Kıssadan Hisseler/İbretlik Öyküler

OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
CENNET

Bir kadın vardı ; her yıl bir çocuk doğurur , fakat çocuk altı aydan fazla yaşamaz, daha üç-dört aylıkken ölür giderdi. Kadın feryat ederek :

-"Yarabbi!... Bu çocuklar bana dokuz ay yük oluyor ... ancak üç - dört aycağız bir ferahlık veriyor , sonra ateşlere terk ediyor . Nimet tez zamanda uçup gidiyor elimden. " diyor, Hak erlerine ağlayıp yalvararak, çocuklarının ölümünden şikayetkâr oluyordu. Bu surette tam yirmi oğlu oldu, öldü.

Bir gece rüyasında kadına ebediyet yurdunu, güzel, kusursuz, yeşillikler içinde ki cenneti gösterdiler.

Nihayetsiz nimetlere cennet dedim, bağ, bahçe dedim. Çünki orası bağ,bahçelerin toplandığı yer, nimetlerin aslıdır. Yoksa ne bağı?... Orada ki nimetleri ne gözler görmüştür, ne de hayale gelmiştir!.. Ancak bir misaldir bunlar ki ; anlamakta âciz olanlar bir koku alsınlar, anlasınlar!

Hasılı kadın cenneti görüp, mest oldu. Teselliyle kendinden geçti. Köşkün birisinde kendi adının olduğunu fark etti , kendisinin olduğunu sandı. Ama dediler ki:

-Bu nimet ; canını feda etmede tereddüdü olmayan ve fedakârlıkta doğruluktan ayrılmayan kişinindir. Bu kuşluk kahvaltısından yemen için bir hayli hizmet etmen gerekir. Fakat sen Allah'a sığınmada tembellik ediyorsun. Bütün bu musibetler de sana , yaptıklarına karşılık olarak Allah tarafından verilmiştir.

Kadın:

-Yarabbi!... Yüz yıl ve istersen daha fazla zaman benden kan dök, evladımı öldür ... razıyım , dedi.

Yavaş yavaş, adım adım o bahçeye girince bütün çocuklarını orada gördü de , dedi ki:

-Yarabbi!... Ben kaybetmiştim ama sen kaybetmemişsin!.

Evet ... insan ; gaybı gören gözlere sahip olmadıkça insan olamaz. Her meyvenin içi kabuğundan iyidir. Teni kabuk , sevgiliyi iç bil. İnsan pek lâtif bir içe sahiptir. İnsansan bir an olsun O' nu ara!...


Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
Mesnevi: 3. Cilt - Sayfa: 277-278-279
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Anne, altı yaşındaki lösemiyle savaşan oğluna bakarken dalıp gitmişti. Kalbi, acı içinde olmasına rağmen, kararlılık duygusunun da etkisini hissediyordu. Her ebeveyn gibi o da oğlunun büyümesini ve umutlarını gerçekleştirmesini istemişti.

Ama bu, artık mümkün değildi. Löseminin buna fırsat tanıması olası değildi.

Oysa o, oğlunun hayallerini gerçekleştirmesini istiyordu.

"Bora! Büyüyünce ne olmak istediğini hiç düşündün mü? Hayatında neler olmasını dilediğin ve hayal ettiğin oldu mu?" diye sordu.

"Anneciğim, ben büyüyünce hep itfaiyeci olmak istedim"

Anne, gülümsedi ve.. "Dileğini gerçekleştirebilecek miyiz bir bakalım" dedi

Daha sonra, Ankara'daki itfaiye müdürlüğüne gitti ve orada yüreği en az Ankara kadar büyük itfaiyeciler ile tanıştı. İtfaiye müdürüne oğlunun son isteğinden söz etti ve oğlunun itfaiye arabasına binip şehirde küçük bir tur atmasının mümkün olup olmadığını sordu.

"Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Eğer oğlunuzu Çarşamba sabahı saat yedide hazır ederseniz, onu o gün şeref konuğu yapar, itfaiyeci kimliğine büründürürüz. Bizimle itfaiye müdürlüğüne gelir, bizimle yemek yer, yangın söndürmeye gelir. Hatta bize ölçülerini verirseniz, ona üzerinde Ankara itfaiyecilerinin kırmızı renk üzerine islenmiş ambleminin olduğu gerçek bir itfaiyeci kostümü diktirir, lastik botları ısmarlarız. Hepsi Ankara’da üretiliyor."

Üç gün sonra, itfaiyeci Bora’yı aldı, ona elbisesini giydirdi, ve hasta yatağından itfaiye arabasına kadar eşlik etti. Bora, itfaiye arabasına kuruldu ve müdürlüğe doğru yol almaya başladı. Kendini çok mutlu hissediyordu. O gün Ankara'da tam üç yangın ihbarı olmuştu. Değişik itfaiye arabalarına, hatta itfaiye Müdürlüğünün özel arabasına da binmişti. Yerel televizyonlar da onu izleyip, çekmişlerdi. Hayallerinin gerçek olması, gösterilen sevgi ve ilgi, Bora’yı o kadar etkilemişti ki, doktorların söylediğinden tam altı ay daha fazla yasamıştı.

Bir gece bütün yaşam belirtileri dramatik bir şekilde yok olmaya başlayınca, hiç kimsenin yalnız ölmemesi gerektiğine inanan başhemşire, aile bireylerini hastaneye çağırdı. Daha sonra Bora’nın itfaiyede geçirdiği günü hatırladı ve itfaiye müdürlüğüne telefon açıp Bora’nın bu dünyaya veda ederken yanında, özel kıyafetleri içinde bir itfaiyecinin bulundurulmasının mümkün olup olamayacağını sordu.

İtfaiye Müdürü; "Bundan daha iyisini de yapabiliriz. Beş dakika içinde oradayız. Bana bir iyilik yapar mısınız? Sirenlerin çaldığını duyduğunuzda, yangın olmadığı anonsunu yaptırabilir misiniz? Sadece itfaiyecilerin önemli bir meslektaşlarını ziyarete geldiklerini söyleyiniz. Ve lütfen onun odasının penceresini açınız" diye yanıtladı.

Yaklaşık beş dakika sonra hastaneye çengel ve merdiven taşıyan kamyonet ulaştı. Merdiveni açtı ve Bora’nın 5. kattaki odasına doğru yaklaştı.

Tam on dört itfaiyeci Bora’nın odasına tırmandılar. Annesinin izniyle onu kucakladılar ve ona onu ne kadar sevdiklerini söylediler.

Ölümle pençelesen Bora itfaiye müdürüne baktı ve; "Efendim ben simdi gerçekten itfaiyeci miyim?" diye sordu.

"Bundan şüphen mi var Bora?" diye yanıtladı müdür.

Bu kelimelerden sonra Bora gülümsedi ve gözlerini sonsuza dek kapattı.

Belki unuttunuz,

belki hatırlamıyorsunuz,

belki de çok duygusuz,

çok katı oldunuz;

Ama bilin ki; Hayat; sevgi ve umut saçmaktır.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
kurşun kalem

Çocuk, büyükbabasının mektup yazışını izliyordu. Birden sordu:
-Bizim başımızdan geçen bir olayı mı yazıyorsun ? Benimle ilgili bir hikâye olma ihtimali var mı ?

Büyükbaba yazmayı kesti, gülümsedi ve torununa şöyle dedi :
-Doğru, senin hakkında yazıyorum. Ama kullandığım kurşun kalem yazdığım kelimelerden çok daha önemli... Umarım büyüdüğünde bu kalemi sen de seversin.

Çocuk kaleme merakla baktı, ama özel bir şey göremedi.

-İyi ama bu kalem benim hayatımda gördüğüm diğer kalemlerden hiç farklı değil ki!

-Bu tamamen nesnelere nasıl baktığınla ilgili. Bu kalemin beş önemli özelliği var ve sen de bu özellikleri kendinde benimseyebilirsen hep dünyayla barışık bir insan olursun.

Birinci özellik: Harika şeyler yapabilirsin, ama attığın adımları yönlendiren bir el olduğunu asla unutma. Bizim için bu el Allah'tır ve her zaman kendi kudretiyle bizi o yönlendirir.

İkinci özellik: Zaman zaman her ne yazıyorsam, durmam ve kalemimin ucunu açmam gerekir. Bu kaleme biraz acı çektirse de sonuçta daha sivri olmasını sağlar. Bu yüzden bazı acılara göğüs germeyi öğrenmelisin, bu acılar seni daha iyi bir insan yapar.

Üçüncü özellik: Kurşun kalem, yanlış bir şey yazdığında bunu bir silgiyle silmene her zaman olanak tanır. Yaptığımız bir şeyi sonradan düzeltmenin kötü bir şey olmadığını anlamalısın, aksine bu bizi adalet yolunda tutmaya yarayan en önemli şeylerden biridir.

Dördüncü özellik: Kurşun kalemin en önemli kısmı, kalemin yapıldığı ahşabın ya da dışarıya yansıyan şekli değil, içerisinde yer alan kurşunudur. O yüzden her zaman kendi içine bakmalı, en çok onu korumalısın.

Beşinci ve son özelliği ise: Her zaman bir iz bırakmasıdır. Aynı şekilde sen de hayatta yaptığın her şeyin bir iz bırakacağını bilmeli ve her hareketinin farkında olmalısın.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kavanoz ve Elma

Konfüçyus, bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun, örneklerle göstermek olduğunu biliyordu. Bu yüzden sınıfın tam karşısına geçti. Eline bir vazo aldı, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu. Diğer elinde bir elma vardı. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koydu ve şöyle dedi:

"Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, elmayı yiyebilir."

Çocuklardan biri acıkmıştı, ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalışıyor, ama başaramıyordu.

"Elimi çıkaramıyorum!"

Konfüçyus, "Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır," dedi. Çocuk elmayı elinden bırakmak istemiyordu; ama sonunda zorunlu olarak bıraktı. Elini vazodan çıkardığında, yüzünde şaşkınlık okunuyordu. ''Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı? '' dedi.

Konfüçyus, vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu! Konfüçyus,"Fakat bu, göründüğü kadar basit değil," dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken.

"Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız.

Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kavak Ağacı ile Kabak


Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

Ders: Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
AYNALI TAPINAK

Cok uzaklarda bir yerlerde, icinde bin aynanin oldugu bir oda olan bir tapinak varmis. Bir gün, nasil olmussa, bir köpek tapinakta kaybolmus ve bu odaya gelmis. Kendinden bin tane birden gorunce dusmani zannettigi goruntulere karsi havlamaya baslamis. Bu havlamalar ve dis göstermeler kendisine bin kati geri donuyormus. Kopek daha da saldirganlasmis. Gittikce kontrolden cikmis ve sonunda, ofkeden oracikta oluvermis.

Bir sure sonra baska bir kopek daha tapinakta kaybolmus ve ayni aynali odaya gelmis. Bu kopek de digeri gibi etrafinin bin tane kopekle cevrili oldugunu sanmis. Sevinc icinde onlara dogru kuyrugunu sallamis ve bu ona bin adet neseli kuyruk sallamasi olarak geri donmus. Kopek mutlu ve cesur bir sekilde tapinaktan cikip yolunu bulmus.

Sadece icinizdeki sizi yansitan insanlari etkileyebilirsiniz. Diger insanlarin icindeki guzellikleri goruyorsaniz, kendi icinizdeki güzelligi kesfetmissiniz demektir.

Eger herkes hayati sizin icin zorlastiriyorsa, o zaman da bunu aslinda kendiniz yapiyorsunuzdemektir
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Affetmenin Hafifliği

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?” Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. ”O zaman” der öğretmen. “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun.” Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar.” Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık.” “Hem sıkıldık, hem yorulduk?” Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: “Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.


______


Bir hastanede ölümü bekleyen hastaların koğuşu,.. koğuşta bir oda.. odada iki yatak, iki hasta.
Birisi pencerenin önünde, öteki duvar dibinde.
Pencere kenarında yatan hasta, yaşamlarının şu son dönemlerinde, sabahtan akşama kadar pencereden bakıp, tüm gördüklerini duvar dibinde yattığı için hiçbir şey göremeyen arkadaşına aktarır.
“Bugün deniz dünden daha durgun. Rüzgar hafif olmalı.. Beyaz yelkenliler belli belirsiz ilerliyor… Park henüz tenha.. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş.. Erguvanlar bugün çıldırmış, öyle bir çiçek açtı ki; etraf mordan geçilmiyor.. Erikler desen gelinden farksız.. Eyvah, küçük çocuklardan biri düştü. Annesi yetişip bağrına basıyor çocuğu. Neyse, çocuk sustu. Gülüyor şimdi.”
Hergün böyle sürüp gidiyor ve adam her gördüğünü duvar dibinde yatan ve ayağa kalkamayan oda arkadaşına anlatıyordur.
Pencere kenarındaki hasta birgün ansızın kalp krizi geçirir. Duvar dibindeki oda arkadaşı, “yardım” düğmesine bassa, doktor çağırabilir ve belki de yanındaki arkadaşını kurtarabilir. Ama arkadaşı ölürse, pencerenin yanındaki yatak boşalacaktır. Ve duvar dibinde yatan hasta “Yardım” düğmesine bilerek basmaz, doktoru çağırmaz ve oda arkadaşı ölür.
Ertesi sabah, duvar dibindeki hastanın yatağını pencerenin yayına taşırlar. Beklediği an gelmiştir. Yattığı yerden pencereden dışarı bakabilecek, olan biteni seyredebilecektir. Fakat o da ne? Pencerenin dibinde kapkara bir duvardan başka hiç bir şey yoktur.
“Nasıl yani!?.. Deniz, gemiler, erguvan ağaçları, çocuk parkı.. hepsi, hepsi yalan mıydı?..” der ağlayarak.. pişman ve yüreğinde kocaman bir vicdan azabı ile tüketir son günlerini.
Karamsar ve umutsuz bir hayat sürerken bile başkalarını mutlu etmeye çalışmalı, onları gördüğümüz karamsarlıklarla karamsarlığa itmemeliyiz…

_____


Bir gün sormuşlar ermişlerden birine, “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”. “Bakın göstereyim…” demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş: “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.” diye de bir şart koşmuş. “Peki…” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine “Şimdi…” demiş ermiş. “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyrun” deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

“İşte…” demiş ermiş: “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim arkadaşını düşünür de doyurursa, o da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. ŞÜPHESİZ, HAYAT PAZARINDA DAİMA SEVGİYİ PAYLAŞANLAR KAZANÇTADIR.”


 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kimsenin yaptığı yanına kalmaz

Abbasi halifelerinin beşincisi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.

Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, sakınan göze çöp batar derler ya. Aynen öyle olur. Bir sabah bahçıvan gelip bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Tek yaprak bırakmamış gülün başında... Korku içinde koşar halifeye:

- Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında... Harun Reşid, telaş etmeden cevap verir:

- Üzülme efendi üzülme, der. Bülbülün yaptığı yanına kalmaz!.

Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalamış, yutmak üzere, otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:

- Sultanım der, bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.

Sultan yine telaşsız:

- Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz!.

Bahçıvan yine işine döner... Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye durumu anlatır:

- Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm. Harun Reşid yine sakin:

- Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz!. Nitekim çok geçmez bahçıvan hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarırlar. Cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir.

-Atın bunu zindana!. Hemen yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:

-Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm.

Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, sen zindana attırıyorsun.. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da seninki mi yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak... Öyle ise gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..

Harun Reşid, doğru söyledin bahçıvan, diyerek:

- Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin!.. Derler ki:

- Sultanımız, yaptığı yanına kalır!..

- Hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. En ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar!..

Evet,Kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç şüpheniz olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla ahirette ödemeye tehir edilirler. Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
iki kardes;

Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.

Günün birinde bekar kardeş kendi kendine: Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil. dedi, Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok. Bu şekilde düşünmesi onu her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye itti.

Bu arada evli olan kardeş de kendi kendine: Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman ona bakacak hiç kimsesi yok. diyordu. Böylece evli olan kardeş de her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.

Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.

Zaten hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
iki köpek; siyah ve beyaz

Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede
birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden
biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli
o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.

Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt
köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu
düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin
neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla,
sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat.”

- “Neyin simgesi” diye sordu çocuk.

- “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik
ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe
ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye
düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- “Peki” dedi. “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- “Hangisi mi evlat?
Ben, hangisini daha iyi beslersem!”
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi.?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci. Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."

Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancın alacaklılarının hakkıdır.' diyor".

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

"Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci."

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.

 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
KIRLANGIC HIKAYESI !

Günlerden bir gün Kırlangıcın biri bir adama aşık olmus. Ve adamın penceresinin önüne konup adama söyle demis;

Ben seni cok seviyorum lütfen pencereyi acıp beni iceri alda birlikte yaşayalım.
Adam:
Olmaz alamam... Sen bir kuşsun hiç bir kuş adama aşık olurmu?...
demis.
Kırlangıc tekrar;
lütfen pencereyi açıp beni içeri al birlikte yaşarız. Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz demiş.
Adam yine;
Olmaz alamam...Git başımdan, diye cevap vermiş.
Üçüncü ve son defa kuş adamın penceresinin önüne konup adama tekrar şöyle demis;
lütfen beni içeri al.. Artık soğuklarda basladı, dışarıda kalamam. Biliyorsun ben sıcak havalarda yasayabilirim sadece beni iceri almassan baska sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım. Lütfen beni iceri alda burada kalayım. Birlikte yemek yer omuzuna konar seni neselendirir sana yarenlik ederim. Hemsende benim gibi yalnızsın, der...
Adam ona;
Git derhal başımdan!... Ben yalnız kalıriı demis ve kuşu kovmus...
Kırlangıcta bu cevap üzerine üzüntülü bir şekilde ucmuş ve uzaklara gitmis..
Adam kırlangıc uzaklara gittikten sonra düsünmüs ve kendi kendine
"Ben ne aptal , nekadar akılsız bir adamım, niye kırlangıcla birlikte kalmayi kabul etmedim? Ne güzel birlikte kalırdık demiş ve cok pişman olmuş, pisman olmus olamasına ama is isten gecmis. Kendi kendine nasil olsa sicaklar baslayinca kirlangicim gine gelir bende onu iceri alir birlikte mutlu bir hayat sürerim, demis. Ve penceresini sonuna kadar acip beklemeye baslamis. Yazın gelmesiyle Kırlangiclarda gelmeye baslamis. Ama onun kirlangici gelmemis.yazin sonuna kadar hic penceresini kapatmadan pencerenin basinda beklemis ama Bosuna....Kırlangıc yokmus.Gelen kırlangıclara sormus ama onun kırlangıcını gören olmamis. Sonunda bir bilge kisiye halini danismak ve ondan bilgi almak icin gitmis.
Bilge kisiye olayı anlattıktan sonra bilge kisi ona söyle demiş;
- K ı r l a n g ı c l a r ı n Ö m r ü 6 a y d ı r . . .

Hayatta bazı firsatlar vardır ömründe bir defa insanın eline geçer ve degerlendiremessen ucup gider..
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
sağır

Adamın biri artık karisinin eskisi kadar iyi duymadığından korkuyormus ve karısının işitme cihazına ihtiyaç duyduğunu düşünüyormuş.Ona nasıl yaklaşması gerektiğinden emin değilmiş.

Bu durumu konuşmak icin aile doktorunu aramış; doktor adamın karisinin ne kadar duyduğunu anlayabilmesi icin basit bir yöntem önermiş.

"Yapacağın şey su, karından 40 adim ileride dur, normal bir konumsa tonuyla bir seyler söyle; eğer duymazsa 30 adim ilerisinde ayni seyi tekrarla, sonra 20 adim; cevap alana kadar aynı şeyi tekrarla

"O aksam karisi mutfakta aksam yemeğini hazırlarken adam islemi uygulamaya koymus.

40 adim uzaklıktan karısına normal bir konuşma tonuyla seslenmiş

"Hayatim bu aksam yemekte ne var?"

Cevap yok Mutfağa biraz yaklaşmış. Mesafeyi 30 adıma indirmiş ve soruyu tekrarlamış

"Hayatim bu aksam yemekte ne var?"

Gene cevap yok Mutfaga biraz daha yaklasmis, mesafe 20 adim ve tekrar sormuş

"Hayatim bu aksam yemekte ne var?"

Hala cevap yok Adam mutfagin kapisina gelmis artik mesafe iyice azalmis ve soruyu tekrarlamis

"Hayatim bu aksam yemekte ne var?"

Gene cevap alamamis Bu sefer karisina iyice yaklasmis ve ayni soruyu tekrar sormus

"Hayatim bu aksam yemekte ne var?"

"Hayatim besinci kez soyluyorum, Tavuk"

Hikayenin ana fikri:Belki de genelde düşündüğümüz gibi problem daima karsimizdaki kisilerde olmayabilir. Problemlerin sebebini birazda kendimizde aramaliyiz..
 

_emos_

Daimi Üye
Katılım
13 Mart 2011
Mesajlar
4.420
Tepki
5.513
Puan
113
Konum
güNeşin battıgı yer:)
NE KADAR SEVİNMİŞDİM



Evet,gerçekten çok sevinmiştim. Zira bizim Şükrü’yü namaz kılarken görmüştüm. Bu yaşına kadar namaz kılmamıştı.

Namazsız geçen elli küsur yıl... Kolay değildi. Hem kötü arkadaşlarından ayrılmış,eski kötü adetlerini terk etmiş ve artık namaza başlamıştı. Beni düşündürmüştü bu durum.

Bu sevinçle yanına yaklaştım ve;

-“Maşaallah! şükrü seni tebrik ederim. Artık namaza başlamışsın.”diyerek onu kucaklamaya başladım. sevincimden anne-babama kavuşmuş gibi sevinçliydim. Nerdeyse bırakmak istemiyordum.

Benim bu sevinçli,gülüp sevinerek yaptığım harekete Şükrü de gülerek karşılık verdi. Ancak içinden bir şeyler söyleme isteği,sevincimin devam etmesini istememe gibi bir duygusu vardı. Çok da sürmedi.

Şükrü bana şunları söylemeye başladı:

“Ne namazı,ne namaza başlaması yav!! Günleri şaşırmışım. Ben bu gün Cuma zannetmiş,camiye girmiştim. Sonradan fark ettim. Meğer bu gün Perşembeymiş!..”

Bu cevap karşısında çok şaşırmış ve çok üzülmüştüm.

Meğer şaşkınlar şaşkınlığı kendilerinde değil,günlerde arıyorlarmış.

Allah kimseyi şaşırtmasın!! Âmin...

Ben onun kazançlı çıkmış olmasına sevinirken,o yanlışlıkla kılabilmekten dolayı zararlı çıkacağını düşünmekte.

Kazancını kılmakta değil,kılmamakta hesab etmektedir.

Acaba,kılan kılmakla ne kaybetti,kılmayan kılmamakla ne kazandı?

İkisinin de ömrü geçi ve de sür’atle geçmektedir.
alıntı..
 

deniz 22

Daimi Üye
Katılım
25 Şubat 2013
Mesajlar
442
Tepki
522
Puan
93
Konum
İstanbul
Padisahin isi ne?

Sultan Murad Han o gün bir hos"tur. Telaseli görünür. Sanki bir seyler söylemek ister sonra vazgecer. Neseli deseniz degil, üzüntülü deseniz hic degil.

Veziriazam Siyavus Pasa sorar:
- Hayrola efendim, caninizi sIkan bir sey mi var?
- Aksam garip bir rüya gördüm.
- Hayirdir insallah?..
- Hayir mi ser mi ögrenecegiz.
- Nasil yani?
- Hazirlan, disari cikiyoruz.

Ve iki molla kiliginda cikarlar yola. Görünen o ki, padisah hala gördügü rüyanin tesirindedir ve gidecegi yeri iyi bilir. Seri, kararli adimlarla Beyazit'a cikar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten asagilara sallanir. Unkapani civarinda soluklanir. Etrafina daha bir dikkatle bakinir. Iste tam o sirada yerde yatan bir ceset gozlerine batar, sorarlar;

- Kimdir bu?
Ahali:
- Aman hocam hic bulasma, derler. Ayyasin meyhusun biri iste!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kirk yillik komsumuz... Bir baskasi tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslinda iyi sanatkardir. Azaplar carsisi'nda calisir. Nalinin hasini yapar... Ancak kazandiklarini ickiye, fuhusa harcar. Hem sise sise sarap tasir evine, hem de nerde namli mimli kadin varsa takar pesine..

Hele yaslinin biri cok öfkelidir:
-Isterseniz komsulara sorun, der. Sorun bakalim onu bir cemaatte gören olmus mu?..

Hasili, mahalleli döner ardini gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalirlar mi ortada!.. Tam vezir de toparlaniyordur ki, padisah keser yolunu :
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayi yeglersiniz sanirim.
- Millet bu, ceker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, söyle veya böyle tebamizdir. Defini tamamlamak gerek.
- Iyi ya, saraydan birkac hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti cözemedik daha.
- Peki ne yapmami emir buyurursunuz?
- Mollaliga devam... Naasi kaldirmaliyiz en azindan.
- Aman efendim, nasil kaldiririz?
- Basbayagi kaldiririz iste.
- Yapmayin, etmeyin sultanim, bunun yikanmasi, paklanmasi var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmaliyiz.
- Surada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydin nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azindan Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkani coktur. Taninmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...

Ve gelirler camiye. Vezir saga sola kosturur, kefen tabut bulur. Padisah bakir kazanlari vurur ocaga... Usuli erkaninca bir güzel yikarlar ki, naas; ayan beyan güzellesir sanki. Bir nurdur, aydinlanir alninda. Yüzü sakilere benzemez. Hem manali bir tebessum okunur dudaklarinda. Padisahin kani isinmistir bu adama, vezirin de keza... Mechul nalinciyi kefenler, tabutlar,
musalla tasina yatirirlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardir daha... Bir ara vezir sIkIntIlI sIkIntIli yaklasir.

- Sultanim, der. Yanlis yapiyoruz galiba...
- Nasil yani?..
- Heyecana kapildik, sorup sorusturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanimi vardir, belki yetimleri?..
- Dogru, öyle ya, neyse... Sen basini bekle, ben mahalleyi dolanip geleyim.

Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padisah garip maceranin basladigi noktaya kosar. Nitekim sorar sorusturur. Nalincinin evini bulur. Kapiyi yasli bir kadin acar. Hadiseyi ****netle dinler. Sanki bu vefati bekler gibidir.

- Hakkini helal et evladim, der. Belli ki cok yorulmussun. Sonra esige cöker, ellerini yumruk yapar, sakaklarina dayar... Aglar mi? Hayir. Ama gözleri kisilir, hatiralara dalar belki.. Neden sonra silkinip cikar hayal dünyasindan...

- Biliyor musun oglum? Diye dertli dertli soylenir... Bizim efendi bir alemdi, vesselam... Aksamlara kadar nalin yapar... Ama birinin elinde sarap sisesi gormesin; elindekini avucundakini verir satin alirdi. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed icmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadinlarin ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamaninizi satin aldim mi? Aldim, derdi. Oyleyse simdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkibeler anlatirdim onlara... Mizrakli ilmihal. Hucceti Islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne saniyor halbuki...
- Milletin ne sandigi umrunda degildi. Hos, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamin arkasinda durmali ki, derdi. Tekbir alirken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kac tane kaldi simdi?
- Iste bu yüzden Nisanci'ya, Sofular'a uzanirdi ya... Hatta bir gün; Bakasin efendi, dedim. Sen böyle böyle yapiyorsun ama komsular kötü belleyecek.
Inan cenazen kalacak ortada...
- Dogru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasin deyip, mezarini kendi kazdi bahceye. Ama ben üsteledim. Is mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yikasin, kim kaldirsin?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra; Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padisahin isi ne?
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst