İlginç Herşey İnsanda Merak Uyandırır ..

OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
45d61a854fcfb6845c7e1a9f7e18719d_1277055027.jpg


Gıdıklanma konusunda duyarlı hastaları muayene ederken doktorlar hastanın elini kendi elleri üzerine yerleştirerek gıdıklanma hissine engel olurlar. Bu nasıl olmaktadır? Çünkü gıdıklanmaya ne kadar duyarlı olursanız olun, kendinizi gıdıklayamazsınız.
Bunun nedeni beynimizin etrafımızda olan bitenleri takip ederken pek çok hissimiz arasında en önemli olanları hissetmeye programlanmış olmasıdır. Mesela oturduğunuz sandalyeyi veya ayağımıza giydiğimiz çorabı –özellikle onları düşünmediğimiz sürece- hissetmeyiz ama omzumuza dokunan bir el hemen bizi irkiltecektir.
Beynin bu ‘hisleri ayırt etme’ fonksiyonunu sürdürebilmesi için bizim temasımızı başkalarının temasından ayırt etmeye yarayan bir sinyal üretmesi gerekmektedir. Bu fonksiyonu gerçekleştiren ise beyinciktir. Yaklaşık 110 gram ağırlığındaki bu organ, kendi eylemlerimizin yaratacağı hisleri tayin eden yerdir. Beklenen veya beklenmeyen reaksiyonları ayırt etme işi beyinciğe aittir.
Beyincikten gelen sinyallere göre, beyin bu hissin önemli olup olmadığına karar verir. Gıdıklanma hissi abartılmış bir refleks olmakla birlikte, eğer size dokunan gene size ait bir organsa, beyin bu gıdıklanmanıza değil, dokunduğunuz organdan (mesela elinizden) gelen hislere öncelik verecektir....
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
e899a61975b9e9e62022079d65586859_1277662371.jpg


Gamzeler, derinin alt tarafta ve daha derinde bulunan dokulara yapışması nedeniyle oluşur. Bağ dokunun bir parçası olan deri altı yağ dokusu, deriyi ve daha altta bulunan kas dokuyu bir arada tutar. Normal olarak zaten, portakal kabuğu benzeri pütürlü bir görüntü gözümüze çarpar. Yağ dokunun yüzeye doğru çıkması veya pütürlerin boyunda değişiklik olması nedeniyle de gamzeler ortaya çıkar.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
3f6bb43c501f89ec2be0280c7fb651e9_1277575571.jpg


Geceleyin açık bir havada gökyüzünü seyrederken, çeşitli renk ve parlaklıktaki yıldızların oluşturduğu o inanılmaz ve muhteşem manzaranın içinden bir yıldızın parlak bir çizgi çizerek kayıp gittiğini muhakkak görmüşsünüzdür.
Bu sırada içinizden bir dilek tutup, bu dileğin gerçekleşmesi için de gördüğünüzden kimseye bahsetmemişsinizdir herhalde. Çünkü insanlar arasında, bir yıldız kaydığında, o yıldızın öleceği ve ölmeden önce dilek dileyenin arzusunu yerine getireceği inanışı yaygındır.
Halk arasında yıldız kayması diye tanımlanan bu olayın aslında yıldızlarla hiç bir ilgisi yoktur. Yıldızlar dünyadan milyarlarca kilometre ötedeki uzak güneşlerdir. Güneş sistemimizin içinde Güneş ve gezegenlerin çekim kuvvetleri arasında bir oraya bir buraya gezinen sayısız göktaşı vardır.
Bunlardan Dünya’nın yakınından geçerken çekim alanına girenler, hızla atmosfere dalarlar. Sürtünmeden dolayı ısınırlar, yanarlar ve arkalarında parlak, çizgi gibi bir iz bırakırlar. Sonunda tamamına yakını, düşüşün son anında görülen parlamayı takiben yok olurlar.
Yer atmosferine her yıl toplamı 15 bin ton olan 200 bin kadar göktaşı düştüğü kabul ediliyor. Bu hesaba göre yerin kütlesi 4,5 milyar yıllık ömrü içinde gelen göktaşları sayesinde epeyce artmış olması gerekiyor. Dünya’ya düşen göktaşlarının incelenmeleri sonucu içlerinde dünyada var olmayan yeni bir elemente rastlanmamıştır.
Atmosfere girdiklerinde yanan ve çoğunlukla yok olan göktaşlarına “meteor” denilirken bunlardan yere ulaşmayı başaranlara da “meteorit” deniliyor. Dünyamızın büyük bir kısmı okyanuslarla kaplı olduğundan yere ulaşabilen göktaşlarının çoğu da buralara düşerler. Ancak Dünya’nın bir çok yerinde de karalar üzerinde meteoritlerin yol açtığı izler ve çukurlar vardır.
Ülkemizde rastlanan en büyük göktaşı 25 kilogram olup Domaniç yaylasında bulunmuştur. Dünyada bilinen göktaşlarının en büyüğü ise güneybatı Afrika’da Grootfentein’de bulunan göktaşıdır ve kütlesi 80 ton kadardır.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
812484b37d7faca3d28de926ccb25160_1277663806.jpg


Görüntünün, her iki gözün beyne ilettiği görüntü bilgilerinin birlikte değerlendirilmesi sonucu oluştuğunu biliyoruz. Bu değerlendirmede, görüntüler aynı zamanda birbiriyle karşılaştırılır. Bunun olabilmesi için de, iki gözün optik eksenlerinin de, bakılan cisme doğru yöneltilmesi gerekir. Göz refleksi, normalde görüşü kendiliğinden cisim üzerine kilitler. Bu kilitlemeyi bazen bilinçli veya yarı-bilinçli olarak da yapabiliriz. Göz dalması, gözlerimizi çok uzaktaki bir noktaya bakıyormuş gibi yarı bilinçli olarak ayarlamamız sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Bu durumda, farkında olmadan baktığımız noktanın iki farklı ve ayrık görüntüsü oluşur. Görüntülerin ayrık olması nedeniyle de görüntü net değildir ve uzaklık belirsizdir.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
222dc37fd8d6371a6f7180533d55d8f9_1277665109.jpg


Akşamüstü meltemlerinde yapraklarının ahenkle dans etmelerini izlediğimiz ağaçların, yeşil mevsimden dönüşlerinde bize verecekleri son bir hediye vardır – nefes kesen bir renk patlaması. Her sonbaharda tüm ülkelerin yolları birer tablo haline, yaprakların süslediği ormanlar ya da caddeler birer galeriye dönüşür.
Yaprakların renk değiştirme biçimi, ağacın kendini kış uykusuna hazırlarken kimyasında gerçekleşen karmaşık, bir nevi mucizevi bir değişimdir. Her bir yaprak, ne kadar küçük olursa olsun, güneş ışığını enerjiye dönüştüren (fotosentez) inanılmaz bir fabrikadır. Bu dönüşüm için gerekli kimyasal bileşenler klorofiller olarak bilinir.
İşte yapraklara yeşil rengi veren bu klorofillerdir. Fotosentez sırasında klorofiller sürekli olarak kullanılır ve ağaç tarafından büyüme dönemi süresince sürekli olarak değiştirilir.
Ancak, büyüme mevsimi sona erdiğinde her bir yaprağın dala tutunduğu sapında ince bir mantar tabakası gelişir ve yapraklara aktarılan klorofiller ve fosfat gibi diğer önemli kimyasallar gittikçe incelmeye başlar.
Yaprakta var olan tek kimyasal klorofil değildir elbette. İkinci grup kimyasallar, karotenoidler denen pigmentlerdir. Karotenoidler koyu turuncu ve sarı renktedirler ve normalde bahar ve yaz ayları boyunca klorofillerin yeşiliyle örtülürler. Ancak, yaprak içersindeki klorofiller azalmaya başlayınca, karotenoidlerin parlak turuncu ve sarıları görünmeye başlar.
Alev kırmızıları ve eflatunlar, üçüncü grup kimyasalların ürünüdür; antosiyaninler. Antosiyaninler, yapraklardaki fosfatlar azalmaya başladığında, yapraktaki şekerlerin üzerindeki gün ışığının yan ürünü olarak ortaya çıkarlar. Antosiyaninlerin üretimi, hava derecesine ve gün ışığına gore değişmektedir, en göz alıcı dönem, açık ve serin havaların ardından gelir.
Sonbahar yapraklarının nefes kesici parlaklık ve renkleri, birbirinden farklı bu kimyasalların karışımlarından ve günler ya da haftalarda yaşanan değişimlerinden ortaya çıkmaktadır. Sonbaharda, her bir yaprak muhteşem birer enstrümana ve her bir ağaç da bu enstrümanların uyumundan oluşan birer senfoniye dönüşür ve bu konseri izlemek için hiç bir ücret ödemenize gerek yoktur.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
78583000e3a92965072585367c35a63c_1274984053.jpg


Vücudumuza gereken gıdaların alınması için sindirim sistemimize açılan tek bir giriş varken, solunum sistemimize alınması gereken hava için sağ ve sol burun deliği olarak iki kanal vardır. Sağ veya sol burun deliklerinden nefes almanın ilk bakışta solunumda ve akciğerlerde fark edilir bi değişiklik gözlenmesede, bilimin ortaya çıkardığı son bulgularda çok ilginç enteresan bilgilere ulaşılmıştır.
Araştırmaların sonuçlarına göre nefes alıp- vermek aslında tek bir burun deliği ağırlıklı gerçekleşmektedir. Bir burun deliğinden geçen hava miktarı, diğerinde göre birkaç kat daha fazla olabilmektedir.
Hangi burun deliğinin kullanılacağı vücudun ihtiyacına bağlı ol mak üzere günün belli zaman dilimlerinde değişmektedir. Her insanda daha yoğun kullandığı eli gibi, daha yoğun kullandığı burun deliği söz konusudur. Buna rağmen ağırlıklı kullandığımız burun deliği, gün içinde ve gecede devamlı değişmektedir. Aynı burun deliğinin sürekliliği yoktur. Yoğunlukla kullanım onbeş dakikayla sekiz saat arasındaki bir periyotta değişmektedir. Bu değişmeye tıp dilinde nazal siklus denmektedir.
Bir burun deliği ağırlıklı olarak kullanıldığında, o kanalı takip eden burnun boşluğundaki damarlar daralırken ( dekonjesyon ), burun boşluğunun kendisi genişler. Bu anda diğer delikte tam tersine burun boşluğundaki damarlar genişlerken ( konjesyon), burun boşluğu daralır.
Burnun yumuşak dokusu altında bulunan sinir uçları doğal ola rak beyinle ilişkilidir ve nazal siklus, beynin normal çalışmasına ve fonksiyonlarına tesir etmektedir. Eğer sağ burundan nefes alınırsa, ki bu diğer diğer burun deliği tıkanarakda uygulanabilir, sol beyin de elektrikî aktivite artar ve bu beyinden elektro ensefalogram ( EEG ) ile izlenebilir.
Tersine eğer sol burundan nefes alınırsa, sağ beyinde elektrikî aktivite artar. Bir burundan aşırı hava geçişi o burun mukozasında mekanik ve dokunma duyuları hâsıl etmektedir. Bu sufilerin ve doğu öğretilerinin kullandığı çapraz nefes çalışmalarının bilim tarafından anlamlandırılmasını ve kabul edilir bir gerçeklik kazanmasını sağlar.
Beyin sağ ve sol olmak üzere iki loptan oluşmuştur. Kişinin iradesi dışında çalışan iç organ faaliyetlerini düzenleyen otonom sinir sisteminin de iki kolu vardır:
Sempatik sinir sistemi,
Parasempatik sinir sistemi.
Beynin sol lobu sempatik sinir sisteminin çalışmalarını düzenlerken, sağ lop parasempatik sinir sisteminin çalışmalarında yetkilidir. Sağ burundan nefes alırken farkında olmadan sempatik sinir sistemine, sol burundan nefes alırken de parasempatik sinir sistemine etki ederek çalışmalarına yün vermiş ve tesir vermiş oluruz
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
dis.jpg


İnsan vücudundaki bazı organların günümüzde pek işlevleri olmamasına rağmen insanlık tarihinin başlangıcında önemli roller oynadıkları sanılıyor. Vücudumuz sanki başka şeyler de yapabilmek için yaratılmış gibidir. Örneğin çok ilginç yerlerimizde kıllar vardır, dizlerimiz olması gerekenden çok büyüktür, ayaklarımızda bu kadar parmağa ihtiyaç var mıdır, apandisitimiz vücudumuzda ne arıyor?
Kılların nedeninin ilk insanların duygularını sadece sesle değil hareket ve koku ile de iletmeleri olduğu sanılıyor. Vücudumuzun bazı bölgelerinde bulunan tüy ve kılların ana görevleri koku üretip özellikle erkek ve dişi arasında iletişim kurmaktı. Aynı şekilde apandisitin de başlangıçta ot yiyen atalarımızın otlarını sindirmekte kullandıkları, ama zamanla otlamaktan vazgeçtikleri için körelen bir organ olduğu sanılıyor.
Yabancıların "akıl dişi" de dedikleri yirmi yaş dişleri geç çıktıkları gibi, çoğu kez problem de yaratırlar ve diş hekimlerince derhal çekilmeleri önerilir. Aslında çiğnemede pek fonksiyonu da olmayan bu dişler bize henüz yiyeceği pişirerek yemeyi keşfedemeyen atalarımızın mirasıdır. Onların çiğ yiyecekleri yemek için daha kuvvetli bir çeneye ve dişlere ihtiyaçları vardı.
Zaten diğer bütün dişlerimiz de aynı anda çıkmaz. Önce süt dişleri çıkar. Onlar döküldükten sonra ön dişler ve köpek dişleri çıkar sonra da azı dişleri. Yirmi yaş dişleri bu sırayı biraz geçirerek takip eder. Bütün bu olaylar olurken de çenemiz gelişmeye devam eder, ancak 20 yaşını geçtikten sonra yirmi yaş dişlerine çene kemiğimizde yer açılır.
İnsanlık geliştikçe yirmi yaş dişine de çenemizde o kadar az yer kalıyor, yani insanın evriminde çene gittikçe küçülüyor. Bu nedenle bazı insanlarda bu dişler hiç çıkmadan gömülü olarak kalabiliyor. Yerine tam oturmadığından çürüyebiliyor, iltihap yapabiliyor. Bir fonksiyonu olmadığından da diş hekimleri çekip almayı tercih ediyorlar.
Görevleri sadece çiğnemek olmasına rağmen dişlerimizin içinde sinirler de vardır. Bu sinirler dişlerimizle ilgili acı, ağrı ve ısıyı beynimize iletirler. Yani dişimiz çürürse sinir bir problem olduğu konusunda beynimizi ikaz eder ama nedense bu ikazı diş çürdükten, iş işten geçtikten sonra yapar, diş hekimleri de o dişi kurtarmak için önce sinirini alırlar.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
98cba64cde542a19551a63d6848cf3a7_1277287532.jpg

Değerli süs maddeleri arasında bir canlı tarafından yaratılan tek mücevher incidir.Yumuşak ve tatlı pırıltılarıyla inci,hemen her dilde güzellik'' ve yüksek değer''le eşanlamlı bir sözcük olarak kullanılmaktadır.


İNCİ NASIL OLUŞUR?

İnci, başta istiridye,tarak ve bazı midye türlerinin içinde oluşur.Bunlar denizlerde yaşayan yumuşakçalar sınıfından kabuklu yaratıklardır.İşte, yaratıkların yumuşak vicutları içine giren yabancı bir maddenin zararsız duruma getirilmesi için çevrelerinde kılıflar oluşmaya başlar.Böylece soyutlanan yabancı madde zamanla kalınlaşan ve çeşitli katmanlardan oluşmaya başlar.Böylece soyutlanan yabancı madde zamanla kalınlaşan ve çeşitli katmanlardan oluşan yuvarlak bir biçim alır.Daha çok istiridyenin içinde gelişen bu kat kat kılıflar sedef katmanıdır.İnci bu katmanların tümünün küresel bir biçimde oluşmasıdır.


İNCİNİN DEĞERİ NEREDEN GELİR?

Doğal inci, özellikle iri taneli inci az ve zor bulunan bir şeydir.Çıkarılanlar arasında değerli olanlarda çok azdır.Bir incinin değeri göz alıcı doğal pırıltılarının yanısıra kendine özgü değeriyle ölçülür.İncinin renk ve parlaklığı alttaki katmanların ışığı yansıtma ve kırmasıyla oluşan ilginç bir olaydır.Ama gerçekten çok değerli bir incinin ışığı yansıtmasının yanı sıra şekliyle yapı düzlüğünün de göz önünde tutulması gerekir. İncinin rengi istiridyenin cinsine,suyun içirdiği tuzun niteliğine suyun derinlik ve ısı derecesiyle de yakından ilgilidir. İnci genellikle beyaz,fildişi,pembe yada açık gül renginde, mavimsi hatta siyah olmaktadır.Bunların içinde beyaz ve pembemsi renklerde olanlar en çok arayanlardır.Siyah inciler ise çok az bulunduğundan ayrı bir değer taşımaktadır.


DOĞAL İNCİLER

İstiridye ve öteki yumuşakçaların oluşturduğu her inci değer taşımaz.Değerli inci yapabilmek istiridyenin kabuğunun iç yüzeyini kaplayan sedef tabakasının parlak,düzgün ve temiz renkli olmasına bağlıdır.Bu niteliklerin en çok rastlandığı türü ise tropikal denizlerin ılık sularında yaşayan Pinktada istiridyesidir.Ama İran Körfesinin Arp yarımadası kıyılarında 2000 yılından beri çıkarılmakta olan inciler arasında çok değeğrli inciler görülmüştür.Sri Lanka Adasının Mannar Körfezi beyaz ve gümüşsü incileriyle ünlü ünlüdür.ABD ile Meksika'nın batı kıyılarında ise siyah inci çıkar.Avusturalya,Güney Pasifikler,Venezuela ve Panama yakınlarındaki İnci adaları da ,inci çıkarılan bölgelerdir.Deniz dibindeki istiridyeler sualtında 70 saniyeden 1,5 dakikaya hatta daha uzun süre,kalabilen dalgıçlar tarafından çıkarılır.

Denizlerin dışında ABD'nin Missisipi nehrinde yaşayan bir istiridye türünde de tatlı su incileri elde edilmektedir.


KÜLTÜR İNCİSİ

Çinliler bundan yüzlerce yıl önce istiridyeler içine konan bazı cisimlerin sedefle kaplandığını biliyordu.Belkide onların bu deneyiminden yararlanan Japonlar 1800 yıllarda istiriden daha çok ve daha ucuz inci elde etmenin yollarını geliştirmeye giriştiler.Bugün ??kültür incisi'' uretimi Japonya'da büyük bir sanayi durumuna gelmiştir. Kültür incisi elde etmek için ufak ve yuvarlak bir sedef parçası canlı istiridyenin içine yerleştiriliyor.Sonra bunlar dibe serili ağdan yataklar uzerine indirilerek orada 3-5 yıl süreyle bırakılır.Böylece istiridye içinde oluşan inciler oluşan inciler sayı bakımından çok olursada gerçek inciler kadar değerli değildir.Ama bunların iyilerini doğal olanlarından ancak deneyimli gözler ayırt edebilir.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
4d6ac0276e7ac1372bb6ea8259ed5245_1277574330.jpg


Yüz kızarması, sadece utanma durumunda değil, şaşırma, kızma, heyecanlanma, korkma veya stres hissi durumunda da ortaya çıkabiliyor. Ayrıca kızarma, yaş ve tecrübe miktarıyla da alakalı. Şaşırtıcı bir gerçek de, işitme ve görme engellilerin de yüzlerinin kızarabildiği. Hatta bir kişinin, kendisinde utanma duygusu yaratabilecek herhangi bir şeyi düşündüğünde bile kızarabildiği ortaya çıkarılmış.
Utanma hissiyle birlikte ortaya çıkan etkiler, sadece kızarma ile sınırlı değil. Çoğunlukla kalp atışlarında hızlanma ve bazı durumlarda da ürkme hissi bile ortaya çıkabiliyor. Yüz kızarması, belirli zihinsel süreçlerin üst üste gelerek, utanma güdüsü oluşturması ve sonuçta da fonksiyon yetersizliğine sebep olması nedeniyle ortaya çıkan bir durum. Zihin karışıklığı durumunda, simpatik sinir sistemi devreye giriyor ve çevresel kılcal damarlar, vazodilatör maddelerin etkisiyle genişliyor. Bunun sonucunda da kan akışı hızlanıyor ve yüz ile boyun çevresine daha fazla kan geliyor. Bu tepkiler, utanma mesajını vücut genelinde cevaplayan hipotalamusun kontrolünde. Utanma durumunda vücut sıcaklığında da artış görülmesi nedeniyle, kan, en çabuk soğuyabileceği noktalara gönderiliyor: eller, ayaklar ve yüz.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
yaslilik.jpg


Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre farklı olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır. Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü, Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 237 gün yaşamıştır.
İnsanların büyümesi, yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre, ömrümüz süresince biyolojik ak-tivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar, gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise, genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program, hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor, yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken günümüzde 75 yıla ulaşması, bu savı çürütmektedir.

Bu amaçla bilimciler, meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle, savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.

Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar, insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir, ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da, ****bolizması yüksek, yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların, yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin, farelerin ****bolizmik hızları insandan daha yüksektir, ama nadiren 3 yıldan fazla yaşarlar.

Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de, antioksidan grubunda yer alarak, yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda, hücrelerin bölünerek, yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar bölünebilen.tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
usumemek.png


Tüylerin diken diken olmasının sebebini, soğuk havada vücudun ısı depolama yöntemlerinden birisi olduğunu belirtiyor.Genellikle yaşanan stres ve heyecanı ifade etmekte kullanılan bir deyim olan 'tüylerin diken diken olması'nın, soğuk havada vücudun ısı depolama yöntemlerinden birisi...
Yani tüyler, deri altındaki kasların refleks olarak kasılmasıyla ortaya çıkan ısı enerjisinin hapsedilmesi amacıyla dikilir" diyen Demircan, dokuların diğer ısı üretme yöntemlerini şöyle sıraladı: Besinlerin hücrelerde enerjiye dönüştürülmesi..
Egzersiz gibi istemli veya soğukta titremede olduğu gibi istemsiz kas aktivitesi, Vücudun ısı koruma mekanizmasının çalışması (Deri damarlarının kasılarak daraltılması sonucu deri kan akımının azaltılması ve bu şekilde daha derin dokularda göllendirilen kandaki ısı kaybının azaltılması) Terlemenin azaltılması, Vücut yağlarının yakılması.
 
OP
E

elif20

Daimi Üye
Katılım
31 Temmuz 2011
Mesajlar
3.744
Tepki
5.423
Puan
113
Yaş
34
Konum
Mersin
30dc0bf4e7bfe7c04d6d1ea15cdab4ca_1277661855.jpg


Kurşun geçirmez cam ile normal cam ilk bakışta birbirlerinin aynıymış gibi görünür, ancak görünüm benzerlikleri burada biter. Sıradan cam tek kurşunla kırılıp paramparça olur. Kurşun geçirmez cam ise, camın kalınlığına ve ateş edilen silahın cinsine göre bir ya da daha fazla kurşuna dayanabilecek ve kırılmayacak niteliktedir. Cama bu özelliği ne kazandırıyor?
Değişik üreticiler, farklı kurşun geçirmez camlar üretiyorlar ancak temel olarak üretim biçimi, sıradan cam tabakalar arasına polikarbon malzeme yerleştirilerek laminasyon yapmak olarak tanımlanabilir. Bu süreç sonucunda normal camdan daha kalın cam-gibi bir malzeme ortaya çıkar. Polikarbon sert ve saydam bir plastiktir, ve çoğunlukla da Lexan, Tuffak ya da Cyrolon gibi markalarla birlikte anılır. Kurşun geçirmez cam genellikle 7 mm ile 75 mm arasındaki kalınlıklarda üretilmektedir. Kurşun geçirmez bir cam parçasına doğru kurşun atıldığında kurşun camın dış tabakasını delecek ancak içerdeki polikarbon-cam malzemesinden yapılan lamine tabakalar kurşunun enerjisini soğurarak son tabakaya ulaşmasını engelleyecektir.
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst