Kıssadan Hisseler/İbretlik Öyküler

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı. Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.

Kadınlardan biri: Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez... Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.

Diğer kadın heyecanla atılarak:

-Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi. Tıpkı bir bülbül gibi şakır. Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur. Allah vergisi bu...

Üçüncü kadın susup duruyordu. Diğerleri sordular: Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki... Ne diye durup dururken öveyim onu.

Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular. İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı. Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı. Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı.

Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu. Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:

-Aman ne kabiliyetli çocuk!.. İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.

Kadınlar ihtiyara dönüp: -Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla: -Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı. Onu çok beğendim...
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Delikanlı, katı yürekli bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemişti. Ancak kız, korkunç bir şart ileri sürerek:

- Senin sevgini ölçmek istiyorum, dedi. Bunun için de köpeğime yedirmek üzere bana annenin kalbini getireceksin.

Delikanlı, tüyler ürperten bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış ve uzun bir tereddütten sonra hislerine mağlup olup annesini öldürmeye karar vermişti. Annesi, belki de durumu farkettiği icin oğluna fazla direnmedi. Ve çocuk, annesini öldürerek kalbini bir mendile koydu.

Delikanlı , kızın isteğini yerine getirmiş olmanın heyecanıyla yolda koşarken, ayağı bir taşa takıldı. Kendisi bir tarafa, mendil icindeki kalp bir tarafa fırladı. Canının acısından, ağzından ister istemez "Ah anacığım!" sözleri döküldüğünde annesinin tozlara bulanan ve hala soğumamış olan kalbinden bir ses yükseldi:
- Canım yavrum, bir yerin acıdı mı?
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Bebeğimi görebilir miyim?" dedi yeni anne...

Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve
şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan
bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece . görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu
olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve
kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu...

Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı idi;

Ağlayarak: "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir
öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı.

Annesi, her zaman ona "Genç insanların arasına karışmalısın" diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde
derin bir acıma ve şefkat hissediyordu...

Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

- "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor : - "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün
babası :

- "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma
bu bir sır..." dedi.

Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de
düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat
oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:

- "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım..."


Bir şey yapabileceğini sanmıyorum" dedi babası, "Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz
değil..."

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi...

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesı başında babasıyla birlikte bekliyordu.
Babası yavasça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti;
annesinin kulakları yoktu...

- "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı
babası...

- "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"

Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde
değil, asıl görünmeyen yerdedir...

Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!"
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Ahmet ve Nihat adında iki arkadaş varmış. Aynı okulda okuyorlarmış.

Ahmet istanbulda yaşayan, evi, arabası yeterince parası olan biriymiş. Nihat memleketten İstanbul'a gelmiş zor şartlar altında yaşayarak okuyormuş. Bunlar zamanla daha da iyi arkadaş olmuşlar. Ahmet Nihat'ın durumuna üzülüyor yardım yolları arıyormuş. Nihat'ı evine almış. Yedirmiş içirmiş. Cebine para koymuş. Üstünü giydirmiş. Kendine aldığı yeni kıyafetlerini bile ona vermiş.

Artık beraber gül gibi yaşayıp gidiyorlarmış. Bir gün Ahmet camdan dışarı bakıyormuş. Karşıdan gelen uzun süredir hayran olduğu ve yakında açılmak istediği kızı görmüş. Ve sonra arkadan Nihat'ın onu takip ettiğini. Nihat eve gelmiş ve Ahmet'e o kızdan cok hoşlandığını aralarını yapıp yapamayacağını sormuş. Ahmet kendisinin de ondan hoşlandığını söyleyememiş.

Arkadaşınin üzülmesini istememiş çünkü. Aralarını yapmış.

Derken zamanla okul bitmiş. Nihat bir süre sonra Kayseri'ye vali olmuş. Evi arabası, yatı, katı, bir sürü parası olmuş. O kızla da evlenmiş. Ama Ahmet tam tersi. Evini arabasını kaybetmiş. Bütün parası bitmiş. Yatmaya yeri yemeye yemeği kalmamış. Aç sefil gezerken komşuları,

- Senin bir arkadaşın vardi Nihat diye. O Kayseri'ye vali olmuş, neden ondan yardım istemiyorsun, belki sana bir iş verir demişler. Ahmet reddetmiş hemen. Bunu kabullenemem demiş. Komşular ne kadar ısrar ettiyse de bir türlü kabul ettirememişler.

Ahmet için daha zor günler başlamış. Bakmış olacak gibi değil komşularını dinleyip tutmuş Kayseri nin yolunu. Valiliğe gelmiş. Ordaki odacolardan birine Nihat Beyi görmek istiyorum demiş. Odaco Nihat Beyin yanına girmiş çıkmış ve

- Sizi görmek istemiyor. demiş. Nasıl olur demiş Ahmet. Ona İstanbul'dan çok yakın arkadaşın Ahmet geldi deyin. Odacı tekrar gitmiş ve,

- Nihat bey sizi tanımadığını eğer daha fazla ısrar ederseniz kovduracağını söyledi demiş.

Ahmet duyduklarına inanamamış. Nasıl olur da, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, sevdiği kızı bile verdiği can ciğer arkadaşı Nihat onu tanımaz. Yıkılmış bir şekilde valilikten çıkıp doğru Nihat'ın evine eskiden hoşlandığı kızın yanına gitmiş. Belki yardım eder diye. Kapıyı çalmış. Birinin gelip dürbünden kendine baktığını hissetmiş. Ama kapıyı açmamış kadın.

Bir kez daha yıkılmış. Dışarı çıkıp kendini toplamaya çalışırken yanına yaşlı bir amca yaklaşmış. Ahmet'in durumundan cok etkinlenmiş adam. Olayı anlatmasını istemiş. Ahmet'te olduğu gibi anlatmış. Adam cok üzülmüş.

Demiş ki.. -Bak evladım. Seni cok sevdim. Dürüst bir insana benziyorsun. Bak benim şurada bir sarraf dükkanım var. Gel istersen benimle çalış. Hem para kazanırsın hem de yatmaya yerin olur. Ahmet hemen kabul etmiş ve çalışmaya başlamış.

Gel zaman git zaman dükkana başka bir yaşlı amca gelip gitmeye başlamış.

Çok iyi arkadaş olmuş Ahmet'le. Bir gün bu yaşlı amca elinde bir kutuyla gelmiş dükkana. Bak ben bir yere gidiyorum. Eğer 3 ay içerisinde dönmezsem bu kutu senindir, istediğin gibi kullan, demiş. Ahmet kutuyu almış, odasında bir yere koymuş. 3 ay geçmiş, 4 ay geçmiş, 6 ay geçmiş amca hala gelmemiş.

Sonunda Ahmet kutuyu açmaya karar vermiş. Bakmış içinde, elmaslar, mücevherler, altınlar, bir sürü de para varmış. Ne yapacağını şaşırmış. Hemen patronuna gidip durumu anlatmış. Patronu da artık o kutunun kendisinin olduğunu istediği gibi kullanabileceğini söylemiş. Bir de öneride bulunmuş.

- Bak sen bu işi iyice öğrendin. Gel sana bir kuyumcu dükkanı açalım. Gül gibi geçinip gidersin. Hemen dükkanı açmışlar. Ahmet almış başını yürümüş. Ev,araba, yat, kat. Zengin olmuş kısacası. Bir gün dükkana bir anne-kız gelmiş. Kızdan hoşlanmış Ahmet. Zamanla görüşmeye başlamışlar, derken nişanlanmışlar. Düğün vakti gelmiş. Davetiyeler hazırlanırken kız valiyi de çağıralım demiş. Ahmet kabul etmemiş. Nasıl olur demiş kız. Biz bu şehrin ileri gelenlerindeniz, valiyi çağırmasak olur mu? Ahmet yine kabul etmemiş.

Kız ısrarla neden böyle davrandığını sorduğunda anlatmış Ahmet. Sorunun bu şekilde çözülmeyeceğini söylemiş kız. Biz çağıralım, o yaptığından utansın demiş. Ve ona da bir davetiye yazmışlar. Düğün günü gelmiş çatmış. Davetliler tek tek gelirken heyecan içindeymiş Ahmet.

Nihat'ın gelip elmeyeceğini düşünüyormuş. Derken eşiyle kapıda görünmüş Nihat.

Ahmet, ilk başlarda gözgöze gelmemeye çalışmış. Nihat ne yana gitse öbür tarafa kaçıyormuş Ahmet. Hiç gözgöze gelmemeye çalışıyormuş. Dayanamamış birden. Piste çıkmış, almış mikrofonu eline.

Başlamış anlatmaya. Zamanında ben durumum iyiyken sevgili valimiz Nihat beyle aynı okulda okuyorduk. O zamanlar Nihat beyin durumu bu kadar iyi değildi. Nihat'ı evime aldım. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. Sevdiğim kızı bile ona verdim. Bir gun benim durumum kötüleşti. Elimde avucumda ne varsa kaybettim. O kadar zor durumdaydım ki Nihat'a yardım istemeye gittim. Ama o beni tanımadığını söyledi, kovdurdu. Ordan çıkıp eşinin yanına gittim. Ama o kapıda benim olduğumu bildiği halde kapıyı açmadı.

Şok olmuştum. Dışarıya çıkıp kendime gelmeye çalıştığım anda bir amcayla karşılaştım. Sağolsun bana bir iş, yatacak bir yer verdi. Orada çalışırken çevrem genişledi. Başka bir amcayla tanıştım. Gel zaman git zaman o amca elinde bir kutuyla geldi yanıma. Bir yere gideceğini 3 ay içerisinde dönmezse kutunun benim olacağını söyledi. Gelmedi. Kutuyu açtım. İçinde beni bugünlere getiren yüklü eşyalarla ve paralarla karşılaştım. Sonra kendime bir kuyumcu dükkanı açtım. Orada sevgili nişanlımla tanıştım. Ve evleniyorum.

Anlattıklarım yalansa yalan desin Nihat Bey, demis ve bırakmış mikrofonu. Herkes şaşkınlık içinde Nihat Beye dönmüş.

Acıyarak bakmışlar bir Ahmet'e, bir Nihat'a. Nihat bir cevap vermek zorunda kalmış. Almış mikrofonu. Başlamış anlatmaya. Evet Ahmet'in söylediklerinin hepsi doğrudur. Yalan diyemem. Zamanında bana çok yardım etti, hakkını ödeyemem. Sağolsun benim mutlu bir evlilik yapmama öncülük etti. Ama eşimi zamanında sevdiğini bilmiyordum. Durumunun kötüye gittiğini, bir gün bana geleceğini biliyordum. Hep o günü bekledim. Ve sonunda geldi.

Onu kapıdan kovdurdum doğrudur. Ama niye kovdurdum. Eğer ben o zaman ona yardım etseydim gururuna yediremeyecekti. Belki de bir süre sonra intihar edecekti. Iyi bir arkadaşımı kaybetmek istemem.

Burdan çıktıktan sonra direk eşime gideceğini biliyordum. Hemen eşime telefon açtım. Ona Ahmet'in geleceğini, kapıyı açmamasını söyledim. Açmadı. Derken bizim evin karşısında bir sarraf dükkanı işleten arkadaşım var. Ona hemen telefon açtım. Bizim evden çıkan bir adam görürse onu işe almasını yardımcı olmasını istedim. İşe aldı, yatacak yer verdi. Bir gün babamı gönderdim ona. Can yoldaşlığı etsin diye...İyi arkadaş oldular...

Sonra babama bir kutu verdim Ahmet'e versin diye. O kutu babamın değildi. Benim de değildi. O zaten Ahmet'indi. Ona borcumu hiçbir zaman ödeyemem. Ahmet kutuyu aldı. İyi kullandı ve bugünlere geldi. Bir gün annemle kızkardeşimi gönderdim. Durumu nedir bir kontrol edin diye. Orada birbirlerini görüp aşık olmuşlar, evleniyorlar.
Bırakmış mikrofonu. Ahmet'le beraber herkes şaşkınlık içinde kalmış. Bir an gözgöze gelmişler. Derken birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Güzel bir düğün olmuş, beraberce mutlu yaşamışlar.

Kimin nerede ve ne şekilde karşılaşacağı bilinmez.. Öyle değilmi?..
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Doğacak çocuk doğumdan bir gün önce Allah ile görüşür.
Bebek ;
- Allah’ım, Dünya'ya gideceğim ve orada ne yapacağımı bilmiyorum.
- Ben senin için bir Melek yarattım ve o seninle ilgilenecek.
- Allah’ım, ben onların dilini bilmiyorum. Onlarla nasıl anlaşacağım ?
- Senin için yarattığım Melek, sana büyük bir sabırla onların dilini öğretecektir.
- Allah’ım, Dünya’da, duyduğum kadarıyla çok kötülükler varmış. Onlarla nasıl başa çıkacağım ? Bilemiyorum !
- Senin için yarattığım Melek, seni, bütün kötülüklerden canı pahasına koruyacaktır. Merak etme !
- Allah’ım, sana tekrar nasıl döneceğim ?
- Senin için yarattığım Melek, bana nasıl döneceğini sana anlatacaktır.
Derken Melekler gelir ve bebeğe Dünya’ya gitme zamanının geldiğini söylerler, Bebeği Yaradan Rabb’ının huzurundan götürürlerken bebek tekrar sorar ;
- Allah’ım, benim için yarattığın Melek’in adı ne ?
- Adının önemi yok ama sen ona ANNE diyeceksin.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi.. Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar.. Adam çok susamıştı.. Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular.. Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın..
Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu :
- “Afedersiniz... burası neresi ?”
Kadın ona gülümsedi :
- “Burası Cennet, efendim.”
Adam bunun üzerine sevinçle “Harika...!!!” dedi.
- “Peki bana biraz su verebilir misiniz, gerçekten çok susadım..”
Kadın cevap verdi :
- “Tabii efendim, içeri girin... İçerde dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz...”
Böylece adam köpeğine döndü...
- “Hadi oğlum içeri giriyoruz” diyerek kapıya yürüdü...
Ama kadın onu birden durdurdu :
- “Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez... Hayvanları içeri almıyoruz...”
Bunun üzerine adam bir an durdu.. Düşündü.. Ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular...
Bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu bir yolda buldular ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı... Adam sordu :
- “Afedersiniz... Bana biraz su verebilir misiniz?”
Dede “İçeri gel” dedi..
- “Kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir çeşme var...”
Adam sordu :
- “Peki arkadaşım da benimle gelip ordan içebilir mi?”
Dede “Tabii...” dedi.. “ çesmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın...”
Bunun üzerine adam kapıdan girdi... Biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çesmeyi buldu.. Adam çeşmeden köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler... Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu :
- “Su için çok tesekkür ederim... Peki burası neresi..?”
Dede “Burası cennet” dedi...”
Bunu duyan adam şaşırdı :
- “Ama nasıl olur..? Az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler...”
Dede “Şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?” dedi... “Ama orası Cehennem..”
Adam iyice şaşırmıştı:
- “Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz..?”
Dede gülümsedi :
- “Kızmıyoruz... Çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet`ten uzak tutuyorlar....”
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı.

Telefondaki ses annesine aitti.

Telaşlandı, Korktu başlarına bir şeymi gelmişti acaba diye endişelendi..

Annesi “nasılsın oğlum iyi misin” diye sordu.

Oğlu şaşkın bir ifadeyle “iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyi misiniz?” dedi.

Annesi “biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim” dedi.

Oğlu da “anne bunun için mi aradın saat sabahın üç buçuğu yarın da konuşabilirdik” diyince annesi de

“Rahatsız mı ettim oğlum?” dedi.

Oğlu “evet anne rahatsız ettin” diyerek hiddetli bir şekilde cevap verdi. Bunun üzerine annesi;

“30 sene önce sen de beni bu saatte rahatsız etmiştin oğlum, doğum günün kutlu olsun” diyerek telefonu kapattı.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Bir lokma ekmeğin faydası.

Bir kadın, yanında küçük çocuğuyla ormana oduna gidiyordu. Karşılarına bir ihtiyar kimse çıkıp dedi ki:
- Çok fakirim, açım. Ne olur bana bir lokma yiyecek ver!
Kadın da yanında bulunan bir parça ekmeği ona verdi.
İhtiyar, duâ ederek oradan ayrıldı. Kadın ormanda odun toplamakla meşgul olduğu bir zamanda, bir vahşî hayvan gelip çocuğunu kaçırdı. Kadın, çocuğunun feryadını duyunca, hemen koştu. Fakat, elinden birşey gelmiyordu.
Bir müddet sonra çocuk ağlayarak kan ter içinde geri geldi. Kadın sevinçle çocuğuna sarıldı. Bu esnada şöyle bir ses duydu:
“Kendi ihtiyacın olduğu hâlde, ihtiyara verdiğin o bir lokma ekmek sebebiyle çocuğun kurtuldu.”
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...

Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah'ın varlığına inanmıyorum."

Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"

Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insanlar olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok"
Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."
Adam: " Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."

Berber: " Himm... Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"

Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Seccadenin Feryadı.

Gün ışımamış sabah yakındır...
Yorgunluğun verdiği ağırlıkla hemen uykuya dalmıştı. Bir iniltiyle uyandı adam. Etraf halen karanlıktı. İniltiyi rüya gördüğüne yordu. Dudakları susuzluktan çatlıyordu, öyle susamıştı. Işıkları yakmadan mutfağa gidip suyunu içti ve yatağına döndü. Tam uyumak üzereyken, aynı inleme sesi tekrar kulaklarını tırmalamaya başladı. Ama rüyamıydı uyanıkmıydı farkında değildi. Sesin geldiği yöne doğruldu. O an rüyada olduğuna iyice emin oldu. Çünkü duyduğu sesin sahibi evin tek seccadesiydi.

Adam şaşırdı ve korkulu bir sesle:

- İnleyen sen miydin?

- Evet dedi seccade

- Niçin ağlıyorsun?

Seccade yine içe işleyen bir sesle:

- Seni uykundan uyandıran susuzluğunu, doyuncaya kadar, su içerek giderdin. Oysa benim susuzluğumu giderecek kimsem yok!

- Nasıl susarsın, sen canlı bile değilsin dedi adam.

Seccade:

- Benim ihtiyacımda bir nevi sudur ama içtiğin değil. Benim susuzluğumu ancak tövbekar kulların gözyaşları giderir.

- Anlamadım dedi adam, meraklı gözlerle seccadeye

- Ağlarım çünkü Allah'ın kulları; kabrinin aydınlığa ulaşmasını, karanlıklarda kalmamayı, o kutlu günde aydın olmayı isterler. İsterler de bu vakitte kalkıp iki rekat teheccüd namazı kılmazlar.Hep bakarım sana, bir günde kalkıp şükür için namaz kılmazsın.

- Beni rahat bırak deyip döndü adam.

- Ey Allah'ın kulu; bak işte sabah namazının vakti geldi. Ezanlar; namaz uykudan hayırlıdır diye sesleniyor. Ah sabah namazı, ah bu sabah namazı! Namazlar arsında müstesnadır.Hem kalbe hem de ruha hayat veren bir iksirdir o. Yetmiyor mu? Gece gündüz dünya için koşturduğun, Aziz ve Kahhar olan Allah'ın çağrısına neden icab etmezsin!!!

Adam yine sıkılarak:

- Ey seccadem beni rahat bırak. Gündüz yeterince yoruluyorum, biraz daha uyuyayım deyip yatağın sıcaklığına bıraktı kendini.

- Seccade yılmadan adamı uyarmaya ve uyutmamaya çalışıyordu.

- Demekki sen dünyaya ahiretten daha çok önem veriyorsun.

Adam iyice öfkelendi:

- Yeter artık lütfen konuşma diye bağırdı.

Seccade bu çıkışın karşısında önce sustu. Daha sonra sesini iyice alçaltarak:

- Ah o fecir vaktindeki adamlar, ah o fecir vaktindeki adamlar dedi. Sen o nurlu Peygamberin bu vakit için neler söylediğini bilmezmisin. "Her kimki güneş doğmadan ve batmadan evvel namazlarını eda ederlerse ateşe girmeyecek", ve yine o güzel insan "Kim şu iki namazı (sabah ikindi veya sabah yatsı) kılarlarsa cennete girer." Ve nihayet "Münafıklara en ağır gelen namaz sabah ve yatsı namazıdır. Onlar ki o iki namazdaki ecri bilselerdi sürüne sürüne giderlerdi."

Bunun üzerine adam yatağından doğrulup:

- Haklısın sabah namazı gerçekten önemli dedi..

- Öyleyse kalk ve namaz kıl dedi.

- Yarın inşAllah, mutlaka kalkacağım ama bugün çok yorgunum dedi adam.

Seccade son bir ümitle:

- Kişi salih amellerin ne kadar büyük ecri olduğunu idrak edemezse tüm zamanlarda bu ameller zor gelir. Sorun uyumaksa, kabirde uykudan çok ne var! Gel sözümü dinle ey Allah'ın kulu!

Bu andan sonra adamda tek kelime duyulmadı. Seccadede bir süre sessiz kaldı. Adam uykuya devam etti.

Ama heyhat! Adam ömründeki en uzun uykuya dalmıştı bile.

Seccadenin son sözlerini duyamadı. O an seccade adamın öldüğünü anlayınca kısık bir sesle şunları söylüyordu.

- Ey tövbesini yarına erteleyen bilirmisin yarına çıkabileceğini!!!

Ölüm pusuda hep, biz dünya için günah işlerken. Süreside kısıtlı gün gelip, atar, farkında olmadan.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Şüphesiz herşeyi bilen Allah’tır.

Allah’ın sevgili kullarından biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:
“Sabah olunca, karşına ilk çıkanı ye, ikinci çıkanı sakla, üçüncü çıkanın dileğini kabul et, dördüncü geleni üzme, beşinciden de kaç!”

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti.

Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi:
"Rabbim bana bunu yememi emretti, Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez."
Onu yemeye karar verdi, dağa doğru yürüdü; Yaklaştıkça dağ küçüldü.
Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü.
Onu tutup yedi, baldan tatlı buldu. Allah’a hamdetti, yürüyüp gitti.

Karşısına altından bir leğen çıktı.
Şöyle dedi: "Rabbim, bunu da saklamamı emretti."
Bir çukur kazdı, onu gömdü, yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı.
Leğen toprak yüzüne çıkmıştı, geri döndü, tekrar gömdü.
Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yine toprak üstüne çıktı.
Kendi kendine, “Ben emredileni yaptım.” diyerek bırakıp gitti.

Karşısına bir kuş çıktı, peşinden bir şahin onu kovalıyordu.
Kuş ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın sevgili kulu, beni sakla. Bana yardım et.”
Onu aldı. Koynuna sakladı. Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:
“Ey Allah’ın sevgili kulu, ben açım, sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim.
Onu yakalamak istiyorum, kısmetime engel olma. "

Kendi kendine şöyle dedi:“Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi, yaptım.
Dördüncüyü üzmemem emredildi, Şimdi ne yapacağım?
Bu işe şaştı.
Sonra bıçak aldı; kendi uyluğundan bir parça et kesti, şahine attı; o da kapıp kaçtı.
Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti.
Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı.

Akşam olunca şu duayı yaptı: “Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne ise bana bildir.”

Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı:
- Birinci, görüp yediğin öfkedir; Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.
- İkincisi, iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar.
- Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme.
- Dördüncüsü, Bir insanın sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun.
- Beşincisi, gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Niyetlerinin karşılığını buldular

İyi niyetle, ihlasla yapan iyiliğe, kötü niyetle yapan da kötülüğe kavuşur. Evliyanın büyüklerinden Yûsüf-i Hemedânî hazretleri senede bir ay Bağdat’a gelip vaaz edermiş. Bu vaazı dinlemeye üç arkadaş geliyor. Birisi kalbinden diyor ki: “Yâ Rabbi bu ne bahtiyarlık, bu ne seâdet.. Bir Allahadamı bu memlekete gelmiş bize nasihat verecek, vaaz verecek. Biz ne kadar şanslı insanlarız” diyor. Birisi de diyor ki:

“Bu hocalar para kazanmak için, şöhret kazanmak için kendi köylerinden kalkıp buraya geliyorlar. Ona bir soru soracağım ki, cevabını veremeyecek, rezil olacak” diyor. Üçüncüsü de diyor ki: “Mâdem gelmiş, arkadaşlarım inşâAllah istifade eder, ama burada hoca mı yok?” diyor.

Biri tam teslim, biri tam red, biri de ortada. Vaazda, Yûsüf-i Hamedânî hazretleri, birinciye diyor ki; “Ey Abdülkâdir! Bu niyetinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdâd’da bir kürsüde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; (Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir) dediğini sanki görüyor gibiyim. Sen o kadar büyük bir evliyâ olacaksın ki, senin zamanında senden daha büyük bir evliyâ olmayacak. Gerçekten de, Abdülkadir-i Geylani, zamanında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu.

İkincisine bakarak diyor ki: “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevabını bilemeyeceğim süâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin süâl şudur. Cevabı da şöyledir... Sen büyük alim olacaksın, fakat senden küfür kokusu geliyor. Yıllar sonra, İbnüssakka, Dicle nehrinin kenarında bir taşın üzerine oturur,Allah’ın var ve bir olduğunu üç yüz delil ile ispat edermiş.

Sonra İstanbul’a gitmiş. Orada hükümdarın kızına aşık olmuş ona kavuşabilmek için İslâmiyetten ayrılmış. İhlas olmadığı için bu kadar çok ilmi onu kurtaramamış. Bu sefer de üç yüz delille üç olduğunu isbat etmeye kalkışmış.

Üçüncüsüne de diyor ki: “Sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek, sen dindar olmazsın, dinsiz de olmazsın. Zengin de olmazsın, fakir de olmazsın, sürünüp gidersin” buyurmuş. Nitekim, bunun da bütün ömrü sıkıntı, perişanlık içinde geçmiş.

Mehmet Oruç
______

Abdullâh İbn-i Selâm (r.a.)'a Yahudilerin İftirası

Abdullâh İbn-i Selâm derki: Resülüllâh Mekke’de Peygamberliğini açıkladığını işittiğim zaman, ben Onun sıfatını, ismini, zamanını biliyordum. Zira Tevrat kitabında bu çok açık bir şekilde anlatılmıştı.
Medine’ye geldiğinde halk kendisini görmek için üşüştüler. “Resülüllâh geldi!” denilince Onu görmek için Medine’lilerin aralarına karıştım. Resülüllâh’ın yüzünü görünce anladım ki; Onun yüzü yalancı yüzü değildir.

Bir başka gün gelip Efendimize üç tane soru sordu ki, kendi ifadesiyle bu sorulara ancak Peygamber olan cevap verebilirdi. Soruların cevaplarını aldıktan sonra, aşk ve coşku içerisinde kelime-i şehâdet getirip îman etti.
Abdullâh İbn-i Selâm, Efendimize: “Ya Resülellâh! Hiçbir mucizeniz olmasa, şu simanız Peygamber olduğunuza mucize olarak yeter!” demiştir.

Yahudi âlimlerinden olan Abdullâh İbn-i Selâm, kavmi içinde en çok sözü geçeni, en çok itibar göreni ve yahudilerin ileri gelenlerindendi.

Abdullâh İbn-i Selâm, Peygamberimizin evinde bulunduğu bir sırada, yahudilerden bazıları Efendimizle görüşmeye gelmişlerdi. Abdullah İbni Selâm, îman ettikten sonra kavminin kendisine karşı takınacağı tavrı bildiğinden, Efendimize şöyle dedi:

- Ey Allâhın Resülü! Yahudiler, insanı hayrette bırakacak kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralarda bulunan, zâlim ve haksız bir kavimdir. Eğer Sen benim seciye ve tutumumu onlardan sormadan önce, onlar benim müslüman olduğumu duyar öğrenirlerse, muhakkak Senin yanında bana akla hayale gelmedik iftiralarda bulunurlar. Sen benim hakkımda onlara önceden sor! dedi ve evin bir tarafına onları duyabilecek şekilde gizlendi.

Peygamber Efendimiz yahudilere onun hakkında sordu:
- Abdullâh İbn-i Selâm nasıl bir adamdır? Hep birlikte dediler ki
- O bizim içimizde en âlim olanımız, en bilgilimiz, en hayırlımız ve en hayırlımızın oğludur. O bizim efendimizdir, diye öve öve bitiremediler. Bunun üzerine Efendimiz:

- Peki o müslüman oldu ise ne dersiniz? buyurunca;
- Hayır! Asla böyle bir şey olmaz. Allah onu böyle olmaktan korusun! dediler.
O sırada Abdullâh İbn-i Selâm gizlenmiş olduğu yerden çıktı ve:
- Ey Yahudi topluluğu! Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz! Vallâhi sizde bilirsiniz ki O,

yanınızdaki Tevrat’ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Resülüllâh’tır. Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka İlah yoktur ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Allâh’ın Resülüdür! diyerek, yüksek sesle kelime-i şehâdet getirip tasdikte bulununca, oradaki yahudiler öylesine şaşırdılar ki, hiç beklemedikleri bu olay karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Ve az önce söylediklerini unutarak hemen inkar yoluna gittiler:

- Sen bunu mu soruyorsun?! Bu bizim içimizde en kötümüz, en şerlimizdir. Sözüne itimat edilmeyen en cahilimizdir, dediler. Ve ona türlü kusurlar ve kabahatler isnat edip, Abdulah İbni Selâm hakkında bir çok iftiralarda bulundular. Onu kötüledikten sonra da öfke ve hırsla çekip gittiler. Bunun üzerine Abdullah İbni Selâm:

- Ya Resulellâh! İşte size söylemek istediğim ve korktuğum şey maalesef buydu. Ben onların gaddar, yalancı, fâcir ve müfterî bir kavim olduğunu sana haber vermiş idim. İşte dediğim çıktı, dedi.

(İslam tarihi, M.Asım Köksal: 8/83)
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Halil & Ibrahim

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.
Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.
Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.
Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.
Peki, abi demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .
O gidince, düşünmüş İbrahim:
Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine
Böyle demiş ve
Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıkagelmiş.
Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.
Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.,
O gidince, Halil düşünür bu defa:
Der ki:
Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.
Ama kardeşim bekâr.
O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
Böyle düşünerek,
Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.
Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
Bu, böyle sürüp gider.
Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur.
Karanlık basar.
Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.
Hak teala bu hali çok beğenir.
Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...
Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...
Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.
Bugün 'Bereket' denilince, bu kardesler akla gelir.
Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir.

Evinize ve hayatiniza, Cenabi Allahtan Halil Ibrahim bereketi dilerim..
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kanayan Kalp

Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak birşeye çarptığını farketti.Eğildi baktı. Aman Allah'ım!...

Ayaklarının arasında, yuvasından ustalıkla sökülmüş bir kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi diri ve kanlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında değşetinden çıldıracak oldu. Kalp tıp tıp atıyordu. Ve sıcaktı. Delikanlı, sanki ellerine yapışıp bir başka uzvu haline geliveren kalpten kurtulmak istiyor, fakat ne olduğunu bilmediği, kestiremediği duygular tarafından engelleniyordu.

Bir müddet sonra sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak için en yakındaki evin kapısını çaldı ve zincir aralığından bakan genç kıza;

- Bu kalp sizin mi? diye sordu. Biraz önce buldum onu. Kız mahcup bir ifadeyle;
- Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım bir vefasıza kaptırdım, dedi. Yandaki eve sorun, onların olabilir.

Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı bir villaydı. Kapıyı açan hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin beyine götürdüler. Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan kanların ayağıyla örtmeye çalışırken;
-Bu kalp sizin mi acaba? diye sordu. Hala atıyor da...

Beyfendi, ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü bir yudum çekerek;
- Ben kalbimi dünyaya sattım, canikom, diye sırıttı. Komşu evde meczup var, o bilir sahibini.

Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe yavaşlayan kalbi bitişik kulübedeki ihtiyara koşturarak:
- Bu kalp sizin mi? diye sordu. Çabuk olun, neredeyse duracak.

Yaşlı adam, okumakta olduğu kitabı yavaşça kapattırken;
- Ben kalbimi, herşeyimle Allah'a verdim evlad, diye gülümsedi. Elindekinin sahibini, neden gidip anne ve babana sormuyorsun?
- Her ikiside yaşlanıp bunadı, diye üfüldendi genç. Bir bebek gibi alaka görmek istediklerinden üç gün önce kavga edip onları terk etmiştim.

İhtiyar adam, büyük bir üzüntüyle:
- Terk ettin ha...! diye mırıldandı. Terk ettin demek.

Delikanlı, söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki yaşlı adam, beklediği cevabı çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin adımlarla ilerledi ve iki eliyle kavradığı gömleğini bir hamlede yırtarak açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı.....

______

Baba Sevgisi

Adam yorgun argın eve döndüğünde beş yaşındaki oğlunu kapının önünde kendisini beklerken buldu. Çocuk babasına, saatte ne kadar para kazandığını sordu. Zaten yorgun gelen adam, oğluna:

- ''Bu senin işin değil'' diyerek karşılık verdi.

Çocuk dayattı:

- ''Babacığım lütfen bilmek istiyorum'' dedi.

Adam:

- ''Bu kadar çok bilmek istiyorsan söyleyeyim, saatte 20 dolar kazanıyorum.''

Bunun üzerine çocuk, babasından bir istekte bulundu:

- ''Peki babacığım, bana 10 dolar borç verir misin?'' dedi.

Adam, daha çok sinirlendi:

- ''Benim senin saçma oyuncaklarına ya da benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi derhal odana git ve kapını kapat.''

Çocuk sessizce odasına çıkıp, kapısını kapattıktan sonra, adam sinirli sinirli düşünmeye başladı:

- ''Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder?'' dedi kendi kedine.

Aradan bir saat geçmiş, adam biraz daha sakinleşmişti. Çocuğuna, parayı neden istediğini bile sormadığı geldi aklına. Yukarıya, çocuğun odasına çıktı ve yatağında uzanan çocuğuna, uyuyup uyumadığını sordu.

- ''Hayır uyumuyorum'' diye yanıtladı çocuk.

Adam, çocuğundan özür diledi:

- ''Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim, yorgundum'' dedi.

Ve elindeki parayı uzattı:

- ''Al bakalım istediğin 10 doları.''

- ''Teşekkürler babacığım'' dedi.

Ve yastığının altında sakladığı buruşuk paraları çıkardı, elindeki parayla birleştirdi, tümünü tane tane saymaya başladı. Oğlunun yastık altından para çıkarıp saydığını gören adam, yine sinirlendi:

- ''Paran olduğu halde neden benden para istiyorsun?'' diye bağırdı, ''Benim senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak zamanım yok.''

Çocuk, babasının bağırmasına aldırmadı bile:

- ''Fakat yeterince param yoktu ki... Ancak şimdi tamamlayabildim'' dedi.

Ve elindeki paraların tümünü babasına uzattı.

- ''İşte sana 20 dolar babacığım, şimdi bir saatini alabilir miyim?''

______

Fincan Takımı

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk kapımı çaldılar:

- "Eski gazeteniz var mı bayan?"

Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler vardı ve ayakları su içindeydi.

- "İçeri girin de, size kakao yapayım" dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.

Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...

Erkek çocuğu bana döndü :

- "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu.

- "Zengin mi? Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu, gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere kaydı.

Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve

- "Sizin fincanlarınız, fincan tabaklarınız takım" dedi.

Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.

Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.

Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı.Pişirdiğim patateslerin tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı, bir eşim vardı ve eşimin de bir işi...

Bunlar da fincanlarım ve fincan tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi halâ. Silmedim ayak izlerini.

Silmeyeceğim de. Olur unutuveririm ne denli zengin olduğumu...

______

Yardım

Bir arkadaşım vakfımıza gelerek ;

- "Fakir öğrenciler için burs parası topladığınızı duydum, dedi. Ben de her ay bir kişinin masrafını karşılamak istiyorum" dedi...

Teklifini memnuniyetle kabul ettik. Çünkü bütün gayretlerimize rağmen bize başvuran öğrencilerin çok azına yardım yapabiliyorduk. Arkadaşım :

"Paramı vereceğiniz öğrencinin beni tanımasını istemiyorum, diye devam etti. Ben de onun kim olduğunu bilmemeliyim"

Bu hassas insan, burs verdiği öğrenciyi minnet altında bırakmamak ve yaptığı hayırla gururlanmamak için böyle bir şart ileri sürüyordu. Kendisine o konuda teminat verdiğimde, cebinden para dolu bir zarf çıkartarak masanın üzerine bıraktı.

Arkadaşıma teşekkür ederek uğurladıktan hemen sonra odama 18-20 yaşlarında bir genç girdi. Çekingenliği her halinden anlaşılıyor ve sarıya çalan solfun yanakları, konuşurken yer yer pembeleşiyordu. Onu hemen yanımdaki koltuğa oturtarak rahatlatmaya çalıştım. Fakir bir ailenin tek çocuğuydu, üniversiteye yeni başlamıştı ve maalesef de tahmin ettiğim gibi böbrek hastasıydı. Bu yüzden yardıma ihtiyacı olduğunu büyük bir sıkıntıyla anlattı. Masanın üzerine onun için bırakıldığına inandığım zarfı kendisine uzatırken;

"Sen merak etme evlad, dedim. Her ayın başında paran hazırdır"

Bursunun bu kadar çabuk eline ulaşması karşısında şaşkına dönmüş ne diyeceğini bilememişti. Sevinçle yaşaran gözlerini benden kaçırmaya çalışarak zarfı aldı ve dualar ederek iç cebine yerleştirdi. Arkadaşımın gönderdiği zarfları yerine ulaştırıp o mutluluk tablosunu tekrar tekrar yaşayabilmek için artık aybaşlarını iple çekiyor ve rahatsızlığından dolayı gelemediğinde, zarfını aynı fakültede burs alan arkadaşlarıyla gönderiyordum.

Aradan bir hayli zaman geçti. Arkadaşım da yaptığı hayrın makbule geçtiğinden emindi. Fakat çok üzüntülü olduğum bir gün camide karşılaştığımızda;

- "Ben de seni aramıştım, dedi. İşlerim dün sabah nedense birden bozulduğu için artık o zarfı gönderemeyeceğim."

Söyledikleri karşısında hayrete düşmüştüm. Yarabbi nasıl bir tecelliydi bu? Bilemiyordum. Sırtını sıvazlayarak;

- "Allah senden razı olsun kardeşim, dedim. O paraya lüzum kalmadı zaten. Biraz önce kıldığımız cenaze namazı, burs verdiğin öğrenciye aitti. Artık ona sadece fatihalar gönderebilirsin..."
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Dil Yarası

Babası oğluna bir torba çivi verir ve ona sabrını her kaybettiğinde kapağın arkasına bir çivi çakmasını söyler.Birinci gün çocuk 37 çivi çakar.Haftalar ilerledikçe çocuk kendini kontrol etmeyi öğrenir, ve daha az çivi çakmaya başlar.

Daha sonra, kendini kontrol etmesinin gidip kapağa çivi çakmaktan daha kolay olduğunun farkına varır. Hiç çivi çakmadığı ilk günün sonunda durumu babasına bildirir. Bu defa baba, oğluna kendini kontrol ettiği her günün sonunda çivi sökmesini söyler. Günler geçer ve en son çivi söküldüğünde çocuk yine babasına haber verir. Babası çocuğu elinden tutup kapağın yanına götürür ve şunları söyler:

- "Bak oğlum çok çalıştin, fakat kapağın üzerindeki tüm deliklere bir bak. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaklar. Her sabırsızlığında karşındakilerde böyle yaralar oluşur. Birini bıçaklayıp tekrar bıçağı çıkarabilirsin, önemli değil ama ne kadar özür dilersen dile o bıçak yarası daima orada duracaktır..."

______

Yeşil Elbise

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

- Gel seni camiye götüreyim, dedim.Bu gün Cuma biliyorsun.

- Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi

- Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.

- Ne bileyim olmuyor işte, dedi. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

- Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terkedilir mi?

- Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

- Peki, dedim. Hayatında hiç camiye gitmedin mi?

- Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkısıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.

Yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

- Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

______

Karınca

Bir fıçının içine bir karınca düşmüş....

Bir insan gelmiş fıçının başına... Karıncayı görmüş.. Ne işin var senin burada demiş, karıncayı ezmiş yoketmiş...

Bir insan gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş.. Kimseye zararın yok sevimli hayvan hadi fıçıda yaşa demiş.

Bir insan gelmiş fıçının başına. Karıncayı görmüş.. Bir kaşık şeker serpmiş fıçının içine, yesin diye...

Bu üç insan kim mi?

Birincinin adı : Bencil

İkinciyi : Hoşgörü diye çağırıyorlar,

Üçüncü mü? O Sevgi işte!..
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Karımı Öldürdüm

O alçağın yüzünü görmek istemiyorum. Mektubu yine buruşturup yastığın altına attıktan sonra, yorganı kafama çektim. Hıçkıra hıçkıra ağladım dakikalarca. Ama kimseye belli etmeden... Gururumu ayaklar altına almamaya çalışarak... Ertesi günden itibaren, her uyandığımda, o verilen randevuya bir gün daha yaklaştığımı hissediyordum...

"Adana cezaevindeyim. Suçum da cinayet. Karımı öldürdüm ben. Hem de el bebek gül bebek sevdiğim karımı. Hem de zavallının hiç suçu yokken. Hem de iki çocuğumun gözleri önünde.

Hakimin sorularına cevap verirken dudaklarımdan sadece iki kelime dökülüyordu:

- Namus cinayeti.

- Pişman mısın?

- İnsan öldürdüğüm için "evet." Ama namusumu temizleme konusunda "hayır."

Hakimin gözleri, sözlerimi çok iyi anladığını ifade ediyordu. Gereği düşünüldü ve 26 yıl hapis cezasıyla cezalandırıldım.

Hiç mühim değildi... Evet çok sevdiğim karımı öldürmüştüm ama, namusumu temizlemiştim. Namussuz bir kadına sevgi verilmezdi. Verilen sevginin bedeli de ölüm olurdu.

Tüm akrabalarım, kardeşlerim şok içersindeydi. Herkesin kafasındaki cevapsız soru aynıydı:

- İyi de bu kadının ne namussuzluğu var?

- Bu kadın, ağzı var dili yok bir zavallıydı. Evinden ocağından başka yer bilmezdi. Eli kocasından başkasının eline değmemişti.

Benden yaşça büyükler usturuplu bir şekilde, namus cinayetinin sebebini soruyorlardı. Ama hiç kimse ağzımdan bir laf alamıyordu. Nasıl söylerdim o duyduğum sözü... Nasıl açıklardım hem de alaycı bir şekilde yüzüme karşı söyleniş biçimini. Nasıl unuturdum?

Çok kısa sürede saçlarıma ak düşmüştü. Bir yılda on yıl ihtiyarlıyordum. Ama beni hayata bağlayan tek teselli vardı:

- Namusumu temizlemiştim.

Birgün cezaevi koğuşunda, gardiyanın sesiyle irkildim. Adımı okuduktan sonra ilgisiz bir şekilde seslendi:

- Mektubun var.

Cezaevinde bir mektubun gelmesi, insana bazen dünyaları veriyordu. Hemen yerimden doğrulup mektubu almaya gittim. Sevinçle elime aldığım mektubun üzerindeki ismi görünce kan beynime sıçradı. Acaba hayal mi görüyordum. Yoksa kâbus mu?

Ben bu isim yüzünden karımı öldürmemiş miydim? Bu şerefsiz arkadaşım yüzünden... Şimdi ne hakla bana mektup yazma cesareti gösteriyordu. Mektubu dişlerimi gıcırdatarak buruşturduğum gibi cebime sokarken kendimi volta alanına zor attım.

"Be şerefsiz" diyordum içimden, "Şerefsizliğin yanına kaldı. Seni kimseye ifşa etmedim. Ben kendi karımı öldürerek bu konuyu kapattım. Şimdi neden bir de bana musallat oldun! Ne istiyorsun benden?!"

İçim içimi yiyordu... Gece yarısına kadar uyuyamadım. Ciğerlerim sigara dumanıyla doldu. Ama gözüme uyku girmiyordu. O buruşuk mektup ise montumun cebinde akrep gibi bekliyordu.

Dayanamadım. Ellerim titreyerek mektubu yeniden aldım. Sanki herkes bana bakıyor, o mektubu açıp okurken kahkahalarla güleceklermiş gibi geliyordu. Oysa ne o ismi kimse biliyordu burada, ne de cinayeti onun yüzünden işlediğimi. En yakınım dahi, hatta belki onun karısı dahi bilmiyordu cinayeti onun yüzünden işlediğimi. Bir ben biliyordum, bir de Allah. Belki o da tahmin ediyordu. Çünkü bana namus ihanetini yapan oydu.

Ellerim titreyerek mektubu açtım. Çok kısa birkaç cümle vardı. Adıma hitaben yazılan bir mektuptu:

"Bu sırrı bir sen bir de ben biliyorum ve sana bir itirafta bulunmak istiyorum. Falan tarihte ziyaretine geleceğim. Eğer kabul edersen görüşürüz."

Mektubu açtığıma daha bir pişman olmuştum. Hani mektubun içinde doğru düzgün yazı da yoktu. Bu adam beni iyice çıldırtmak istiyordu besbelli. Oh olsun demek istese, öyle yazmıyor. Özür dilemek istese o yok. Sır dolu bir mektup.

- Hayır!.. O gün ziyarete falan çıkmayacağım. İsmim okunsa da çıkmayacağım. O alçağın yüzünü görmek istemiyorum.

Mektubu yine buruşturup yastığın altına attıktan sonra, yorganı kafama çektim. Hıçkıra hıçkıra ağladım dakikalarca. Ama kimseye belli etmeden... Gururumu ayaklar altına almamaya çalışarak...

Ertesi günden itibaren, her uyandığımda, o verilen randevuya bir gün daha yaklaştığımı hissediyordum. Nihayet işte o gün gelmiş ve ziyaret saatinde ismim okunmaya başlanmıştı:

- Ziyaretçin var!..

"Beynim istemese de, ayaklarım ziyaretçi bölümüne gitmeye başlamıştı bile. O namussuz adamla göz göze geleceğimi bile bile gittim. Bana yapacağı itirafın ne olduğunu öğrenmek durumundaydım.

Ne o benim yüzüme ne de ben onun yüzüne bakabiliyordum. Şu kadarını görmüştüm ki, ben hapishanede nasıl kahrolmuş isem, o da dışarıda aynı şekilde perişan olmuş, kelimenin tam anlamıyla çökmüştü.

Bir müddet sessiz bekledikten sonra mırıltı halinde dudaklarından dökülmeye başladı kelimeler:

- Sen, nasıl bu sırrı kimseye söyleyemiyorsan, ben de söyleyemiyorum. Artık orta yerimden çat diye çatlayacağım. Geceleri kâbus görüyorum. Eğer benim de katil olmamı istemiyorsan beni dinle. Bana inan... Sana yemin ederek söylüyorum. Senin karının namussuzluğu yok. Benim de senin namusunda zerre gözüm olmadı. Kimsenin namusunda da olmaz. O akşam sana söylediğim söz, benim o durumu bildiğimden değildi. Bana da boşboğaz karım söylemişti. O an şaka olsun diye ağzımdan çıktı. Çıkmaz olaydı. Sonucun böyle olacağını bilsem söyler miydim? Ama artık çok geç. Sen bir öfkenin kurbanı oldun. İş işten geçtikten sonra da yapacak birşey kalmamıştı. Bu cinayetin o akşamki konuşmamızdan olduğunu anladım ama elimden birşey gelmiyordu. Buraya senden özür dilemek için gelmedim. Çünkü özür dileyecek bir yüzüm yok. Ben çok büyük terbiyesizlik ettim. Ama en azından, “O çok sevdiğin karının iffetiyle öldüğünü bil” diye geldim. Hiç olmazsa müsterih olursun. Ben ceza almıyorum ama, merak etme ben de çok yaşamam. Çünkü yüreğim kan ağlıyor.

Gözlerinden süzülen damlaları silerek, bir gölge gibi savuştu gitti... Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü... "Ah ben ne yapmıştım böyle?" Yıllar bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. O kahvedeki konuşma anı, evde karımın "Ne oluyor, sen delirdin mi?" diye haykırışları, elimde bıçak burnumdan soluduğum öfke anım... Hepsi gözlerimin önündeydi...

O akşam, kahvede oyun oynuyorduk. Üçüncü elden sonra, biraz bıkkınlık gelmiş ve demiştim ki:

- Ben kalkıyorum. Eve gideceğim.

O arkadaş da bana alaycı ama kimsenin anlamayacağı bir mecaz ifade biçimiyle karımın muayyen günde olduğunu söylemiş ve "Gidip de ne yapacaksın, otur oturduğun yerde" demişti. Kahveden çıkıp da yolu yarıladığımda bende jeton düşmüş ve sormuştum kendi kendime:

- Bu adam, benim ailemin durumunu nasıl biliyor?

Biraz da kafa dumanlı. Hemen hükmü basmıştım. "Vay alçak karı vay. Demek beni aldatıyorsun. Yoksa elin adamı senin halini nerden bilecek!"

Ve o öfkeyle, hiç kimseye danışmadan, hiç kimseye soru sormadan karımın üzerine hücum etmiş ve gözleri yuvasından fırlamış zavallıyı bir kerecik olsun dinlemeden, o cinayeti işlemiştim. Kendime geldiğimde de, namusumu temizlemiş ama sebebini onur meselesi yapmış, "Arkadaşım aldatıyormuş beni" diyememiştim.

Şimdi gerçek, yıllar sonra da olsa ortaya çıkıyordu. Onlarla ailecek görüşürdük. Birgün, beni aldatıyor sandığım arkadaşın eşiyle, benim öldürdüğüm rahmetli eşim, yine bir görüşme esnasında iken, eşim normal olarak kadın kadına sancısı olduğunu, muayyen gönü olduğunu söylüyor. O da tutuyor, başka edecek laf bulamamış gibi ama hiç kasıt olmadan, boşboğazlık dedikleri türden, bu konuyu da kocasına söylüyor.

Adamın bu konudan bu şekilde haberi oluyor. Aradan bir gün mü iki gün mü ne geçiyor. Ben o akşam "Canım sıkıldı eve gideceğim" deyince aklına geliyor ve bana bir şaka yapmak amacıyla eşinden duyduğu o durumu ağzından kaçırıyor. Gerçi espriyi kimse anlamıyor. Anlaması da mümkün değil. Ama ben ister istemez konuyu namus meselesi yapıyor ve o cinayeti işliyorum.

Ah şu laf taşımak yok mu?.. Ah şu peşin hüküm ve ön yargı yok mu?.. Gerçeği öğrendikten sonra kendimi öldürmeyi çok istedim. Ama ölmek benim için az gelirdi. Benim gibi bir alçak, vicdan azabıyla her saniye ölmeliydi. Şu an çıkacak olan af yasasıyla ben de affa uğrayacağım. Ama hiç umurumda değil. Ben kendimi affetmiyorum ki...

______

Kibirli İnsan

Günün birinde bir kral varmış hiç kimseyi yanına yaklaştırmaz. kim onunla konuşmak isterse de kabul etmez. Ben nasıl köylüyle konuşurum diye büyüklenip kibirlenirmiş. Yine bir gün şehir turuna çıkmak için askerlerine hazır olmasını söylemiş. Neyse şehir turuna çıkmışlar.

Halk kralı görüp sevinmiş. Dertlerimizi anlatalım derken, kral ne kadar köylü gelirse askerlerine işaret edip bunları uzaklaştırınız. Ben nasıl bir kral olarak köylü ile konuşurum. Kral geri dönüyormuş ki;

Bir adam yüzü gözükmeyen eskilerden krala yakşalmak istemiş. Kral onu görünce askerlerine işaret edip "Bunu uzaklaştırın. Ben bir KRAL'ım" diye söylenmiş. Bu şahıs gidip dolaşıp gene kralın yanına gelmiş. Bu defa askerler ne yapıp ne etmişlersede bu adamı geri döndürememişler.

Askerler:

- Kralım bu adam gitmiyor. Sizinle konuşmak istiyor, demişer:

KRAL:

- Hayır... Ben konuşmam o sefille...

Askerler:

- Kralım adam yakamıza yapışmış bırakmıyor. Bak ne diyor başımıza bela olur öldüremiyoruz da halk isyan eder.

Kral:

- Peki gelsin bakalım ne diyor

Kral attan eğilmiş ki;

Şahsın ne dediğini öğrensin

O şahıs krala şöyle demiş:

- Ben AZRAİLİM görevimi yapmaya geldim...

______

Ah Dostum! Bilmezmiydin ki birgün...

Hadi oğlum, dersine çalışsana!" dedi, yalvaran gözlerle annesi...

- "Bir gün" dedi ve uyumasına devam etti çocuk.

Zaman su gibi akıp geçti. Bir-iki yıl hazırlık kursu aldıktan sonra üniversiteye girebildi. Bir gün fakülte arkadaşlarının;

- "Bizimle cumaya gelmeye ne dersin?" teklifine,

- "Siz gidin bir gün olur ben de giderim." diye kaçamak bir cevap verdi.

İkinci sınıfa geçemeden fakülteden atıldı,

- "Bir gün" olup da çalışmak nasip olmadığından... İşsiz güçsüz dolaşırken, bir arkadaşı elinden tutup onu bir işe yerleştirdi...

Gün geldi, evlendi, çocukları oldu... Arkadaşı ;

- "Çocuklarına imandan, ahlâktan, kültürden bahsetsen, çok boş yetişiyorlar." dediğinde,

"Daha küçükler, hele büyüsünler." dedi.

Çocuklar büyüyüp, sorular sormaya başlayınca, onlara geçiştirici cevaplar vermeye çalıştı, ama bilgisizliğini bir türlü gizleyemedi, içinde bir eziklik hissetti. Bildiği bir şey vardı, bilgisizliğini yenebilmesi için, kitap okumalıydı...

- "İnsan neydi, niçin vardı?"

Evvelâ bu mevzu ile alâkalı kitapları taradı. Bulduğu kitap sayısı bir düzineyi geçmişti. Kasaya doğru ilerlerken, kitapların fiyatlarını şöyle bir hesapladı, olduğu yerde kaldı:

- "Şimdi param az, elime toplu para geçecek nasıl olsa, o zaman gelir alırım." diye tasarladı ve dönüp kitapları yerine bıraktı.

Eline para geçti, ama kitapçıya uğramak aklına gelmedi...

Uzun bir aradan sonra işe giderken yolda sakat bir dilenci gördü, para vermek geldi içinden;

- "Neyse?", dedi. "Dönüşte de verebilirim."

İşine yaklaşırken bir salâ sesi duydu, dikkat kesildi; meğer bir yakını vefat etmiş!

İçine bir huzursuzluk çöktü, "Ya ölüm bir gün yakama yapışıverirse, zaten yaş da ilerlemekte..." diye düşündü.

Kendi kendine, "Artık iç dünyama çeki düzen verme vakti gelmedi mi?" diye sordu. Cevabı, tereddütsüz "evet" ti ama işler de bu aralar hayli yoğundu...

- "Hele bir yaza varalım, tesislerin açılışını yapalım, düşünürüz." dedi yine, Allah'ın günleri bitmezdi ya!..

Bir iş dönüşü gecekonduların arasından geçerken, çileli yılları geldi aklına bir burukluk hissetti...

Hay Allah!.. Bu göz yaşları da neyin nesi? Duygu selinin tazyikine daha fazla dayanamayıp, gözlerden sızan yaşlar, çağlayan oluverdi... Dermanı kalmayınca, çömelerek ağlamasını sürdürdü...

Tarifsiz hislerle çatladı ruhu, gözlerini silerek; "Bunları kaleme al-malıyım!" diye mırıldandı...

Yine "bir gün" dedi;

- "Gün gelir yazarım duygularımı..."

- "Gün Olur Bin Aya Değer" di ama, bilmeliydi ki, o güne ulaşabilmek için, her günün kadrini bilip çabaları kilometre taşı yapmalıydı...

"Bir gün" ... Salâ sesiyle mahalle, sessizliğe büründü. Eş-dost, cenaze namazı için cami avlusunu doldurdu...

İşe giderken, dikkatsiz bir şoförün kullandığı arabanın çarpmasıyla hayatını kaybeden "o adam" ın vefalı bir arkadaşı da, "er kişi" nin naşı önünde saf bağladı...

Namaz boyunca, hep "bir gün" ile geçiştirilen günleri acı acı düşündü...

Cemaat dağılmaya başlayınca, tabutun başına geldi, imamın süzen bakışlarına rağmen elini tabutun üzerine koyarak şöyle fısıldadı :

- "Ah dostum! Bilmez miydin ki, bir gün olup da böyle bir güne varacağını?"
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Öfke ve Esirgeyiş

Adamın birinin eşeği çamura saplanmış, ne yapacağını şaşırmış. Bulunduğu yer dağ başıymış, kırmış, yardımına koşacak birini bulmak imkansızmış. Sağnak halde yağmur yağıyor, soğuk rüzgarlar esiyormuş. Hava gittikçe kararmış. Adamcağız sabaha dek çaresizlik içinde çırpınıp durmuş. Lanetler savurmuş küfürler etmiş. Adamın dost düşman dilenci padişah demeden küfrettiği sırada bir Sultan geçiyormuş oralardan. Olup biteni görmüş, adamın sözlerini durup dinlemiş. 'Eşeği çamura batıyor, hırsını benden çıkarıyor, benim suçum ne? Bir sultanla merkebin batısı arasında ne ilişki var diye çıkışmış.

Adamlardan biri 'vurdurun başını Sultanım' demiş. 'adı şanı kesilsin dünyadan'
Padişah' düşünmüş taşınmış. Sonunda çaresiz adamı haklı bulmuş. Ona acımış. Çirkin sözlerinden dolayı kabaran yüreğindeki kin ateşi sönmüş, ona altın ve kaftan bağışlamış. Öfke anında 'merhamet' ne güzel, esirgeyiş ne sevap bir şeydir! Durumu gören biri 'hayret ediyorum, nasil kurtuldun padişahın öfkesinden' diye sormuş. Adam, 'sus' demiş, 'karıştırma, 'kendimde değildim o sırada, ne söylediğimi şimdi hatırlamıyorum bile. Kızgın ve çaresiz bir insana yakışanı yaptım. Padişaha gelince, o da şanına uygun olanı yaptı'.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Kötüyü görmek kolaydır, eleştirmek, eksiklikleri, yanlışlıkları, çirkinlikleri... İş Sevgili Peygamberimiz gibi çirkinde dahi var olan güzelliği görebilmekte. Hani sahabelerle yolda giderken bir köpek leşine rast gelir Peygamberimiz, herkes ne kötü koktuğunu söyler de köpek leşinin, O ise "Ne güzel dişleri varmış mübareğin" diyerek herkesin kötü gördüğü şeyde bile bir güzellik bulmuş ya işte aynen onun gibi.

Artık çok iyi bir ressam olduğunu iddia eden öğrencisine demiş ki hocası, "En beğendiğin resmini al ve en kalabalık yere götür. Resmin yanına da bir kırmızı kalem koy, gelen geçen buldukları hataları işaretlesin." Öğrenci en güzel resmini almış ve hocasının dediği gibi kalabalık bir yere götürmüş. Kalem de koymuş resmin yanına, hataları bulun ve işaretleyin diye not da bırakarak, en ufak bir işaretleme olmayacağından gayet emin bir şekilde akşam resmin yanına gittiğinde, resmin her yanı işaretlenmiştir neredeyse. Akşam hocası yine en sevdiği resimlerinden birini alıp aynı yere koyup bu kez boya kalemleriyle yanlış buldukları yerleri düzeltmelerini isteyen bir not bırakmasını istemiş öğrencisinin. Yine denileni yapar ressam adayı ama bu kez biraz morali bozuktur. Akşam resmin yanına gittiğinde resmi sapasağlam, hiçbir yeriyle oynanmamış vaziyette bulur. Sevinçle hocasının yanına gider. Hocası der ki, "İşte hayat böyledir, insanlar eleştirmekten çok hoşlanır, hatayı bulmak kolaydır. 'Hadi düzelt veya yol göster, çözüm önerileri sun' denildiğinde hiç kimseyi bulamazsın etrafında. Sen sen ol, yaptığın işten anlamayan, kıymetini bilmeyen insanlara işin hakkında soru sorma. Sanatından anlayanlarla birlikte ol."
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Bir profesor konferans vermek uzere salona girmis.Ama bakmış
ki salon, on sirada oturan seyis disinda bosmus.
Konusup konusmama konusunda tereddüde dusen Profesor sonunda
seyise sormus:
- Buradaki tek kisi sensin. Sana gore konusmali miyim, yoksa
konusmamali miyim?
Seyis cevap vermis:
- Hocam ben basit bir insanim, bu konulardan anlamam.Fakat ahira
gelseydim ve butun atlarin kacip bir tanesinin
kaldigini gorseydim, yine de onu beslerdim.
Bu sozlere hak veren Profesor konferansa baslamis.Iki saatin
uzerinde konusmus durmus, konferanstan sonra da kendini mutlu hissetmis,


dinleyicisinin de konferansin cok iyi oldugunu onaylanmasini
isteyerek sormus:
-Konusmami nasil buldun?
Seyis cevap vermis:
-Hocam sana daha önce basit bir adam oldugumu ve bu k onulardan
pek anlamadigimi soylemistim. Gene de eger ahira gelir , biri disinda
tum atlarin
kactigini gorseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tum yemi ona
verip de hayvani çatlatmazdim.



Kissadan hisse: "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin
karsidakinin anladigi kadardir." Mevlana
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Bir Musibet

Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı. Yanında kısa boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim."

Aradan zaman geçti, aynı kumandan halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak Halife sordu:

- Hani sağ kolun nerede?

- Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman tarafına geçti.

Hz. Ömer bu defa konuştu:

- Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diye düşündüm.
____


Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada, bir ayyaş yaşıyordu. Bütün gününü, gecelerinin çoğunu kasabanın meyhanesinde geçiriyordu. Evini, işini, çoluk-çocuğunu çoktan unutmuştu. Bu yüzden herkes kendisine antipati duyuyordu. Kimse kendisiyle ne doğru dürüst konuşuyor, ne de selam alıp veriyordu. Bu haldeyken günün birinde vakti saati doldu ve öldü. Kendisine yaşarken duyulan hoşnutsuzluk ölümünden sonra bile sürdürüldü. O kadar ki, namazını kılacak kimse çıkmadı. Cenazesi ortada kaldı. Adamın karısı kocasının ölüsünü bir küfeye koyup sırtına yüklendi ve gömmesi için o çevrede yaşayan ve iyilik severliği ile tanınan bir çobana götürdü. Çoban bir çukur açıp adamı gömdü. Ardından herkes "Cehennemi boylamıştır" diye dünüşünüyordu. Aradan bir müddet geçti. Beldenin ileri gelenlerinden biri rüyasında ayyaş adamı cennette gördü. Adam "canım rüyadır, rüyada herşey görülür" diye geçiştirdi. Ama her gece aynı rüya tekrarlanıyordu. Hemen imama gidip durumu açtı. İmam da aynı rüyayı epeydir kendisinin de görmekte olduğunu söyledi. Bunun üzerine akıllarına bu adamı gömen çobana gidip nasıl gömdüğünü, arkasından ne söylediğini sormak geldi. Birlikte çobana gittiler. Selam sabahtan sonra hemen konuya girdiler:

- Bir süre önce defnetmen için karısı tarafından sana bir cenaze getirildi Sen onu nasıl gömdün? Gömerken ne dedin?

- Valla merakınızı anlamıyorum. Biliyorsunuz ben cahil biriyim. Bir çukur açtım, adamı koyup üstünü kapatıverdim.

- Peki bu sırada hiç birşey söylemedin mi? Bir dua falan?

- Ben pek dua mua bilmem. Yalnız şunu söyledim:

"Rabbim, şimdiye kadar sen bana birçok misafir gönderdin. Allah misafiriyiz diye bana geleni senin rızan için ağırlamaya memnun etmeye çalıştım. Kırk yılda bir, bir misafir de ben sana gönderiyorum. Sen de onu şanına uygun bir şekilde ağırla"
_____


Gurura Karşı İlaç

Halife Hz. Ömer bir gün kırbasını (su tulumu, su kabı) sırtına yüklenmiş, Medine'nin en kalabalık sokaklarında dolaşıyordu. Babasının sırtında kırba ile dolaştığı oğlu Abdullah'ın da gözüne ilişti ve kendisine yetişip sordu:

- Baba sen ne yapıyorsun, koskoca halife sırtında kırba taşır mı, taşıtacak kimse mi bulamadın?

- Oğlum, bunu taşıtacak adam bulamadığım için veya başka bir mecburiyet dolayısıyla taşıyor değilim. Nefsime gurur gelir gibi oldu, kendimi beğenir gibi oldum, sırf onu küçültmek için bu yola başvurdum.
_____


Allah Rızası

Vakti zamanında odunculukla geçinen, çalış kan, dürüst, dindar bir adam vardı. O zamanda yaşayan bazı insanlar, yakın bir çevrede bulunan ve nadir yetişen bir ağaca kutsallık izafe etmişlerdi. Adaklarını, dileklerini o ağaç aracılığıyla yapıyorlardı. Bu oduncu anılan ağacı şirk (Allah'a ortak koşma) sebebi olarak görüyordu ve bunun için kesmeye karar verdi. O zamana kadar kimse buna cesaret edememişti. Oduncu bir gün baltasını aldı ve verdiği kararı uygulamak üzere yola koyuldu. Yolda karşısına acayip görünüşlü, insana güven vermeyen biri çıktı. Oduncu "sen kimsin?" diye sordu, o da "Ben şeytanım" diye cevap verdi. Oduncu "Vay alçak vay hain demek insanları yoldan çıkaran sensin, şimdi seni geberteyim" diye söylenip üstüne çullandı. Bir anda şeytanı altına alıp boğazına abandı "Demek ki insanları kandırıp o ağacı kutsallaştıran da sensin alçak herif" dedi Şeytan, "Boşuna uğraşma, çabalama, beni öldüremezsin, çünkü Allah tarafından kıyamete kadar insanları saptırmak için bana mühlet verildi. Sen o ağacı kesmekten vazgeç sana bir öneride bulunacağım" diye karşılık verdi. Oduncu "Kabule şayan ne önerin olabilir muzır herif?" diye çıkıştı Şeytan şu öneride bulundu:

- Sen o ağacı kesmekten vazgeçersen sana her sabah bir altın getirir yastığının altına koyarım. Böylece seni geçindirmeye bile yetmeyen odunculuktan kurtulmuş olursun.

Oduncu biraz yumuşar gibi oldu ve sordu:

- Peki vadettiğin bir altını getirmezsen ne olacak?

- O zaman bana dilediğini yap.

Oduncu öneriyi, kabul etti, ağacı kesmeden geri döndü. O gece yattı. Sabah olunca yastığının altına baktı ve gerçekten bir altın konmuştu. Buna çok memnun oldu. Merakla ertesi günü bekledi. Ertesi gün oldu ama yastığının altına para konmamıştı. Belki başka bir yere koymuştur diye her yanı alt üst etti yine altın çıkmadı. Buna çok içerleyen oduncu hemen bıçağını baltasını alıp şeytanı bulup öldürmek üzere yollandı. Aynı yerde şeytanla yine karşılaştılar. Oduncu şeytanı görür görmez hemen üzerine atıldı. Ama öncekinin tersine şeytan kendisini bir un çuvalı gibi savurdu. Adam kalktı, şeytanın üzerine yeni bir hamle yaptı. Ama elini bile süremedi. Artık insiyatif şeytana geçmişti Şöyle dedi:

- Boşuna uğraşma arkadaş, sen geçen sefer beni neredeyse haklıyordun, çünkü o zaman Allah rızası için yola çıkmıştın. Şimdi ise bana kızgınlığın kendi nefsin için. Bundan dolayı artık bana gücünü geçiremezsin, aksine sen mağlup olursun.
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst