu böyle yaptı" derken yıllar geçmiş. Bir de bakmışım ki birilerine bakarken kendime bakmayı unutmuşum, birilerini incelerken ve detaylıca konuşurken, kendim daha yolun başında beklemedeyim. Bana verdiğin ömür ne zaman bitecek bilmiyorum, insan gibi insan olmak istiyorum. Senin değerli kulların." O bir şey söylerse doğrudur, o güvenilirdir" desinler. Ben dünyada iken senin güzel dininin en güzel temsilcilerinden birisi olmak istiyorum ve hakikati bulmak istiyorum. Şikâyetim kendimden, ihtiyacım kendime ve bakışlarım benden yana. Beni ve isteyen herkesi, görünenin ötesini görenlerden eyle.
Sözüm önce kendime, bakışlarım önce yüreğime ve yaşayışıma. Zihnimdelileri taramadan geçirip ayıklama yapmama yardım et Allah'ım. Kedimi tamir etmek, düzeltmek ve onarmak ve bu konuda usta olmak istiyorum ve bu talebimi sana arz ediyorum. Senin has kulun olmama yardım et isteyenlerle birlikte. Sen verenlerin, sen pişman olunca affedenlerin en hayırlısısn, Seni hakkınca sevmek ve hakkınca itaat etmekle bizleri şereflendir ey Rahmeti Rahman.
Saliha Erdim
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sevgileri Ören Eller.






Sevgileri ören ellerin,
Sevgileri üreten dillerin,
Sevgileri yoğuran gönüllerin buluştuğu mekândır aile
.
Anne ve baba ise, dört duvar ve bir çatıdan ibaret olan evi yuva yapan baş aktörlerdir. Yuvanın rengini ve ahengini, bu iki aktörün uyumu belirler. Hayatın hamurunu bundan sonra birlikte yoğurmak ve şekil vermek için seçilmiş bu iki insan, iki sevgili, şimdiye kadar oluşmuş kimlik ve kişilik yapılarıyla birbirlerinin karşısına çıkarlar, alıştıkları yaşama biçimlerine göre davranarak bir tarz oluştururlar.
Hemen hemen bütün evlilikler, iyi niyetlerle ve güzel sonuçlar hayal edilerek kurulur. Fakat malumdur ki iyilik ve güzellikleri başlatmak kadar devam ettirebilmek de önemlidir. İyi başladığı düşünülen beraberlikler gerçekten isabetli bir seçim sonucu mu oluşturuldu ya da bize mi öyle geliyor? Bu çok önemli. Peki iyi başladıysa devamı niye iyi gelmiyor? Bütün bunların çocukluğumuza inen kökleri ve bugüne uzanan dalları var. Zihnimize kaydedilen bilgiler, beslendiğimiz bilgi kaynakları, içinde bulunduğumuz çevre ve ortam ve bizde oluşan değer ve inançlar bir araya gelerek, yapımızı ve ona uygun olarak duruşumuzu oluştururlar. Kazandığımız alışkanlıklarımız bizi temsil etmeye başlar ve bizi yürütür. Evlilikte bu şekilde oluşmuş iki ayrı yapı ve iki ayrı özellik bir araya gelerek aynı kulvarda ve uygun adım yürümeye çalışır. Alışkanlıklarımız devreye girdikçe, alternatifler ve tercihler oluştukça farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Her olay turnusol kağıdı gibi işlev görür. Gerçek yapımız ve zihnimizin geri planında taşıdığımız tavır ve ifade biçimleri ortaya çıkmaya başlar. Ortamda çok seslilik vardır. Buraya bir orkestra şefi lazım fakat ne yazık ki bizim toplum olarak farklılıklara tahammülümüz yok. Her şey bizim uygun gördüğümüz gibi olmalı; duyuş, düşünüş ve yaşayış olarak. Bizim inandıklarımız dışında da doğrular vardır ama biz inanıyorsak en iyisi bizimkidir. Hep muhatabımız ayağını denk almalı, o geri adım atmalı, “Bak o zaman nasıl huzur geliyor eve” diye düşünürüz.



Evet, bize böyle dedirten anlayışı o kadar çok benimsemişizdir ki, tartışılmasını bile gereksiz görürüz ve alternatif yaklaşım biçimleri çoğunlukla gündemimizde yoktur ya da geçiştiririz. Bütün bunlar sonuçtur, yani semptomdur, belirtidir. Her semptom sistemi etkileyecek bir değişimin habercisidir. Organizmada bir patoloji (hastalık) oluştuğunda, teşhis için hastanelerde yapılan boğaz kültürü, kan-idrar tahlili, radyolojik tetkikler v.b. araştırmalarla, mikrobun cinsi ve kaynağı tespit edilmeye çalışılır. Tespit edilen mikroba hassas antibiyotiklerle mikrobun kaynağı kurutulmaya çalışılır. Aynen bunun gibi, aile bünyesinde oluşmuş bir rahatsızlık varsa “Bana ne o senin sorunun” diyerek kendimizi sanki bu işleyişin içinde yokmuşuz gibi gösterip teşhisi yanlış koyarsak ve umursamazsak, hep başkalarının tedavi olmalarını beklersek, psikolojik anarşi çıkar. Ayrıca bilmeliyiz ki, sorunlardan kaçmak onları beslemek ve büyütmek anlamına gelir.


Büyümüş ve kök salmış sorunlar daha güç ve geç iyileşir. Her yanlış davranış aile sisteminin dengesini bozar. Yanlışın kaynağı, bir de yanlışa yanlışla karşılık veren bir muhatapla beraberse, tahribat derinleşir. Bir insanı güçlendirecek destek, en yakınından gelen destektir. Dengeleri sarsan tahribatlar da en yakınlarımızdan gelenlerdir. Aslında ateş önce kabını yakar. Patlamadan en çok zarar görenler en yakınında bulunanlardır. Yani yanlışın zararı en çok şahsın kendisine, sonra da en yakınındakinedir. Dengesi bozulanlar destek göremezlerse düşerler. Ve yine dengesi bozulanlar başkalarının dengesini bozmaya en güçlü adaydır. Çünkü yanlış ve usulsüz davranışlar daha çabuk ve daha çok tahrip ederler. Özellikle duyguları hedef alan ve kişiliğe yönelik saldırılar insanı çökertir. Oysa aile, cennet mekânlarından bir köşe, bir saadethane olabilecekken, insanı insanlıktan çıkaran ve başta kendisi ile ilgili inançların sarsıldığı (ki bu bana göre bir insanlık suçudur) bir çilehaneye dönüşüverir.



Beslenmeyen duygular ve değerler zayıflar. Bütün sistemler artı ve eksilerin artıp azalmasıyla yürür. Zayıflayan unsurlar bir başka unsurun güçlenmesine zemin hazırlar. Sevgi ve güven zayıfladıkça, yaşama coşkusu kan kaybeder ve zayıflar. Buna karşılık, sevgisizlik, huzursuzluk ve insana hayatı çekilemez ağırlıkta hissettiren diğer negatif unsurlar artar. Zemin giderek kayganlaşır ve ayakta kalmak giderek zorlaşır. Muhatap kaydıkça ve düştükçe daha çok zarar görür ve muhatabı “Ben ne yaptığım ya da yapmadığım için böyle oldu? Bu durumu iyileştirmek için ben ne yapabilirim?” diye sormak yerine, rahatsızlık belirtilerini de sataşmak ve yıpratmak içim malzeme olarak kullanır, suç sayar ve eleştirilerinin dozunu artırır. İşte bu noktada; bu birlikteliği bir aile ortamından ziyade bir savaş ortamına daha yakın görürüz. Yanlış davranışlar yüzünden sıkıntı çeken, elinden tutulması gerekirken düzeltmek adına eksiklikleri yüzüne vurulan kişi, sonuç olarak kendisini yetersiz ve değersiz hisseder. Bir de bakarsınız ki, depresyon çoktan kapıyı çalmaya başlamış.



Oysa aile; anne ve babanın sevgi, saygı ve ilgisiyle oluşmuş mutluluk güneşinden, gece yıldız toplayan evlat aydınlığına uzanan bir süreç olabilir. Gönülleri sevgi ve din bağı ile birbirlerine bağlı olanlar ciddi sarsıntılar yaşamaz ya da sıkıntılar kolay atlatırlar. Siz muhatabınızın gönlünü merkeze alırsanız o da sizi merkeze alır. Farklı duygu, düşünce ve tercihler yani kişilikteki her farklılık, bahçemizde rengârenk çiçeklerin yetişmesi gibidir. Onlar özgün oldukları ölçüde özgürdür. Her fert özgün bir yapı taşır. Onu dengeli bir kişilik çerçevesinde geliştirmek insani bir görevdir. Eşler öncelikle birbirlerinin yeterli ve tutarlı olarak kabını doldurabilecek bir noktaya gelebilmesi için ellerinden geleni yapmalı ve emanet evlatlar için ideal bir ortam hazırlamanın bilinçli bir bahçıvan gibi hevesini ve sevdasını gütmeli. Her fert öncelikle muhatabını olduğu gibi kabul etme gerekliliğini yerine getirmelidir. Sevgi dolu ortamda büyümüş her birey, topluma armağan edilmiş birer kutup yıldızı gibidir.



İnsanlarla geçinebilme ve hayatı doğru yaşayabilme sanatı, bir sanatçı estetiğiyle hayatı anlamlandırdığı zaman pek çok unsur yerine oturur. Ancak bu sayede yaşamanın hazzı ile örnek olabilmenin yüceliği bir ahenk oluşturabilir. Doğru bilgi hayatın tadıdır. Şekeri bardağa koymak yetmez, çayın tatlı olabilmesi için karıştırmak gerekir. Yoksa şeker bardağın dibine çöker, çay sıcak olduğu halde erimez, sertleşir ve çay tatlanmaz. Aynen bunun gibi doğru bilgileri hayata geçirerek aktif olmasını sağlamak, hayatı tatlandırmak anlamına gelir. Çayınız da hayatınız da tatlı olsun efendim…


Saliha ERDİM
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Arıların Bir Bildiği Var....





1. Arılar 1 gram bal için çiçeklere en az 7000 uçuş yapıyorlar.
Sen ömür boyu mutluluk için yüzlerce kez pişman olmayı, binlerce kez naz çekmeyi, onlarca kez kavga etmeyi, anlaşmazlığa düşmeyi, hayal kırıklığına uğramayı, çiçekler getirmeyi, çikolatalar almayı, yüzlerce kez özür dilemeyi, binlerce kez sözünü geri almayı, binlerce kez “affet beni” demeyi, on binlerce kez “seni seviyorum” demeyi göze almalı değil misin?

2. Bir kg bal için ise 40 bin tane arı, 6 milyon çiçeği dolaşıyor.
Sen bir tutam sevda için, hiç bitmeyecek bir aşk için, en az beş duyunla, onlarca duygunla, binlerce güzel sözle, yüzlerce bakışla, susuşla, dinleyişle, dokunuşla, sevdiğinin beş duyusunu dolaşmalı, yüzlerce beklentisini karşılamalı, onlarca duygusuna karşılık vermeli,
hayal kırıklıklarına, tedirginliklerine, nazlarına, kaprislerine, hüzünlerine, pişmanlıklarına, taşkınlıklarına, vurdumduymazlıklarına, kararsızlıklarına, korkularına, kaygılarına doğru yolculuk etmeli, onun kalbinin bütün köşelerini, aklının bütün kıvrımlarını, ruhunun bütün vadilerini dolaşmalı değil misin?

3. Bal arıları bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını emiyor ve 100.000 km kanat çırpıyor.
Evinde mutluluğu ağırlayabilmek için, kalbine aşkı doldurabilmek için, hayattan umduğunu bulabilmek için, çokça zahmete katlanmalı, çokça engelleri aşmalı, eşini anlamak için, onu bir çiçek kadar özel görmeli, ona konuşurken en az bir arı kadar seçici olmalı değil misin? Çiçekler nektarlarını gizlerler; arı çalıştığı için özlerini bala çevirirler; sen de eşinde saklı olanı açığa çıkarmak için çalışmalısın, sürekli kanat çırpmalısın.

4. Arılar bu çalışmanın arasında birbirlerine bakıp bakıp “Neden hep ben çalışıyorum?” demiyorlar. Her biri kendisinden bekleneni yapıyor o kadar.
Sen “hep ben bir şeyler yapıyorum, peki ya sen?” derken, eşine de aynı soruyu sorma hakkı tanımış olduğunun farkında değil misin? Sen sana düşeni yap; ona düşen ise ona kalsın. Sen kendinden bekleneni yapınca, hiç olmazsa eksik olan bir yarıyı tamamlamış olacak değil misin? Ama “önce sen yap ki…” dedikçe, elinde yarım bile olmayacak, sonuçta daha çok eksiğin olacak.


5. Bir arı kolonisinin 1 kg bal üretebilmesi için 8 kg bal tüketmesi gerekiyor. Bu da koloninin 6 kez dünya çevresini dönmesi anlamına geliyor.
Sevgiyi biçmek istediğin yere sevgi ekmelisin. Mutluluk almak istediğin tarlaya emek vermelisin. Dünyanın en güzel çiçeği bile bakımsız kalınca soluyor, renklerini kaybediyor. Arılar nasıl başkalarına verecekleri 1 kg bal için 8 kg balı kendileri için harcıyorlarsa, sen de 1 kg bal tadında aşk beklediğin eşinin hiç olmazsa 1 kg’lık (aslında 8 kg olması gerekiyor!) bal tadında aşkı almasına izin vermelisin. Korkma, bunun için dünya çevresini 6 kez dönmen gerekmiyor! Onu sarıp kucaklaman, kalbini çepeçevre kuşatman yeter de artar bile.

6. Arılar bunu binlerce yıldır yapıyorlar; çünkü onların fıtratına vahyedilmiştir bal yapmak.
Sen hiç olmazsa sadece bugün arılar gibi davran. Dün arılar gibi davranmamış olsan da önemli değil; dünkü gün geçti. Dün yaptıkların/yapmadıkların bugün yapacakların konusunda ayağına çelme takmasın. Arılar gibi davranmak için yarını da bekleme. Şunu kesinlikle bil ki, yarın hiç gelmeyecek; gelince adını “bugün” diye değiştirmiş olacak. Buna göre, “yarın” yaptığın bir şey olmayacak. Ne yaparsan “bugün” yaparsın. Bugün yaptığın her iş bir ömür boyu yaptığın iş olur.
Sabrın ancak bugünün hakkını vermeye yeter. Üstelik kalbini dinlersen, kalbine sevmek için vermek gerektiğini söyleyen “sözler” kazındığını sen de fark edeceksin. Senin fıtratına da sıradan işlere bile aşkla başlamak, olağan şeylere bile olağanüstü hayranlıkla bakmak vahyedilmiştir.

7. Arılar iğnelerini ancak hayatları tehlikeye girdiğinde kullanıyorlar ve sadece bir kez kullanıyorlar.
Sen de kendini tehlikede görebilirsin. İğneni kullanmakta kendini haklı gördüğün zamanlar olabilir. Ama, unutma ki iğnenin en tehlikeli ucu kendine batmaktadır. Eşinin canını yakman senin canını da yakıyor olmalı. Sevdiklerine acı vermen en başta seni acıtıyor olmalı. Mutsuzluk üretenlerin hiçbiri mutlu değildir; unutma. Oysa mutluluk ne kadar bulaşıcıdır!

8. Bir arı kendi ağırlığının 330 katı yük çeker.
“Bunca sözün bana faydası yok ki…” diyorsan, “Artık sabrım kalmadı, dayanamıyorum!” diye düşünüyorsan, bir kez daha bak kendine; belki de kapasitenin hepsini kullanmıyorsun. Taşıdığın yük taşıyabileceğinin hepsi değil belki de…


9. Arılar çiçekleri sever, kovana elleri boş dönmezler.
Sen de, sevdiğin de çiçekleri seviyorsanız; eve elin boş dönme.

10. Arıların bu yazıdan haberleri yok.
Senin haberin olsun..


Senai Demirci
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Eviniz boş kaldığında, yuvanızı keşfe çıkın





Mahalle... O bildik yüzü ile, alışılmış telaşı ile karşılıyor beni... Sessizce içine alıyor, kucaklıyor. Köfteci köşede, karpuzcu onun karşısında. Pazar sokağı boş; tezgahlar kenarlara savrulmuş, bekliyor. Eksiği yok gibi duruyor; bir benim bildiğim eksiğin eksikliğini çekmesini bekleyemem elbet! Evim az ötede; perdeleri çekili. İçeride ışık yok, içeride ışığa ihtiyaç duyan yok.

Yansa bile boşluğa düşecek huzmeler. Yetim kalmış eşyaları kendileriyle yüzleştirecekler, belki de ağlatacaklar. Işığın vurduğu yerde bana yeni aydınlıklar sunacak yüzler yok.

Kapıdayım. Zile basmam gerekmiyor. Zilin sesine ses verecek yok. "Kim o?" diyenim yok. Adımın ve sesimin yankılanmasına derinliğini bilemediğim ama varlığından emin olduğum tanımsız bir sevinçle karşılık verecek yok.
Kapının arkasında bekleyenim yok. Önünde beklemek ile arkasına geçmek arasında pek fark yok. Kapalı kalsa ne gam! Açmaya değmeyen kapıdan daha büyük duvar var mı ki?...


Anahtar elimde. Kendim çeviriyorum. Bana açılmıyor kapı. Ben açıyorum kapıyı. Ben açılıyorum kapıya. Sessiz ve loş koridor. Ses yok; tanıdık yüzler eksik, beklediğim gürültü tükenmiş, alıştığım uğultu alıp başını gitmiş. "Baba bana ne aldın?" diyen bıktırıcı ses bile terk etmiş kapının arkasını. Ayakkabımı çıkarmama bile fırsat vermeyen, apansız boynuma atılan sabırsızlıkların yerinde yeller esiyor.
Mutfağın tıkırtısı kesilmiş. Koku gelmiyor içeriden. Ocak sönmüş; tencereler kenarda bekliyor, tabaklar pek uslu duruyor. İçeride kocaman bir boşluk; sanki ağız olmuş sustukça konuşuyor, konuştukça sus(tur)uyor. Çöp kutusu boş. Kocaman bir hiçliğin, hep dolu gördüğüm için hesap etmeye fırsat bulamadığım o tuhaf boşluğun sözcüsü olmuş. Konuşuyor boş çöp kutusu. Dolu dolu bağırıyor hiç çekilmeyen çekmeceler. Hiç kirlenmeyen tezgah, hiç akıtılmayan musluk, hiç kırışmayan kilim ve yerinden hiç kaymayan sehpa örtüsü, hayatın nabzının çekildiğini haykırıyor dört duvar arasından. Eşyanın ruhu çekilmiş. Pencere pervazlarında çocuk bakışının ışıkları eksik. Kapı aralarından aşina kadın sesi sızmıyor. Koridor daha da daralmış, darlanmış. Canı çekilmiş odaların, yastıkların beyin ölümü gerçekleşmiş. Aynaların yüzü solgun; bakanı yok. Hiç dokunulmamış diş fırçası içimin içinde bir yerlere dokunuyor. Hiç erimeyen sabun gizli sızılarımı köpürtüyor.
Bisikletler köşelerine çekilmişler; boyunları bükük, pedalları suskun. Giyilmeyen küçük terlikler ağlıyor gibi, minik ayakların dokunuşuna hasretler. Buzdolabındaki çikolatalar değecek dudaklar arıyorlar kendilerine. Derin dondurucuda eriyeceği aşklarını özlüyor dondurmalar. Ayakkabılık rahatlamışa benziyor, kalabalığı başından savmış, sakinleşmiş. Çok giyilen ayakkabılar alıp başlarını gitmişler. İçindeki ayaklar başka yerlere basıyorlar, uzak yollara koşuyorlar.

Bilgisayarın tuşlarına dokunurken omuzlarıma çıkan, "bana yesim göstey baba!" engellemesinden kurtuldum. Bu "kurtuluş"un esiriyim şimdi. Omzuma apansız yaslanan o beklenmedik ağırlığın yokluğu çökertiyor omuzlarımı. Seccademin tam orta yerine uzanıp secdelerimi engellemeye çalışan minik bedenin bıraktığı boşluğa koyuyorum alnımı. Boşluğa düşüyor gözlerim. Sabah ayaklarıma dolanan, kapıdan çıkışımı sonu gelmez bir törene dönüştüren o ses yok. Hiç sırası değilken, "Baba, haydi gezmeye gidelim!" diyen ses yok.

Eşim ve çocuklarım bir süreliğine şehir dışında. Acıyla anlıyorum ki, benim varlığım doldurmaya yetmiyor evi. Eşim ve çocuklarımın çekilmesiyle ortaya çıkan o boşluğun çok az bir kısmına denk geliyor cismim. Varlığım "ev"i "yuva" yapmaya yetmiyor. "Ev"i "yuva" yapan o görülmez boşluğun boyutlarını ölçmeye başlıyorum şimdi. Ölçü birimim Sueda Zeynep, Mustafa Ahmed, Mehmed Furkan ve Semine... Onların sıcak ve enis yüzlerince ölçüyorum o boşluğun yüz ölçümünü. Onların seslerinin yankılanmasıyla tahmin ediyorum o boşluğun nerelere kadar uzandığını. Onların hasretlerinin göğsümdeki ağırlığı ile tartıyorum o boşluğun havasını.

"Evim" onlarsız da oluyor ama onların uzaklığınca uzak kalıyorum "yuvam"a. "Evim" onların yokluğunda da ayakta duruyor ama "yuvam" onların kıyılarımdan çekilerek açtığı o derin uçurumun dibinde bekliyor.

Tecrübemle sabit olmuş tavsiyemdir: Bir gün "ev"iniz boş kaldığında, "yuva"nızı keşfe çıkın. Doğrudur; taştan ve demirden yapılır evler; kolayca da bulunur onlar. Ama yuvalar çocuk cıvıltılarının ninnisiyle, kadın dokunuşunun sıcaklığı ile inşa edilir. Kolayca kaybedilir onlar; kolay kolay bulunmazlar...

Senai Demirci
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Birbirinizi eskitmeyin





Birbirinizi eskitmeyin
Her nasılsa, evlilik ilişkilerin nezaketini geri plana atıyor, heyecanını soğutuyor. Hani "evlilik aşkı öldürüyor" dedikleri gibi.
Oysa, aşkı evlilik değil, evlenenler öldürüyor.

Evlilik, aşkı oldurmak için hazırlanmış ömürlük bir fırsattır. Çünkü, aşkınızı doğrudan odaklayacağınız bir insan seçiyorsunuz. Kalbinizde saklı bütün sevgileri ona aktarmanız için bütün engelleri ortadan kaldırıyorsunuz. Öyleyse, onu evlenmeye ikna ederken yaptığınız iltifatları daha çok yapmalısınız. Eşiniz, hayatınızın tek kadını ya da erkeği değil mi? Böylece, eşinizin aşkını da geliştirmiş olursunuz. Daha sevgili, daha sevimli bir eş kazanmış olursunuz. Eşinizi önemsizleştirdiğiniz ölçüde, siz de kaybedersiniz. Eşinize verdiğiniz değer, eşinize kazandırdığınız değerdir. "İdeal erkek", "ideal kadın"ı inşa eder. "İdeal kadın" da "ideal erkeği" inşa eder.
Önemli olan birlikteliğiniz.


Hayat bir fincan kahve gibidir, bazen acı, bazen tatlı olur. Önemli olan kahvenin tadı değil, onu kiminle birlikte içtiğinizdir. Artık kahveyi kiminle birlikte içeceğinize karar verdiğinize göre, kahvenin acı ya da tatlı olmasını dert etmeyin.
Ateşi söndürmeyin.

Artık evlisiniz. Kalbinizi ısıtacak bir aşk buldunuz. Ruhunuzu sevindirecek bir ilişki kurdunuz. Yeni bir ailesiniz. Bundan önce tek başına yaşıyordunuz. Şimdi birlikte yaşayacaksınız. Artık birbiriniz için yaşayacaksınız. Ortaklaşa yaktığınız bir şöminenin başındasınız artık. Ateşi birlikte tutuşturdunuz. Bu ateşin hiç sönmemesi için elinizden geleni yapmalısınız. İkiniz birden ateşe odun atacaksınız. İlk odunu atan siz olacaksınız. "Önce eşim atsın!" derseniz, ortaklaşa yaktığınız ateş söner. Yuvanız soğumaya başlar. Ateşiniz söner.
Farklılığınızı kabullenin
.
Evlilikte hiçbirimiz son şekli verilmiş, bütün kıvrımları istediğimiz gibi biçimlenmiş "ideal" ve "mükemmel" insanla karşılaşmıyoruz. Evlilik, henüz evlenmeyenlerin hayâl ettiği gibi ilk günde iyiliği ya da kötülüğü belli olan bir piyango değil; kötüyse iyileşebilecek, iyi olduğu halde bile kötüleşebilecek sürekli bir yolculuktur. Evlilik, eski hatıralara sığınanların sandığı gibi, iyileştirilme ve onarılma fırsatı çoktan kaçırılmış bir harabe de değil; hâlâ daha tamamlanmayı bekleyen bir resimdir.


Eşinizi kıyaslamayın.
Başkaları eşinizden daha güzel ya da yakışıklı görünebilir. Reklamlarda gördüğünüz, filmlerde izlediğiniz, billboardlarda rastladığınız kadın ya da erkekler size daha sevimli görünebilir; unutmayın onlar sahici değil kurgulanmış kişilerdir; size özel değillerdir, herkese gülümserler. Sevimlilikleri sizin için değildir; bir başka pazarlamak ya da temsil etmek için sevimlidirler. Siz ve eşiniz bütün eksikliğinizle, bütün kusurlarınızla birliktesiniz; hayatın bütün sahiciliği içinde bazen mutsuz; ama bazen gerçekten mutlu olabiliyorsunuz. Siz eşinize özelsiniz; eşiniz size özeldir. Eşinizin bir tebessümü sadece sizin içindir; bir şeyi pazarlamak için ya da empoze etmek için değildir. Eşinizde gözünüzün gördüğünden fazlası vardır. Sevmek için bahane aramıyorsunuz; birbirinizi olduğu gibi -olduğundan daha güzel göründüğü, olduğundan daha sevimli baktığı için değil- seviyorsunuz.
İçinizden geçeni saklamayın.


Hepimiz anlaşılmayı umarız. Bakışımızdan, duruşumuzdan ve susuşumuzdan hemen mesajlar çıkarılsın umarız. Evliliğin ilk günlerinde, henüz birbirinizin duygularına yeterince aşina değilken, anlaşılmayı ummayın. Anlaşılmayı ummak yerine, kendinizi açık sözle anlaşılır kılın. Ummayın, yapın. Beklemeyin, harekete geçin. Eşinizin sizi inciten, kızdıran, mutlu eden... şeyleri bilmesini sağlayın. Birbirinizin duyguları hakkında kendi içinizden kabullenmeler yaparsanız, daha çok kırılır, birbirinizden daha çok uzaklaşır, birbirinizi daha az anlar hale gelirsiniz. Bir süre sonra, sözleriniz değil, ön kabullerinizle konuşmaya başlarsınız. Sonunda, içtenlikle konuşma isteğini yitirirsiniz. Görünüşte kavgasız ve tartışmasız; ama gerçekte tatsız ve umutsuz bir diyaloğun zavallı kahramanları olursunuz.


Kuyuya önce siz süt doldurun.
Eşinizden be klemeyin ve ummayın. Ola ki o da sizden bekliyor ve umuyordur. İki beklenti hiçbir şeydir; ama bir icraat bir şeydir. Öyleyse beklenti ve umma zincirini siz kırın. Güzel bir şey yapmak için ilk adımı siz atın. "Sen böyle yaparsan, ben de böyle yaparım." demeyin. Sadece "Ben böyle yaparım!" deyin. "Ben böyle yaparsam, sen de böyle yapar mısın?" diye sormayın bile. Eski zamanlarda bir kralın halkından bir kuyuya süt doldurmasını istediği bir öykü vardır. Öyküye göre herkes kuyuya az ya da çok süt doldurmaya karar verir. Fakat herkes tek başına kaldığında, başkalarının nasılsa kuyuya süt dolduracağını düşünüp kendisi su koyar. Sonunda kuyu ağzına kadar dolar; ama sadece suyla dolar! Şimdi siz de eşim nasılsa süt dolduracak diye kuyuya su koymaya kalkarsanız, eşinizin de sizin dolduracağınız süte güveneceğini düşünün. İyisi mi, başka herkes su koyverse de ben süt koyacağım deyin. Böylece hem kendinize karşı saygı göstermiş olursunuz hem de başkalarının koy(u)verdiği suyu biraz olsun bulandırmış olursunuz!


SENAİ DEMİRCİ
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Sadece aşk yetmez!!!





Aşktan o kadar çok söz edilir oldu ki, başka duygulara köreldik gibi. Aşkın her şeyi halledeceğine o kadar ikna olduk ki, başkasını aramaz olduk gibi.


En azından bu defalık, aşktan neyi anladığımızı bir tarafa bırakalım, aşk ile hissettiğimiz üzerinden gidelim. Elinizi kalbinizin üzerinde tutarak okuyun şimdi söyleyeceklerimi; çünkü söyleyeceklerim aşka karşı ama aşkın tek başına yetmeyeceğine dair şeyler. Bana göre, aşk anlıktır; sırf aşk üzerine kurulan ilişki uzun zamanların yıpratmasına dayanamayabilir. Aşk kararsızdır; küçük bir sebeple alevlendiği gibi küçük bir bahaneyle de sönebilir. Aşk dışlayıcı olabilir; birine olan aşkınız diğerlerini gözden düşürebilir, başkalarını kötü ve çirkin görmenize neden olabilir. Uzun, kararlı ve ölçülü bir ilişki (elbette evliliği kastediyorum) için, aşkın yanı sıra başka bağların da kurulması gerekir ya da aşkın bunları üretmesine izin verilmesi gerekir.


Evlilik çok ateşli bir aşkın sonucu olabilir; ama sadece aşka bağlı kalırsa, aşkın uğradığı bütün kırılganlıklara maruz kalır, aşk zaman içinde ölebilir. Diğer taraftan ateşli bir aşk ile başlamayan bir evlilik de, evlilik içinde gelişen şefkat, iyilik, lûtuf, paylaşım gibi duygularla aşkın inşasına vesile olabilir. (Bu yüzden 'evlilik aşkı öldürüyor' sözünü yerinde bulmuyorum; ama 'evliler aşkı öldürebilir', evliler sadece aşka güvenerek aşkı da evliliği de öldürebilirler.

)
Yusuf Kıssası'nı yorumlayan Said Nursî, Yakup (as) ile Züleyha'yı kıyaslarken, şefkatin aşktan üstün, kalıcı ve üretici olduğunu işaretler. Züleyha'da Yusuf'a (as) karşı sadece aşk vardır; ama şefkat ve iyilik etmez ona. Züleyha'da olmayan Yakup'ta (as) vardır ve kıssanın ana teması Yusuf–Züleyha hattında değil de, Yusuf–Yakup hattında gerçekleşir. Şimdi bize düşen de Züleyha'nın aşkının yanına Yakup'un şefkatini de eklemek ve bu şefkatin kanatları altında, almaya değil vermeye odaklı; ummaya değil sevindirmeye odaklı; mutluluk beklemeye değil mutlu etmeye odaklı bir uzun bir evlilik kıssasının kahramanları olmaktır.

Bu vesileyle, Kur'ân'ın birçok ayetinde tekrar tekrar hatırlatılan "iyilik etmemiz gerekenler"in aslında eşimizi de temsil edebileceğine sözü getirmek istiyorum. Meselâ, Nisâ Sûresi'nin 36. ayetinde, "ihsanda bulunmamız", "yardım etmemiz" gerekenler şöylece sıralanır: Anne/baba, yetim/öksüzler, muhtaç/fukara, komşu, arkadaş, yolcular, kimsesizler. Hiç olmazsa bu ayet/ler hatırına, eşimizi sadece aşk beklediğimiz biri olarak değil, iyilik etmemiz, şefkat göstermemiz gereken biri olarak görebiliriz. Çünkü eşimiz, öncelikle kendi çocuklarımız için "anne" ya da "baba"dır; "anne–baba" olarak listenin başında iyilik edilmeyi hak ediyor olmalı. Eşimiz "yetim" ve "öksüz"dür de, çünkü kendi anne–babasını terk ederek evimize gelmiştir; onlardan ayrı kalmaya razı olmuştur; hiç olmazsa bir yetim ve öksüz olarak şefkat edelim ona. Eşimiz "muhtaç" ve "fukara"dır; başka herkesi ve her şeyi terk ederek seçmiştir bizi; evlenerek tercihlerini binden bire indirmiştir; bire razı olmuştur. Eşiniz "komşu"nuz olarak da iyiliği hak eder, çünkü her sıkıntınızda yanı başınızda, her mutluluğunuzda elinizin altındadır. Eşinizin "arkadaş"ınız olduğu ise zaten ortada; arkadaşınıza ihsan ve lütufta bulunmaktan kaçınmazsınız herhalde. "Yolcu"dur da eşiniz; çünkü sizin için düştü bu yollara, hayatın bütün engebelerini sizinle adımlamaya niyetlendi, ne olursa olsun yoldan ayrılmamaya karar verdi; bu yolcuyu güzellikle ağırlamanız, gönlünü hoş tutmanız gerekmez mi? Eşiniz "kimsesiz"dir, sizden başkası yoktur hayatında, size razı olmuştur, mutluluğu sizden ummaktadır, iyiliği sizden beklemektedir, sizin bakışınıza açtır, sizin lütfunuza muhtaçtır.


Aşkın yanına iyilikleri de eklemek için işte size yedi ayrı kudsî gerekçe. Hem Züleyha kadar âşık hem Yakup (as) kadar müşfik olmanız için sizi ikna etmeye yeter de artar bile...

SENAİ DEMİRCİ
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Allah insanı adam yerine koyuyor da kullara ne oluyor?





Allah insanı adam yerine koyuyor da kullara ne oluyor?
Fatih daha yirmi bir yaşında bir delikanlı iken, çağ açıp çağ kapatmayı, İstanbul’u fethetmeyi, gemileri karadan yürütmeyi nasıl başardı?
Bir eğitimci olarak bu sorunun cevabını çok düşündüm. Bu kadar genç yaşta bu kadar büyük başarılar elde etmeyi nasıl başardı Sultan Fatih? Anne babası ve hocaları onu bu kadar iyi yetiştirmeyi nasıl başardı? Ellerinde sihirli bir değnek mi vardı?


Yirmili yaşlardaki gençlerimizi (gençliğimizi) düşünüyorum. Bu yaşlardaki gençlerimiz ya Üniversiteye hazırlanıyorlar, ya askerde oluyorlar, ya da üniversitede okuyorlar. Bir kısmı da askerliği tecil etmek için veya okumayı dışardan da olsa sürdürebilmek için açık öğretim fakültesinde okuyorlar.
Sorun gençlerin mayasında mı yoksa onları yetiştirmek gibi büyük bir sorumluluğu olan biz büyükler de mi?


Fatih Sultan Mehmed’in hayatını okurken en çok dikkatimi çeken olaylardan bir tanesi de, babası tarafından daha on dört yaşında tahta oturtulmasıdır. Daha çocuk yaşta bir insanı niçin tahta geçirirler? Koca devleti bir çocuğun omuzlarına yüklemek çok anlamsız geliyor ilk bakışta.
Evladına, daha on dört yaşında olduğu halde, “bir devleti yönetebilecek kadar iyi yetiştin sen!” mesajını veren bir babanın oğlunun, çağ açıp çağ kapatabilmesine şaşırmamak lazım.


İyi yetişmiş bir evlat ve padişah olduğunun en büyük ispatlarından birisi de, babasını tahtın başına çağırırken kullandığı cümledir. “Eğer ben padişahsam, emrediyorum! Ordunun başına geç! Eğer sen padişahsan, zaten görevin bu! Ordunun başına geç!”


Benim derdim, zaten tüm dünyanın hayran olduğu, Peygamber müjdesine mazhar olmuş bir padişahın hayatından kesitler sunmak değil.


Biz yetişkinler gençlerimizi ne kadar adam yerine koyuyoruz?
Bu ülkede kaç tane baba, yeni bir yatırım yaparken on dört yaşında oğlunun fikrini alarak onu adam yerine koyar?
Bu ülkede kaç tane anne, evine yeni bir eşya alırken daha on dört yaşında olan kızının fikrini alarak onu adam yerine koyar?
Bu ülkede kaç tane öğretmen, daha liseye başlamamış öğrencilere kendilerinin artık yetişkin bir birey olduğu bilincini vermemiz gerektiğinin bilincindedir?


Bu ülkede kaç tane eğitimci bu gerçeklerin farkında olmanın yetmediğini, bu gerçekleri sadece öğrenciye anlatmanın da sorunları çözmediğini, anne ve babalara da bu gerçekleri anlatmak zorunda olduğumuzu düşünür?
Tayların yetişmesi


Çocukluğu ve gençliği köyde geçmiş biri değilim. Sadece yazları birkaç haftalığına köyde kalırdık. Ancak köylerde tayları nasıl yetiştirdiklerini, tavukların civcivlerini yanlarından niçin uzaklaştırdıklarını rahmetli dedemden dinlemiştim.
Bir eğitimci olunca da geçmişteki hatırlarınızın büyük bir kısmı “eğitime bakışınızı” yönlendiriyor.


Hala annesinin peşinde gezen tayların, birkaç aylık olduktan sonra, sahibi tarafından sırtına boş bir sepet asılır. Yük taşımaya alışmaları için her hafta sepetin içine biraz daha ağır yük konur. Hiçbir yük olmasa dahi haftada bir sepetlerin içine birer taş daha atılarak tayın yükü artırılır. Tay’ın sahibi bilir ki hiç yük taşıtmadan büyütülen taylar at olunca da tay gibi güçsüz kalır
.
Yirmi yaşını geçtiği halde hala çocuk gibi davranan gençlerin anne ve babalarının (sahiplerinin) yapmış olduğu en büyük hatalardan birisi de budur
.
Civciv tavuk olmaya başladığını anlamalı.
Evlatlarını koruma konusunda tüm canlılar fedakarlık yaparlar. Ancak çok bilinenlerden bir tanesi de tavukların civcivlerini koruma mücadelesidir. “Korkak tavuk!” gibi korkaklıkla anılma sıfatını üzerinde taşıyan( ,) dünyanın en korkak varlıklarından kabul edilen tavuk bile, etrafında civcivleri varken aslan kesilir. Kimse kendisine ve civcivlerine yaklaşamaz.
Evlatlarını, yani civcivlerini bu kadar çok seviyor olmasına rağmen, civcivler biraz büyünce anne tavuk tarafından yanlarından uzaklaştırılır. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrensinler diye anne tavuk civcivlerini kanatlarıyla yanından uzaklaştırmaya başlar.


Anne tavuk bunu yapmamış olsa, tavuk kadar boyu olmasına rağmen, civciv gibi davranan tavuklar yetiştirmiş olur.
* * * * *


Bir genci ne zaman adam yerine koymak lazım?


Bu sorunun cevabını bir eğitimci olarak benim, ya da bir psikologun vermesine itiraz edebilirsiniz. Ancak bu sorunun cevabını Allah (c.c) verirse herkes susmak zorundadır.
Soruyu, “Allah insanı ne zaman adam yerine koyuyor?” şeklinde sormakta fayda var. Cevabı çok basit… “Buluğ çağı” veya “Ergenlik dönemi” dediğimiz dönemden itibaren Allah insanı mükellef yapıyor, yani adam yerine koyuyor.
Ne garip değil mi?


Allah insanı adam yerine koyuyor da anne babası yada öğretmeni adam yerine koymuyor.



Bizim adam yerine koymadığımız evladımızı başkaları niçin adam yerine koysun?



Bizim adam yerine koymadığımız öğrencilerimizi başkaları niçin adam yerine koysun?



Bizim adam yerine koymadığımız gençlerimizi başkaları niçin adam yerine koysun?



Sait ÇAMLICA
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Bugününüz için bir şeyler yapmayı unutmayın…





Bitenler hep can acıtır… neden…?
…çünkü bitenlerin hep bitmemesi gerekenler olduğu düşünülür de ondan…
Bazen de bitenler sevindirir… neden…?
…çünkü bitenlerin hep hayatımızdan gitmesi gerekenler olduğu düşünülür de ondan…

Halk arasında bilinen bir tabir vardır. “Her bitiş, yeni bir durumun başlangıcıdır” şeklinde.
Psikolojide de böyle bir ilke var sevgili okurlar… her ulaşılmak istenen hedef, aslında başka bir şeyin sonudur. Ve aynı durum farklı bir sürecin başlangıcıdır da…
İlk duyulduğunda biraz karışıkmış gibi geliyor.

Diyelim ki hayatımız boyunca bir takım idealler ve hayaller uğrunda koşturduk durduk. Gece demeden, gündüz demeden çalıştık. Kendimize ulaşılacak bir standart belirledik. Bu standart için, aradan geçmesi gereken zaman sürecini hesapladık. Derken yıllar geçti… günler, aylar su gibi akıp gitti… ve… ve sevindirici sonuç…! “Nihayet oldu…!” işte tam da istediğimiz yerdeyiz…


İnsan organizması ve yaşamın kurulum mantığı çok ilginç. Bir yandan üretiyoruz, uğraşıyoruz, koşturuyoruz, didiniyoruz, yoruluyoruz… ama… ama üretirken aslında başka şeyleri de tüketiyoruz.
Üretirken tüketen bir varlık olmak, kaygan bir zeminde düşmeden ayakta durmaya çalışmak gibi bir durum aslında… çünkü ulaşılması hedeflenen her amacın, bizden alıp götüreceği bir çok şey olabilir. Bu normaldir de.
Okulumuzdan mezun olmayı hedefleriz… aradan yıllar geçer… mezun oluruz… üreten kişi oluruz… ama diğer yandan kendi içimizde tükettiğimiz başka süreçler vardır. Sahip olduğumuz “zaman” gibi…”ömür” gibi…
Koşturup dururuz bir sıkıntıdan kurtulmak için… kurtuluruz da nitekim… bir şeyleri ele geçiririz belki evet… ama neleri tüketerek…?

Son günlerde aldığım bir mail dikkatimi çekmişti. Benzerleri de zaman zaman geliyor doğrusu… herkes bir şeylerin peşinde… herkesin kendisine göre bir yaşam planı var. Kişinin kendi hayatını planlamasından, kendi igi-beklenti ve ihtiyaçlarına göre kurgular geliştirmesinden daha doğal hiçbir şey olamaz bence.
…peki doğal olmayanı ne…? Ya da tüm bunların arasında gözden kaçan…?

BU GÜNÜMÜZ…!

Kimileri geçmişe takılarak, sürekli geçmişten çekip aldıklarını bugüne taşıyarak, kendi elleriyle, kendi hayatlarını yaşanmaz hale getiriyor.
Kimileri de gelecekteki yaşanacaklar uğruna, bugününden vazgeçiyor…
Doğru olanı ne…?
Her ikisini de harmanlayarak, sağlıklı bir biçimde yaşamaya gayret etmek.

…şöyle ki… geçmişte yaşananlar “geçmiştir”. Yani adı üzerinde “geçmişte kalmış”tır. Onları alıp alıp getiren, bugüne yerleştiren bizleriz. Herhangi bir olay, durum, sıkıntı, zorluk, öfke, kızgınlık,…vs. her duygu, yaşandığı zamana aittir. O gün, o günkü ruh hali, o günkü anlama ve algılama süreçleri, o günkü sosyal ve ekonomik koşullar içinde anlamlı ve önemlidir. Yaşanan ve o günkü şartlarla anlamlandırılan bir olayın, bugünümüze taşınması ve bugün de geçmişteki gibi bizi etkilemesi olanaksız görünüyor doğrusu. Fakat bir çok kişi, falanca zamanda yaşadığı olumsuzluğu niçin taptazeymiş gibi hissedebiliyor…?

Çünkü bilinçaltı onu beslemeye ve büyütmeye devam ediyor. Kişilik yapısı, yetiştirilme şekli, olaylarla baş etme yeteneği gibi bireysel süreçler devreye giriyor. Böylece benzer durumlara, birbirinden farklı tepkiler veren insanlar ortaya çıkıyor.

Geçmiş vardır… ama yaşananlar artık orada kalmıştır. Temel prensip bu olmalı sevgili okurlar… geçmiş kendi kendine atlayıp da şu anımıza gelmez… gelemez… onu olduğu yerden itina ile alıp getiren bizlerin patolojileridir tamamen. Demek ki geçmiş vardır… ama olayın gerçekleştiği yaşam dilimi içinde anlamlı ve önemlidir. Ve geçmiş, geleceğimize ışık tutmak için hafızalarımızda yer almalıdır. Halihazırda yaşadığımız hayatı burnumuzdan getirmek için değil. Sürekli ramazan pilavı gibi ortaya dökmek, olayları parmağımıza dolamak, ruhsal açıdan takıntıları olan insanların yaptığı bir tavırdır. Sağlıklı bünye bu ve benzeri durumlarda, yoluna devam etmeyi sever. Geçmişte olanı bir kenarında bulundurur ama, ondan bilgi almak ve olası benzer sıkıntıları yaşamamak için tecrübelerden istifade etmeyi seçer.
…ve gelecek…

Gelecek ise, adı üzerine inşallah bir gün “gelecek”… yani henüz ortalıkta yok… zaman ilerledikçe gelecek de bir gün gelecek J
Tam da bu nedenle gelecekle ilgili abartılı duygular yaşamak, abartılı planlar yapmak, gelecek için günümüzü zorlayan yatırımlar yapmak, zaman içinde ruh sağlığımızı bozmaya başlıyor.

…derken her iki uç noktada yanlışlık yapan insanların sayısı artıyor. Ve bu kişilerden gelen maillerin sayısında da artışlar olmaya başlıyor.
Kimisi geçmişine takılmış… bir türlü ordan çıkıp da bugüne gelemiyor….
Kimisi de geleceğe takılmış… her şey gelecek için… nefes almasının anlamı bile gelecek olmuş… bugünü yaşayamıyor…
Sonuç…?
Her iki halde bulunan insan da aynı ortak sorunu paylaşıyor… BU GÜNÜ YAŞAYAMAMAK…!

Oysa ki –ilginçtir- geçmişimizden ve geleceğimizden sorumlu değiliz. Geçmişte hatalar yapmış olabiliriz… türlü hatalar… bugün bu yanlışların farkına varmışsak ve benzer sıkıntıları yaşamamaya özen gösteriyorsak, geçmişin bizi rahatsız etmemesi gerekir. Ve geçmiş gelip de öyle arabesk içerikli Türk filmlerinde olduğu gibi yakamıza yapışmaz. Diyelim ki yapıştı… o zaman da “Evet… bir dönem o söylediğiniz hatayı yapmıştım… artık yapmıyorum…” diyerek yolumuza devam etmemiz gerekir.

Bununla birlikte geleceğin bize neler getireceğini de bilemeyiz. Çünkü “gayb”dır. Elimizde küre yok ki başımıza ne geleceğini bilelim. Ortalama doğru olduğuna inandığımız ve aklımızı devrede tutarak, güvendiğimiz insanlardan da destek aldığımız kararlarla yolumuza devam ederiz. İyi ve güzel bir sonuçla karşılaşırsak seviniriz. Olumsuz bir durumla karşılaşırsak da “Hayyy Allah… demek ki seçtiğim yolun böyle de bir getirisi oldu… neyse bunu düzeltmek için ne yapabilirim acaba…?” diye yine yolumuza devam etmeye çalışırız.

Aksi halde “arada derede kalan bir psikoloji”yle hareket etmiş oluruz ki, son derece sinir bozucu bir durumdur.


Ortalama gelen sorular şöyleydi sevgili okurlar… “…geçmişte falanca gibi bir zorluğum oldu… aslında olaylar düzeldi ama ben hala aradan 10 yıl geçmesine rağmen unutamadım….”
Veya… “…bütün gücümle gelecek için çalışıyorum ama yine de mutlu olamıyorum…”

Geçmişte yaşayıp da, aşağıdaki marketten aldığı bir külah dondurmanın keyfini çıkaramamak ne kadar büyük bir yanlışsa; kendisini, daha ne olacağı belli bile olmayan geleceğine kilitleyip, karnının acıktığının dahi farkında olmadan aç acına deliler gibi çalışıp, bir çikolatayla “Ohhh be işte hayat bu…” diyememek de bir o kadar yanlışlıktır...
Sevgiyle kalın… bugününüz için bir şeyler yapmayı unutmayın…


Mehtap Kayaoğlu

 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul

Kırılmama sanatı

ailebaglari.jpg


Bugün, kırılmak için bahane arıyorsa gönlüm, gözlerim bahenesini bulmak ve aklımda bunu ispat için malzeme arıyorsa, ben henüz ne kendimin ne karşımdakilerin kıymetini anlamamışım demektir. Bahane arayan zihin seçici algısına komut verirken, duyguların hükümranlığı ve basiretin esirliğinden söz etmek gerekir. Aklı cüce bırakılanların, duygularının rüzgârıyla savrulmasının resmidir bu aynı zamanda.

Herkes onun aleyhine çalışıyor gibidir. Hep kendisi haklıdır, çünkü anlaşılmıyordur, buna yanaşılmıyordur. Kırılmak için yaratılmış gibi adeta kırılma malzemesi bulmak için ava çıkmış gibi, kendi kendine oluşturduğu alınganlık sözlüğündeki her bir tanımın içini kendine göre doldurur, kimseye müdâhale ettirmemek için ağzını sıkıca bağlar ve kendi içinde döndürüp durduğu konuşmalarına kimseyi ve başka bilgileri ortak etmediği için, üreteni de tasdik edip onaylayanı da kendisidir.

Kırılmamak için sanat eğitimi almaya niyetli olanlar, önce negatif algı ve sorgudan, müebbet biçimde kurtulmalılar. İnsanların enerji israfına son vermeliler. Bana göre en tehlikeli israf duygu israfıdır. O israf edilince, zaten dengeler bozulur ve diğerleri de buna paralel etkilenme yaşarlar. Kırılmamak için kıranlar, kuralları bilmediklerini ortaya koyarlar. Kırılmadan kıramazsınız. Önce kıranın içinde bir şeyler kırılır ve insanlık yara alır. Kırmaktan kolay bir şey yoktur. Elinden bıraktığın, özellikle de bilinçli olarak tutmadığın her şey düşer, kırılır ve artık senin olmaktan çıkar.

Kırmak; uzaklaştırmak, ötekileştirmek, umursamamak; kendisine zarar vermektir. Bir başka bakış açısına göre de, kendisine zarar verdiğinin farkında olmamaktır. Kırarsanız, kırılan daha çok siz olursunuz. Aynı zamanda, insanlara karşı alıngan ve buluttan nem kapanlar, kuşun kanadından rüzgârı toplar ve birilerinin gönlünde fırtına oluştururlar. Kırılmak için bahane aramak, nasıl yaşanacağını bilmemek ve karşısındaki insanları da şaşırtmak demektir.

Hoşgörünün ılıman ikliminden, alınganlığın ve kırılganlığın kutuplarına göç edenler, kırılmamak gibi hem erdem hem sanat olan bir değerden kendilerini yoksun bırakarak, ne yazık ki yoksulluğu kuşanırlar.

Daha çok ta anne babadan devralınan bu miras, sanatın zevk ve estetiğinden mahrum kalmış ve üşümüş renklerin tuvaldeki görüntüsünü yüzünde taşıyan bir ifade verir kişiye. Kırılganlık; kırılmamanın anlayış denizinde sakin bir limandaymış gibi yaşamak yerine, savaşmanın ve duygu hırçınlığının kabarttığı dalgalarla boğuşan yorgun ve kırgın bir insan sunar hayata.

Bir daha asla yaşanamayacak olan bu güzelim günleri, kırılmanın sancısıyla renksiz geçirmek, insanın kendisine yaptığı eziyet ve haksızlıktır. Kırılmama sanatını örnekleyen ve öğreten sanatçıların artacağı ve bunların da talebi artıracağının ümidini cemrelere eş yaptım. Baharı bekliyorlar. Uyanacak ve dünyayı çiçekle bezeyecekler.

İnsanlık, kırmamaya ve kırılmamaya gayret ettiğinde, dünya daha yaşanılır olacak, İNANIYORUM...


Saliha ERDİM
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul

Yanında kimi taşıyorsun, bil ki ona benziyorsun.

25225908.jpg


Her arkadaş, kendi çizgisinin davetçisidir. Rengini katar yürüdüğü yollara. Onunla dolaşanlar, beraber olanlar, ona benzemeye başlar. Uzandığı dallara sizin elinizi de çeker. Yüreğinin konduğu güller, bir bakmışsınız ki, sizin de konağınız oluvermiş. Geçen zaman, yüreklerinizi de elele tutuşturmuş. Aynı havası solumak, aynı yolda yürümek oluvermiş. Her insan, duygularını katar yürüyüşüne ve her baktığı yön, onun yolu olmaya adaydır. Yolu yolunuz olsun istediklerinizle yakınlaşın. Rengini renginizle buluşturmak istediklerinizle buluşun. Sözünden hoşlandıklarınızın peşine düşün.

Benzemek istediklerinizi listenizin başına alın. Alın ki, zihin gözününüzün yardımcısı olup onu kaydetsin. Alın ki, aklınız onda gördükleri ile beslensin. Alın ki, yanında durdukça, sizi birlikte görenler yakıştırsın. Etkilenmenizden dolayı size geçenler, sizede kalacak olanlar olsun. Alın ki, yüzdelik kapasitenin çoğu iyi bir tercihle dolsun. Alın ki, anınızın şahidi, zamanın kalemiyle geçmişe güzel yazı yazsın. Alın ki, dostluğunuzun etkisi, aklınızın pusulası olacak güzel bir örnek olarak hayatınızı aydınlatsın.

Sizin birlikte yaşayanlar, tercihlerinizin bereketini anlayışınızda ve yaşayışınızda gördükçe, onlarda hayırlı bir arkadaş tercihini zihinlerine öğretirler. Sen yaptıklarınla, kendini ve başkalarını onarırsın o zaman. Arkadaş, yüreğinin hafifiliği, gözünün aydınlığı, senin gözünü, sözünü ve yüreğini besleyen gıda kaynağındır. Arkadaşı iyi olanın, gittiği yollar, en az iki kişilik bir ordu izi taşır. Aynı paralelde düşünmenin heyecanı, aynı yolda yoldaş kılar. Ağarır yüzler, birleşir eller ve bütünleşir yürekler.

Rüzgârın esişindeki ahenk ve ferahlık eser iki arkadaş arasında. Sözüyle gönlünüz aydınlanır, yollar netleşir, bakışlar durulur, ruhunuz dinginleşir.

Önce Allah'tan dilemeli ve sonra arayışa geçmeliyiz. Ruhumuzu aydınlatıp yoluyla yolumuzu destekleyecek, yanına vardığımızda huzur bulacak, sıırımızı sırrı bilecek ve benim yücelmem onu sevindirecek ve benim de onunla sevinip şenleneceğim bir arkadaş arayışı, bir insanın kendine yapabileceği en büyük iyiliklerden biridir diye düşünüyorum. Fakat bunu için önce benim öyle olma kararlığım ve gayretim bana ilk yol arkadaşı olmalı. Önce kendime gelme kararlılığım olmalı. Kendimi görmek istediğim bir yer olmalı ki o tarafa yöneleyim. Yani ben farkında olmalı ve farkında olanlarla birlikte olma azmi taşımalıyım.

Arayan çoğunlukla bulmuş, tarih öyle yazıyor. Arattır ve buldur Allahım. Kadrini kıymetini bildir Allah'ım. Beni de arananlardan eyle Allah'ım. İstifade kabımı büyült Allah'ım. Ölçüm sen ol ve ölçümü sağlam tutmama yardım et Allah'ım.

SALİHA ERDİM
 
OP
Unutulmaz

Unutulmaz

Daimi Üye
Katılım
4 Kasım 2010
Mesajlar
725
Tepki
312
Puan
63
Konum
İstanbul
Dengede tutacakların dengesi bozulursa...

korkma.jpg


İşte o zaman “balık baştan kokar” atasözü gerçekleşir. Dengesini kaybedenler, karşılarına çıkan dengeli insanlarında dengelerinin bozulmalarına sebep olabilirler. Aynen, denizde yüzerken panik yapıp boğulma tehlikesi geçirenlerin, kendilerini kurtarmaya gelenlere can havliyle sarılarak onlarında dengesini bozup kendileriyle birlikte boğulmalarına sebep olmaları gibi. Dengelerin bozulması bazen, ilişki içinde olduklarına huysuzluk gibi görünüp, “idare edelim, zamanla düzelir” diye düşünmelerine sebep olabilir. “Babasına çekmiş”, “dayısı da böyleydi”, “kimin eksiği yok ki” gibi mülâhazalarla, herkesin morallerini bozmasına, frekanslarını karıştırmasına müsade edilir. Hele de bunu yapan bir beyefendi, ise ve annesinin güdümünde büyümüş, annesinin izin verdiği sınırların dışına çıkamamış ve çocuk kalmış yetişkin ise, hemen doğal koruma refleksi harekete geçer ve oğlunun bir şeyi olmadığını ispat edecek bütün argümanları kullanırak bu anormalliği normelleştirme mücadelesi verir.

Aslında kendisi de biliyordur bunun normal olmadığını, fakat oğluna “hasta” dedirtmemek ya da sorunlu dedirtmemek içindir bu mücadele. Bunun yanında, gelinine, “vaktiyle ben çektim, sen de çek” anlayışının sonucudur bu. İşte bu korunan anormallikler, insan hayatını karartacak dozda, muhataplarına damardan zerkedilir. Psikiyatriste gitmeyi “deli değilim” diye reddeden, kendisi deli olmasa bile, muhataplarını delirten aykırılıklara devam edenler, toplumun depresyon katsayısını hızla artırırlar. Kimse bunlara dur demez ve anormal davranması normalleşmiş bu insanlar, ellerinin altında bulunan ve aileleri tarafından sahipsiz bırakılan eşlerini, hayattan el çektirecek noktaya getirirler.

Bu ailede bir de çocuklar olmuşsa, çocuklar, dengelerin dengesinin kaydığı bu zeminde, kimlik algıları bozulmuş ve özgüveni yerlerde olarak hayata adım atarlar. Korkunun ve güvensizliğin anatomilerine şekil verdiği bu insanları, yürüyüşünden, bakışından ve duruşundan tanırsınız. Ellerinden tutulmuş ve insanca davranılmış olsaydı, belki de en iyi yerlerde yötnetici olacak bu çocuklar, kendilerini yönetemez hale getirenlerin imzalarını taşırlar. Öfkeleri, mahcup bakışlarının ardında gizlidir. Kimseye yaklaşamamanın ve kendilerini ifade edememenin burukluğu ile doludur yürekleri. İmrenerek bakarlar anne babalarının ellerinden tutmuş neşe içinde giden çocuklara. Küsmüş gönüllerini hayatla barıştıracak şefkat eli bulamazlar. Bu kayıp yürekler, dengesi kaybolanlara engel olmayanların, zararları telâfi edecek bilgi ve bilinçten yoksun büyüklerin sebeplerinin gölgesinde bu anormal rengi alırlar.

Hayat hazır olanlara göz kırpar. Güçlü olanlar daha dayanıklı ve aktif olabilirler. “Allah katında güçlü mü'min zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevimlidir.” hadisi şerifi, her alanda güçlü olmaya ve güçlü olunması için destek olmanın önemine işaret ediyor diye düşünüyorum. Güç kazanılacak yer ailedir. Ailede dengesi bozulanlar, toplumda düşer. Ailede çatlayanlar toplumda kırılır. Ailede alamayanlar, daha sonra bu açığı giderecek takviyeyi çok acı bedeller ödeyerek dışarıdan almaya çalışırlar, ya da alamadan sıkıntı dolu bir ömrü yaşayarak hayata veda ederler. Aile toplumun denge merkezidir. Bir toplumun gücü, ailenin gücüne göre belirlenir. Aile; toplumun aynasıdır. Adeta aile toplumun bel kemiği gibidir. Bel kemiği zarar görürse, toplum felç olur. Ailedeki normal olmayan ve dengede olmadığının işareti olabilecek belirtiler görüldüğünde, aile bireyleri alârma geçmeli, muhatabın iyileşmesi ve muhatabı kim olursa olsun, ona zarar vermemesi için yoğun bir gayret sarfetmelidir. Bu dünyada tepkisavar olarak kullandığımız gerekçelerimiz, kul hakkının ağırlığı altında ezilecek ve Rab'bimiz sahte gerekçeleri mahcup olmaları pahasına insanların önüne getirecektir.

Çocuklarımız bize emanet ise, anne babasına bakarak insan olmayı öğrenecekse, ilk zihin kayıtları kalıcı oluyorsa, zarar verici davranışlar, zarar veren insan yetiştirme malzemesi anlamına geliyorsa, Allah bütün bunları biliyor, duyuyor ve görüyorsa, o zaman bu ramazan ayında ne için Rahman'a el açtık? Ne istedik kendimiz için ve insanlık adına? Daha ne kadar “işine gelirse” dedirten kör mantığın bizi yönetmesine müsade edeceğiz? Biriktirdiğimiz kul haklarının altında nefes alamayacak kadar daraldığımız halde, her sıkıntının sebebini dışarıda arama alışkanlığının bir sonucu olarak, daha ne kadar bunu da karşımızdakine fatura edceğiz? Azrailin nefesini ensesinde hissedene kadar kendisine gelemeyenlere, herkes gibi azrail randevu almadan gelecek ve şaşkınlık ve korkudan kendinden geçenlerin korkuları, geri dönüş noktasından bir hayli uzaklaşmış oldukları için bir işle yaramayacaktır. Dengesizlerin denge bozan etkileri, çentik atılmış ağaç gövdesindeki izler gibi yer eder ve çok küçükken yüreğini yakan sözler, büyüdüğü zamanda halâ o alevi taşıyabilir.

Ya Rab'bi, dengelerimizi, rızana uygun davranma refleksi ile korumamızı nasip et. Dengelerimizi koruyacak akıl ve ruh olgunluğu nasip et. Rahatsız eden yönlerimizi çevremizdekilere ulaşmadan fark etmemizi ve ya onlara ulaştıktan sonra fark etmişsek, onları iyileştirtirmek için elimizden geleni yapmamızı nasip eyle. İyi örneklerle karşılaştırarak bizleri ödüllendir ve onları fark ederek gerekli ilgiyi göstermemizi nasip eyle. Kendisiyle meşgul olup, önce zihnindekileri doğrultarak fiili duasını yapan ve kendisini düzeltmenin pek çoyi düzeltmek anlamına geldiğini anlayanlardan eyle cümlemizi.


SALİHA ERDİM
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst