--->: Hatanın Bedeli - Yeni Yazı Dizisi

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Hatanın Bedeli

“Burada Artık Hayat Bitti!”

Sermet, sigarasını yere atıp topuğuyla ezdikten sonra bir iki kere öksürüp kahveden içeri girdi. İçerideki kesif duman insanın nefesini kesiyordu. Cam kenarındaki masaya doğru ilerledi.
- Selamünaleyküm beyler, diyerek bir sandalye çekti. İki kişi oturuyordu masada. Bir tanesi geniş yüzlü, saçları hafifçe dökülmüş, kumral tenli bir adamdı. Kalın kaşları vardı. Başını salladı hafifçe:
- Aleykümselam Sermet... Nasılsın?
Sermet omuzlarını kaldırdı:
- Nasıl olayım Tayyar ağabey? Değişen ne var ki... Sabahtan beri bir şey çıkar umuduyla çarşının orada bekledim. Ne gelen var ne giden... Bu gün de böyle boş boş geçecek demek ki...
Adam gözlerini kıstı:
- Herkeste aynı dert be aslanım. Kimsede iş yok...
Diğer adam daha zayıf, daha çelimsiz görünüyordu. Mavi, küçük gözlerini kısarak baktı Sermet’e:
- Yahu sen ne diye buralarda duruyorsun ki... Gördüğün gibi burada artık hayat bitti. Büyük şehirde var ne varsa... Benim bacanak senin gibiydi. Köyden gelmişti çoluğu, çocuğu toplayıp buraya. Ama para etmedi. Verdi kararını, bastı gitti İstanbul’a. İnan ki, iki seneye kalmadı, koca bir dükkan sahibi oldu. Eskicilikle başladı işe. Şimdi spotçu dükkanı açmış, altında arabası bile var. Buralar akıl kârı değil artık yeğenim... Bence en iyisini yaparsın... Taşı toprağı altın, altın... Benim yaşım genç olsa bir gün durmam. Daha senin için çok vakit var. Çocukların küçük, sen gençsin...
Sermet yanına yaklaşan kahveci çırağına bir çay söyledi. Sonra cebinden uçsuz sigarasını çıkartıp masaya koydu. Bir tane yaktı sıkıntılı bir şekilde:
- İyi dersin de İzzet Usta, oraya gidince ne yapacağım, nerede kalırım, ne yer ne içerim?
İzzet arkasına yaslandı. Alaycı bir gülümseme ile omuzlarını silkti:
- Burada ne yiyip ne içiyorsun be yeğenim? Orada da buradan farklı olmaz ilk zamanda... Kalacak yere gelince, veririm benim bacanağın adresini, yardımcı olur sana. Yok mu hiç iki kuruş paran veya malın?
Sermet kaşlarını çattı, dudak büktü:
- Var, bir ufak tarla var köyde benim hanımın. Şimdi geçimimiz oradan senede bir gelen parayla işte... Ama yetmiyor, az bir şey geliyor.
Tayyar atıldı onun bu sözleri üzerine:
- Bak gördün mü? Sen diyorsun yetmiyor diye. Satarsın İzzet’in dediği gibi... Hiç olmazsa sermaye yaparsın. Kolay değil, sıkıntıyla olur her şey. Biraz katlanırsınız yokluğa. İstanbul buralar gibi değil oğlum, orada başka bir dünya var... Benzemez bizim köylere... Orası elli tane Bingöl ili, yüz tane Genç ilçesi eder, bir sen mi sığmayacaksın?
Sermet kahveci yamağının getirdiği çayı bir dikişte bitirdi. Sigarasından derin bir nefes çekip düşünceli bir şekilde teneke kül tablasına bastırdı izmariti. İzzet Usta hafifçe eğildi ona doğru:
- Bence sen düşün bunu yeğenim. Başka kurtuluşu yok bu işin!..

Mis Gibi Bulgur Kokusu Yayıldı

Sermet kahveden çıktıktan sonra Murat Nehri boyunca yürümeye başladı. İlçeye taşınalı beş sene olmuştu. Beş senedir bir gün bile rahat yüzü görmemişlerdi. Dokuz senelik evliydi Kadriye’yle. Annesi, babası beğenip almışlardı... Nişana kadar yüzünü bile görmemişti. O zaman babası başlık parasını dört baş hayvan satıp vermişti. İlk zamanlar her şey iyiydi. Babasının sağlığında sıkıntı çekmemişlerdi. Ama Sermet babasını kaybedince her şey değişmişti. İki ağabeyi vardı daha önceden. Biri trafik kazasında biri de kalp krizinden ölmüştü. Ablası ise seneler evvel evlenip Muş’a gelin gitmişti. Yıllardır görmüyordu onu da. Babasının peşinden annesini de kaybedince kimsesi kalmamıştı. Kadriye’nin de evlendikten sonra anası ve ardından babası ölmüştü. Köyde artık yaşayamayacaklarını anlayınca karar vermişler ve ilçeye taşınmışlardı...
Genç ilçesi Bingöl’e yirmi kilometre uzaklıkta, Murat Nehrinin içinden geçtiği, güneyinde Genç dağlarıyla çevrili şirin bir yerdi. Burada tutunmaya çalışmışlardı Sermet Kaya ve ailesi. Günlük inşaat işlerinde çalışmaya başlamış, iş bulduğu zamanlarda ailesine yetebilmiş, bulamadığı zamanlarda ise yokluğa katlanarak idare etmeye çalışmışlardı. Ama son bir senedir her şey değişmişti. Artık iş bulamaz olmuştu. Üç tane çocuğu vardı. En küçüğü dört yaşındaydı. En büyükleri olan Harun okula gidiyordu. Kızı Azize ise seneye başlayacaktı okula... Yetişemiyordu Sermet artık. Ekonomik sıkıntılar genç adamı agresif biri yapmış çıkmıştı. Evde hoşnutsuzluklar yaşanmaya başlamıştı...
Uzun boylu, esmer bir adamdı Sermet. Birbirine yakın gözleri, kalın bıyıkları ve çıkık elmacık kemikleri ile sert bir görünüşü vardı. Zaafları olan, kişiliği tam oturmamış, dar düşünce yapısına sahip olan Sermet, son zamanlarda maddi sıkıntılarının da etkisiyle evine olan ilgisini azaltmış, karısına ve çocuklarına haşin davranışlar sergilemeye başlamıştı. Hızlı adımlarla yürüdü. İki aydır oturdukları evin kirasını verememişlerdi. Karısının köyündeki küçük bir toprak parçasından gelen üç beş kuruş yetmiyordu artık. Kafası kahvede konuşulanlara takılmıştı. Yavaş yavaş kararı kafasında şekilleniyor, İstanbul’a gitme fikrine aklı yatmaya başlıyordu...
Eve geldiği zaman hızla vurdu tahta kapıya. Biraz sonra esmer, ufak tefek bir kadın açtı kapıyı. Hemen kenara çekildi ve duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı:
- Hoş geldin...
- Hemen iki lokma bir şeyler hazırla. Midem kazındı...
Kadriye koşar adımlarla girdi mutfağa. Küçük tüpün üzerindeki tencereyi indirdi. Mis gibi bulgur kokusu yayıldı ortalığa. Bir tepsinin içine bakır sahanı koyup bulgur pilavıyla doldurdu içini. Tavanda asılı duran bakraçtan yoğurt boşalttı bir tabağa. Büyükçe bir parça tandır ekmeği koparttı yanına koydu. Yayık bir tabağa da turşu çıkarttı. Tepsiyi kucakladığı gibi odaya götürdü. Sermet Koca bir parça koparttı ekmekten. Kadriye ayakta bekliyordu. Hiç konuşmazdı zaten. Adam sert bir sesle bağırdı:
- Su getir...
Koşarak çıktı odadan genç kadın. Az sonra bir bardak suyla döndü. Sermet bir dikişte bitirdi suyunu. Ağzını elinin tersiyle kuruladıktan sonra karısına döndü:
- İstanbul’a gideceğiz artık... Burada iş yok, güç yok. Senin köydeki toprağı satacağım. Gidip büyük şehirde şansımızı deneyelim. Bunaldım artık burada. Daraldım...
Kadriye hiç sesini çıkartmadı; ama gözbebekleri hüzünle kısıldı!..

Çocukları Onun Her Şeyiydi...

Kadriye tepsiyi kaldırıp mutfağa girince beyaz örtüsüyle gözlerinde biriken iki damla yaşı sildi. Sermet’in verdiği kararı onaylamadığı belliydi ama hiçbir şey söyleme, fikrini beyan etme gibi bir hakkı yoktu. Zaten dinlemezdi kocası. Dinlemediği gibi de sinirlenir belki de şiddet kullanırdı. Son bir yıldır çok şey yaşamıştı bu konuda genç kadın. Daha bir hafta öncesinde dayak yemişti kocasından. Hem de acımasızca bir dayak. Küçücük bir sebepten deliye dönmüştü Sermet. Aldığı darbelerin vücudunda bıraktığı izler hâlâ duruyordu...
Güzel bir kadındı Kadriye. İri siyah gözleri, parlak siyah saçlarıyla dupduru bir yüzü vardı. Biçimli dudakları, küçük burnu pürüzsüz cildi ile gören herkesin beğendiği bir tipti. Evlendiğinden beri kocasının gölgesi altında, hiçbir söz hakkı olmadan yaşıyordu. Evleneceği zaman çok ağlamıştı. İstememişti Sermet’le evlenmeyi. Onun gönlü kendi köylerinde yaşayan bir gençteydi. Ama bu konuda değil duygularını ailesine söylemek ağzını “istemiyorum” diye açtığı zaman başına geleceği çok iyi biliyordu. Sevdiği genç de onun nişanlandığını duyunca köyü terk edip gitmişti. Bir daha da görmemişti onu. Gencecik yüreğini sevgiyle tanıştıran ilk insanı da böylece çıkartmıştı hayatından... Kaderine razı olmuştu... Evlendiğinin ertesi yılında Harun dünyaya gelmişti. O iki yaşındayken çok sevdiği kızı Azize doğmuştu. İki sene sonra da en küçük oğlu Alper’i vermişti yüce Allah. Çocukları onun her şeyiydi. Hayatının tek anlamı olarak görüyordu evlatlarını. Onlara gözünün bebeği gibi bakıyor, ilgileniyor, yakın olmaya çalışıyordu. Kendisinin yaşamayı arzu ettiği ama asla yaşayamadığı anne baba ilişkisini kendi çocuklarıyla kurmayı başarabilmişti. Yaşadıklarından aldığı dersi iyi öğrenmişti. Ama hiçbir şey tek taraflı olmuyordu. Annelerine yakın olan çocuklar babalarından bir o kadar çekiniyorlar ve ona uzak duruyorlardı. Sermet, bir gün olsun hiçbirisini kucağına alıp sevmemiş, ilgilenmemişti... Bu konuda o da suçlanamazdı. Çünkü o da böyle görmüştü...
Kadriye bulaşığı yıkadıktan sonra odaya döndü. Sermet, sedirin üzerinde bağdaş kurmuş, sigarasını yakmış, düşünceli bir şekilde dışarıyı seyrediyordu. Hava soğuktu. Odanın bir köşesinde yanan teneke sobanın kenarları kızarmıştı. Gözlerini kısarak baktı karısına adam:
- Çıkar gideriz buradan. İstanbul’a giden herkes zengin oldu. Koca İstanbul’da bize mi yer yok? Yüz tane Genç eder İstanbul. İcap ederse Harun da çalışır.
Kadriye dehşet içinde kaldırdı başını. Bütün cesaretini toplayarak kekeledi:
- O okuyacak... Okula gidecek...
Sermet kaşlarını çatarak baktı:
- Konuşma! İcap ederse çalışacak, yardımcı olacak. Okumakla adam olunmuyor... Gerekirse hem çalışır hem okur. Ben daha fazlasını yapamam. İş yok, güç yok. Kadın başınla bilmediğin işlere karışma. Ben ne dersem o olacak. Hazırla bir çıkın bana. Köye gidip şu toprağın satışını yapayım. Birazdan çıkarım yola. Otobüse yetişeyim.
Kadriye bu işin dönüşünün olmadığını anlamıştı. İçini çekerek kalktı yerinden. Çıkını hazırlarken inci gibi yaşlar süzülüyordu gözlerinden. Kocasının aldığı kararın yanlış olduğunu düşünüyor, tanıdığı kocasının İstanbul gibi bir yerde bir baltaya sahip olabileceğine inanmıyordu. Ama çaresiz sessiz kalmak zorundaydı...
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
İçindeki Korkuyu Atamıyordu!..

Sermet köye giden minibüsün ön tarafına oturmuştu. Kafası artık iyice yatmıştı. İşin hayaller kurma tarafına gelmişti sıra. “Bulurum bir iş koca İstanbul’da... Herkese iş var da bana mı yok?” diye düşünüyordu. Hayatında yapacağı bu değişikliğin kendisine iyi geleceğini düşünüyordu. Hayırlısıyla şu toprağı da iyi bir fiyata elinden çıkartabilirse her şey iyi olacaktı. Umutla bakıyordu verdiği karara. Kadriye ise umutsuzdu. Korkutuyordu onu büyük şehir. Bugüne kadar türlü şeyler dinlemişti büyüklerinden. Çocukları için korkuyor, kendisi için korkuyor, yuvası için korkuyordu. İçindeki sıkıntı yerleşip oturmuştu yüreğine, gitmek bilmiyordu. Cesaretini toplayıp itiraz etmeyi düşünmüştü ama bir faydası olmayacağını adı gibi biliyordu. Bir bilinmeze doğru yelken açmanın başlarına neler getirebileceğini tahmin ediyor ve içi sızlıyordu. Onun durgunluğunu fark eden Harun dikkatle baktı annesine:
- Ana, hasta mısın?
- Değilim oğlum...
- Neyin var?
Kadriye içini çekti. Konuşacak kimsesi yoktu. Dertleşecek kimsesi yoktu. Akıl danışacak kimsesi yoktu.
- İstanbul’a gidecekmişiz oğlum. Baban evimizi oraya taşıyacak.
Harun’un gözleri parlamıştı:
- Deme ana! Sahi mi söylersin?
Onun çocuksu heyecanına kızamadı Kadriye. Gülümsedi:
- Sahi söylerim ya! Sevindin mi?
Harun mutlulukla dayandı arkasına:
- Sevindim ana! Koca şehir İstanbul.
Kadriye dalgın bir şekilde uzaklara baktı. Odanın penceresinden Genç Dağları görünüyordu.
- İnşallah her şey iyi olur oğlum. Kocaman dediğin şehir bizi yutmasın da...
Harun endişe ile baktı annesine. Yerinden kalkıp yanına geldi. Elini tuttu anasının:
- Korkma ana... Ben korurum seni. Seni de korurum, kardeşlerimi de... Kimse bizi yutamaz.
Sevgiyle okşadı oğlunun başını Kadriye. Bağrına bastı onu:
- Umarım öyle olur oğlum. Daha çok küçük, çok savunmasızsınız.
Harun merakla sordu:
- Babam ne iş yapacak orada ana?
Omuzlarını kaldırdı Kadriye:
- Bilmem ki oğlum, bir şey bilmiyorum ben de senin gibi...
Harun gözlerini kıstı:
- Belki babam düzelir orada ana. Belki iyi bir adam olur. Seni dövmez. Bize kızmaz.
İçini çekti Kadriye. Sıkıca sarıldı oğluna. O sırada odaya giren Azize onları o şekilde sarmaş dolaş görünce koşarak atladı anasının kucağına. Harun bir kahkaha attı:
- Bu kız çok fesat ana. Hiç bizi rahat bırakmıyor...
Kadriye iki evladını da kollarının altına alıp gözlerini kapattı. İçindeki korkuyu bir türlü atamıyordu...

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Kadriye Ürkerek Baktı Kocasına!

Sermet kapıdan içeri girince Kadriye meraklı gözlerle baktı onun yüzüne. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama doğrudan sormaya cesaret edemiyordu. Sermet odaya girip sedirin üzerine attı kendini. Bir sigara çıkardı cebinden:
- Bana bir çay yap haydi...
Kadriye hemen koşarak mutfağa yöneldi. Babasının geldiğini gören Harun odaya gelmişti. Gülümsedi babasına. Yanına gelip oturdu:
- İstanbul’a mı gidiyoruz baba?
Sermet başını salladı:
- He ya! Sevindin mi?
Harun memnun gülümsedi:
- Sevindim ya! Koca bir şehir İstanbul. Biz okulda resimlerini gördük. Gemi de var hem orada...
Sermet başını salladı:
- Yalnız gemi mi? Daha neler var neler...
Kadriye çayı getirmişti. Bardağı uzattı kocasına:
- Hallettin mi? Diye sordu korkarak. Alacağı cevaptan korkuyordu. Sermet beklediğinin aksine sakin ve mutlu bir şekilde cevap verdi:
- Hallettim. Sattım toprağı Hüsmen efendiye. Zaten gözü vardı biliyorsun. “Tamam” dedim. Aldım parasını. Toparlan sen de. Eşyaları toparla. Beklemenin bir anlamı yok.
Kadriye ürkerek baktı kocasına:
- Ya Harun’un okulu? Okulu yarım mı kalacak?
Sermet dişlerinin arasından anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı:
- Orada gider okula... diye ekledi, ardından. Koca İstanbul’da okul mu yok?
Ses çıkartmadı Kadriye. Sermet devam etti:
- Yarın sen git okula, anlat durumu, ne yapılması gerekiyorsa yap. Ben de biletleri alayım. İki güne kadar gideriz. Durmanın, beklemenin anlamı yok!
Harun sevinç içinde el çırparak odadan çıktı. Kadriye yeniden sessizliğe bürünmüştü. Çayını bitiren Sermet ceketini alıp çıktı evden. Yalnız kalan genç kadın sıkıntıyla inledi:
“Büyük Allah’ım! Hakkımızda hayırlısını ver. Beni, çocuklarımı, yuvamı kötülüklerden koru...”
Alper uyanmıştı. Ağlayarak geldi annesinin yanına. Sarıldı küçük oğluna Kadriye.
- Küçüğüm benim... Biricik oğlum benim... Bahtın açık olsun yavrum benim...
Azize oyuncaklarından başını kaldırıp annesine baktı:
- Ana, neden ağlıyorsun?
- Yok bir şey güzel kızım, öylesine işte...
Bütün gün iş yaparak oyaladı kendisini genç kadın. Eşyalarını topaldı. Zaten pek bir şeyleri yoktu. Giyeceklerini bir denk yaptı. Büyük eşyalar kalmıştı bir tek. Yorgunluk ve umutsuzluk gücünü azaltmıştı...

Uzun Bir Yolculuk Başlamak Üzereydi

Otogar kalabalık değildi. Genç’ten Bingöl’e gideceklerdi önce. Biletleri ayarlamıştı Sermet. Kadriye böyle kaçarcasına çekip gitmelerine bir anlam verememişti. Bir gün önce Harun’un okuluna gidip kaydını almıştı. Öğretmeni üzülmüştü Harun’un ayrılışına. Kadriye’yi öğretmenler odasına çekip uzun uzun konuşmuştu. Yazık etmesinlerdi çocuğa. Harun çok akıllı, pratik zekası olan, duygulu bir çocuktu. Eğer biraz üzerine düşülürse çok büyük başarılara imza atabilecek yeteneği vardı. Sıkı sıkı tembih etmişti Kadriye’ye:
- Mutlaka okutun bu çocuğu. Pişman olmazsınız, demişti.
Evin toparlanması ise hemen bitmişti. Zaten iki üç parça eşyaları vardı. Yataklarını denk yapmışlar, giyeceklerini bir çantaya doldurmuşlar, kalan büyük eşyalarını da üç beş kuruşa satmışlardı. Gözleri hep dolu doluydu Kadriye’nin. Alışkanlıklarından ayrılması kolay olmamıştı. Ama bu duygularını anlayabilecek, paylaşabilecek kimsesi yoktu. Kendi kendine yaşamıştı hepsini. Sermet etrafına bakındı. Eski model bir otobüsü başıyla işaret ederek o tarafa doğru yürüdü:
- Yürüyün, işte otobüsümüz...
Elini cebine atıp küçük bir kağıt parçasının yerinde olup olmadığını kontrol etti. İzzet Ustanın verdiği adres yazılıydı o kağıtta. Bacanağının adresini vermişti Sermet’e. Ne de olsa memleketlisiydi ve elbette bir yardımı olurdu. Otobüse bindiler. Çocuklar oldukça heyecanlıydı. Azize durmadan konuşuyor, merak içinde çevresini gözlemliyordu. Otobüs hareket ettiği anda Kadriye’nin yüreğindeki sızı derinleşti. Hüzünle baktı etrafına. Bir daha ne zaman dönebilecek, kim bilir bir daha ne zaman tekrar görebilecekti yaşadığı, doğup büyüdüğü bu yerleri?!.
Yarım saatte Bingöl’e gelmişlerdi. Büyük İstanbul otobüsünü görünce çocuklar bağırıştılar. Yerleşmeleri on dakika kadar sürdü. On beş dakika sonra hareket edeceklerdi. Kadriye hiç konuşmuyordu. Sermet ise bilmiş tavırlarla etrafta dolaşıyor, verdiği kararın doğru olduğunu düşünerek umutla ve memnun tavırlarla gülümsüyordu. Uzun sürecek bir yolculuk başlamak üzereydi. Sonunda otobüs muavini bağırdı:
- Beyler herkes binsin. Hareket ediyoruz. Hayırlı yolculuklar...
Yaylanarak kalktılar. Şehrin içinden geçerek anayola çıktılar. Kadriye koridor tarafındaki koltuktaydı. Yanında Azize ve Alper vardı. Harun ise yan taraflarında babasıyla oturuyordu. Alper’in gözleri kapanmaya başlamıştı bile. Kadriye küçük oğlunu kucağına aldı. Azize ise başını cama dayamış merakla yola bakıyordu. On beş dakika sonra otobüs rotasına girmiş gidiyorlardı. Kadriye kendilerini nelerin beklediğini bilmiyor, ama içinde gittikçe büyüyen bir endişeyi de barındırıyordu. Korkuyordu gelecekten. Harun’un öğretmeninin söylediklerini kocasına söylememişti. Biliyordu ki asla kendisini dinlemeyecek hatta belki de kızacaktı. Sermet’i iyi tanıyordu artık. Onun düşüncelerinin, kararlarının aksine bir şey ileri sürmeye kalksa sonunda zararlı çıkan kendisi oluyordu hep. Bu nedenle susmayı yeğliyordu.
İçini çekti usulca. Bir el yüreğini sıkıştırıyordu durmadan. Arkasına yaslandı. Otobüsün yumuşak sarsıntısı uykusunu getirmişti. Kaç gündür uykusuzdu. Gözlerini kapattı. Bir süre sonra da dalıp gitti...
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Şaşkın Bakışlarla Çevreyi Süzüyordu

Tunceli’yi geçtikten sonra Sermet de uykuya daldı. Erzincan’ı görmediler. Sivas’a geldikleri zaman otobüs mola verdi. Sermet tutulmuş bacaklarını açmak için iyice gerindi. Yüzünde endişeli bir gülümseme ile etrafına baktı. Kadriye de gözlerini açmış şaşkın bakışlarla süzüyordu çevresini:
- Sivas’a geldik.... Dedi Sermet. Ekledi:
- İhtiyacın falan varsa indireyim.
Kadriye başını iki yana salladı. Usulca mırıldandı:
- Yok bir şeyim. Karnınız acıktı mı?
Sermet başını salladı:
- Hazırla bir şeyler, iki lokma yiyelim şurada. İn aşağıya da bir çay falan içelim. Kuru kuruya yenmez şimdi.
Hep birlikte indiler otobüsten. Mola yeri iki tane binadan ibaretti. Birinin ön tarafında benzin istasyonu vardı, diğeri ise yiyecek, içecek bir şeylerin satıldığı lokantamsı bir yerdi. Sermet dört tane çay söyledi. Alper su istedi sadece. Kadriye yanına aldığı yollukları çıkardı. Börek yapmıştı. Birkaç tane yumurta haşlamış, otlu peynir ve kırma zeytin de sarmıştı bir kağıda. Tahta masanın üzerine yaydılar yiyeceklerini. On beş dakika sonra hepsi doymuştu. Sermet bir sigara yaktı. Birer bardak daha çay söyledi. Cebindeki parayı harcamanın keyfini yaşıyor gibiydi. Ankara’ya varsalar yolu yarılamış olacaklardı.
- Az kaldı sayılır artık, dedi karısına: Ankara’ya geldik mi vardık sayılır. Ondan sonrası kolay.
Askerliğini Konya’da yapmıştı. O nedenle bilirdi Ankara’yı. İzin günlerinde giderdi asker arkadaşlarıyla birlikte başkente. Sermet Harun’a baktı göz ucuyla:
- Ankara büyük şehirdir. Başşehir hem de... İyi bak etrafına. Her çocuğa nasip olmaz böyle yerleri görmek.
Harun başını salladı:
- Ben resimlerini gördüm sadece. İstanbul daha büyük ama...
- İstanbul en büyük... Taşı toprağı altındır... Bir tutturabilirsek işimizi, kimse bir şey diyemez ondan sonra. Bakalım, onca insan çalışıyor, iş çok, biz de bir ucundan tutacağız işte. Bak İzzet Ustanın bacanağına, adamın işleri rast gitmiş, altında otomobili bile varmış artık. Bizim ondan eksiğimiz ne? Pısırık herifin tekidir zaten. Konuşmuşluğum yok ama birkaç kere gördüm kahvede. Öyle tuttuğunu koparacak birine bile benzemiyordu. O bile başarmış. Biz mi yapamayacağız?..
Kadriye sessizce dinliyordu kocasının konuşmalarını. Çayını bitirip bardağı masaya bıraktıktan sonra ağzını sildi usulca. Korkarak sordu:
- Nerede yatıp kalkacağız Sermet?
- Dur hele, elbet bir yer bulacağız. Bir ev tutacağız. İzzet Ustanın bacanağı yardımcı olacak bize. Adam tanıyor İstanbul’u. Avucunun içi gibi biliyor her yerini. Bir yardımı olacak elbet. Bir ev tutalım önce, yerleşelim, sonra da gelsin iş. Harun’u da yakındaki okullardan birine yazdırıveririz. Cebimizde paramız olduktan sonra hepsi olur...
Otobüs hareket etmek üzereydi. Kalktılar. Kadriye kuşkuyla baktı kocasının ardından. İçindekileri söylemek istiyor ama ağzını açamıyordu. Hayatın tozpembe olmadığını biliyordu garip bir önseziyle...

Genç Kadının Yüzü Gerildi!

Ankara’ya gece vardılar. Yorgunluktan ayakta duracak halleri yoktu. Otobüsün yarım saatliğine verdiği moladan yararlanarak hepsi birden indiler. Kadriye otogarın kalabalıklığından ürkmüştü. Hayatında ilk defa böylesine yoğun bir ortamda bulunuyordu. Her taraftan sesler yükseliyor, anonslar yapılıyor, insanlar aceleyle koşuşuyorlardı. Çocuklar da yorgundu. Harun’un gözleri kapanıyordu. Azize ise artık ayakta zor durabiliyordu. Kadriye küçük oğlunu kucaklayarak kocasının ardından yürüdü. Ürkmüştü büyük şehrin kalabalığından. Korkak adımlarla hızlı hızlı gidiyordu Sermet’in arkasından. Lavaboya gidip ellerini yüzlerini yıkadılar. Biraz olsun ferahlamışlardı. Yarım saati etraflarına bakınarak dolaşarak geçirdiler. Otobüs tekrar hareket ettiğinde biraz daha rahatlamışlardı. Yedi sekiz saatlik yolları kalmıştı artık. Çocuklar otobüse biner binmez uyudular. Kadriye sessizce oturuyordu. Sermet ona doğru eğildi:
- Belki sen de çalışırsın... İzzet Ustanın bacanağının karısı çalışmış ilk gittiklerinde...
Kuşkuyla ve ürkerek baktı kocasına genç kadın:
- Tövbe tövbe, ben ne iş yaparım ki?
- Sus be kadın, herkesin karısı ne iş yapıyorsa sen de onu yaparsın... Elbet vardır bir iş...
Kadriye ses etmedi. Huzursuzluğu çoğalmıştı. Usulca mırıldandı:
- Çocuklar ne olacak?
Sermet kaşlarını çattı:
- Azize kocaman kız. Bakar kardeşine...
Genç kadının yüzü gerildi:
- O okula gidecek...
Sermet sinirlenmişti:
- Okul, okul diye tutturdun... Okuyup da âlim mi olacak bunlar. Çalışıp para kazansınlar, hayatı öğrensinler, ondan ala okul mu olur?
Dudaklarını büzdü:
- Birisi yarından sonra evlenip gidecek zaten...
Kadriye garip bir cesaretle ekledi:
- Harun’un öğretmeni mutlaka okutun bu çocuğu, çok zekidir dedi.
Sermet alaycı bir gülümseme ile cevap verdi:
- Sokma kafasına çocukların böyle şeyleri... Aklı varsa para kazanmak için kullansın.
Cevap vermedi kadın. Ne dese işe yaramayacağını biliyordu...
Biraz sonra otobüsün ışıkları söndürüldü. Motorun gürültüsü ninni gibi geliyordu insana. Gözlerini kapattı. Kendi kendine karar verdi Kadriye. Çocuklarının istikbali için karşı koyacaktı, direnecekti kocasına. Bir bilinmezin kollarına atmayacaktı evlatlarını. “Hele bir gidip görelim bakalım” diye rahatlattı kendini. Biraz sonra yan gözle kocasından tarafa baktığında onun uyuduğunu gördü. Yanında birbirine sarılarak yatmış olan evlatlarının üzerine hırkasını örttü. Uykusu kaçmıştı. Camdan dışarıya baktı. Yol hızla kayıp gidiyordu. Köyünü düşündü. Genç ilçesine yerleştiklerinden beri gitmemişti köyüne. Özlemişti oraların serin, mis gibi havasını. Hayat hiçbir zaman insanın istediği gibi akıp gitmiyordu...

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Çocuklar Korkuyla Etrafa Bakındılar!..

İstanbul sisliydi. Boğaziçi Köprüsünden geçerken hayretle çığlıklar atan Azize ve Harun yerlerinde duramıyorlardı. Otobüs çevre yoluna girdiği zaman etrafına korkarak bakan Kadriye, içindeki ürkekliğin ne denli haklı olduğuna bir kere daha karar vermişti. Arabalar bir nehir gibi akıyor, kalabalık insanın tüylerini diken diken ediyordu. Hayretler içinde gözlerini otobüsün penceresinden ayırmıyorlardı. Otogara girdikleri zaman gözlerine inanamadılar. Yüzlerce otobüs yan yana dizilmiş, binlerce insan karınca gibi dolanıyordu. Muavinin sesi duyuldu:
- Herkese geçmiş olsun. Hayırlı günler...
Eşyalarını aldılar bagajdan. Hepsi otogarın ortasında bir yere toplanmışlardı. Çocuklar annelerinin eteklerine sarılmış, korkuyla bakıyorlardı etraflarına. Sermet yaklaştı:
- Bir arabaya bineceğiz. Şu tarafa gidelim. Yüklenin bakalım hepiniz bir torba...
Kendisi de yatak dengini sırtladı. Taksilerin olduğu tarafa doğru yürüdüler. Taksi şoförü dudak bükerek baktı onlara:
- Ağabey, bunları arabaya alamam ben. Nasıl koyarım. Bagaja sığmaz ki bunlar, insaf et yahu...
Sermet şaşkın bir şekilde baktı adama:
- İyi de ne yapacağız biz? Bunlar olmasa olmaz. Yatağımız yorganımız...
- Kamyonet tut hemşerim... Arkasına koyarsın...
Sermet sıkıntıyla bakındı etrafına:
- Kucağımıza alırız sepetleri, sadece yatakları koyalım bagaja...
Şoför dudak büktü:
- Fazla paranı alırım ama. Taksimetrenin yazdığının yarısını da bagaj için alırım.
Sermet omuzlarını kaldırdı:
- Tamam ağabey, nasıl istersen...
Ailesine döndü:
- Haydi binin bakalım...
Kadriye ve çocuklar arkaya oturdular. Sepetleri ve çantaları da kucaklarına aldılar. Şoförle Sermet denkleri bagaja bağladılar. Sonra arabaya bindiler. Şoför motoru çalıştırdı:
- Ne tarafa gidiyoruz hemşerim?
Sermet ceketinin cebinden kağıdı çıkartıp uzattı:
- Adres bu kaptan...
Şoför dikkatle okudu adresi. Küçükçekmece’ye gidiyorlardı. Araba yılan gibi kıvrılarak çıktı otogardan. Çocuklar ve Kadriye merakla çevrelerine bakıyorlardı. Sermet ise büyük bir iş başarmış gibi alaycı bir gülümseme ile oturuyordu. Yarım saat süren bir yolculuktan sonra Küçükçekmece’nin ara sokaklarına girdi araba. Yollar bozuk ve çamurluydu. Şoför biraz da sinirlenerek sürüyordu arabayı. Sonunda derme çatma bir gecekondunun önünde durdu:
- Burası hemşerim. Numara on dokuz...

Sermet Şaşkın Ve Heyecanlıydı

Taksiye verdiği para içine oturmuştu Sermet’in. Araba uzaklaştıktan sonra arkasından söylenip durdu:
- Hayâsız adamlar... Soyguncu bunlar yahu!
Sonra başını çevirip Kadriye’ye bağırdı:
- Sallanma be! Yüklen şunları... Aval aval bakınıyorsun...
Kadriye hemen sepetleri aldı. Evin kapısının önüne geldikleri zaman Sermet tedirgindi. Yavaşça vurdu kapıya. Birkaç saniye sonra içeriden ayak sesleri duyuldu. Kapıyı açan uzun boylu, yapılı adam merakla süzdü misafirlerini:
- Buyur dayı, kimi aradın?
- Ben Sabri efendiyi aramıştım...
- Ben Sabri’yim, sen kimsin?
Sermet gülümsedi yılışık bir tavırla:
- Ben Genç’ten geldim. Sermet. İzzet Usta verdi adresini hemşerim. Senin memleketliniz.
Sabri uzun yüzünü buruşturdu:
- Sermet mi? Hay Allah? Kim Sermet yahu?
- Kaya... Sermet Kaya... İzzet Usta çok iyi tanır beni. Senin adresini de o verdi bana, yardımcı olursun diye... Biz İstanbul’a göçtük...
Sabri hâlâ şaşkındı. Kenara çekildi:
- Gelin bakalım, girin içeri hele... Çekinerek girdi Sermet kapıdan. Sabri’nin arkasında duran kadının kaşları çatılmıştı.
- Bu benim hanım Yıldız...
Karısına döndü:
- Bizim memleketten misafirimiz var. Enişten yollamış...
Yıldız orta boylu, esmer bir kadındı. Gelen misafirden hiç memnun olmadığı belli oluyordu. Kenara çekildi.
- Buyurun, geçin içeri...
Çoluk çocuk doldular küçücük odaya. Sermet şaşkın ve heyecanlıydı:
- Biz de göçtük buraya birader. Rızkımızı burada arayacağız artık. Size yük olmayız. Başımızı sokacak bir yer bulmamızda yardımcı olursan eğer...
Sabri sedire oturup bir bacağını altına aldı:
- Paran var mı paran? Para olmadan burada adama zırnık vermezler...
Sermet başını salladı:
- Gelmeden ufak bir toprağımız vardı, onu sattık. Onun bedeli var yanımda. İşimizi görür, düzenimizi kurdurur bize.
Sabri’nin yüz hatları gevşemişti:
- Tamam, şimdi kahvaltı edelim o zaman, bakarız bir şeyler. Madem İzzet Ağabey yollamış seni, bizim de başımızın üzerinde yerin var.
Sermet rahatlamıştı. Yan gözle karısına bakarak derin bir nefes aldı...
***
Kahvaltıdan sonra Sabri ve Sermet kahvelerini oturma odasındaki sedirin üzerinde içtiler. Memleketten konuştular. Sonunda Sermet konuya geldi:
- Buralarda nasıl tutunacağız bilmiyorum Sabri Ağabey... Elbet biz de burada rızkımızı arayacağız. Bir ev bulabilsek önce....

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Yıldız Sevmişti Bu Sessiz Kadını

Sabri sabırla dinledi Sermet’i. Başını salladı: - Dur hele, gidelim benim dükkana, müşterimiz çok, elbet bir yardım eden bulunur. Paran varsa mesele yok hemşehrim, burada parayı veren düdüğü çalar.
Sermet keyifle gülümsedi:
- Allah senden razı olsun. Demişti İzzet Usta, iyi adamdır benim bacanak demişti...
Pohpohlanmak hoşuna gitmişti Sabri’nin. Vakur bir tavırla devam etti:
- Memleketliye yardım edilir. Ne iş yapacaksın burada?
Sermet dudak büktü:
- Bakacağız be Sabri Ağabey, her iş yaparım. Ama istediğim senin yaptığın gibi kendi işimin sahibi olmak. Ticaret, falan filan. Hele bir başımızı sokalım önce...
Sabri sigarasını parmaklarının arasında yuvarladı:
- İlk zamanda biraz zorluk yaşarsın. Kolay değil yeni düzen kurmak. Biz geldiğimizde çok sıkıntılı günler yaşadık. Benim hanım da çalıştı. Evlere temizliğe gitti. Laf aramızda çok iyi de para kazandı. Düşünsene, bir müddet onun kazandığıyla geçindik. Senin oğlan da bir işe girer. Bu yaşta çocukları çırak alıyorlar. Akmasa da damlıyor işte...
Sermet başını salladı heyecanla:
- Tabii, tabii, çalışırlar.
Kadriye konuşulanları sessizce dinliyordu. Gözleri açıldı:
- Harun okuyacak...
Sermet öfkeyle döndü karısına:
- Konuşma sen oradan, haddini bil! Ben ne dersem onu yapacak. Tutturmuş okumak diye...
Sabri araya girdi:
- Karın haklı Sermet... Hiç olmazsa ilkokulu bitirmesi lazım. Kanunlar böyle diyor. Yoksa başın derde girer. Hem okur hem çalışır. Sabah okula gider, öğleden sonra çalışır. Okul bitene kadar.
Sermet öfkeyle karısına bakarak bir şeyler mırıldandı. Kadriye yüreğinin sıkıştığını hissediyordu. Erkekler biraz daha oturup kalktılar. Yıldız ve Kadriye ile çocuklar kalmışlardı. Kadriye çekinerek konuştu:
- Size de yük olduk abla, kusura kalma... İnşallah bir yer bulurlar da hemen gideriz.
Yıldız sevmişti bu sessiz siyah gözleri hüzünle bakan kadını:
- A kızım, ne diye kalkıp geldiniz memleketinizden buralara?
Kadriye içini çekti:
- Ah abla, bana sorsalar gelir miydim? Düzenimi bozar bilinmeze atılır mıydım hiç? Ama dinleyen kim?
Yıldız iki bardak çay doldurup Kadriye’nin yanına oturdu. Belli ki genç kadın çok doluydu.
Yıldız çayından bir yudum içip dikkatle baktı Kadriye’ye:
- Pek memnun değilsin galiba buralara geldiğine...

“Buralarda Heder Olmaktan Korkarım”

Genç kadın ağlamaklı bir ifade ile içini çekti başladı dert yanmaya: - Buralara geldiğime pişmanım Yıldız abla, nasıl memnun olayım? Memleketimi bıraktım. Tutar hiçbir tarafı yok. Kocamı tanırım. Hiçbir işte tutunamaz. Çok çalışkan değildir. Buralarda heder olmaktan korkarım. Çocuklarım küçük. Elimizde küçücük bir toprağımız vardı. Bir güvenceydi benim için. İki üç kuruş para getiriyordu. Onu elden çıkarttı. O da gitti. Böylece. Hiçbir şeysiz kaldık. Buralarda beceremezsek yaşamayı, ne yaparız?
Yıldız düşündü:
- Haklısın kızım... Zor günler bekliyor sizi. Çocukların küçük. Biz buraya geldik ama kız da büyümüştü, oğlan da. Kızı everdik Allah’a şükür iyi bir çocukla. Şimdi torun sahibiyiz. Oğlan da askerde. Ama marangozun yanında bir şeyler öğrendi. Kendini kurtarır. Eh, Allah’tan Sabri de çok çalıştı. Eski alıp sattı, büyüdü işi. Bir dükkan açtı. Yuvarlanıp gidiyoruz. Alıştık buraya. Ama alışana kadar da neler çektik. Hiçbir yer insanın doğup büyüdüğü yer gibi olmuyor. Burada hayat çok farklı. Çocukların küçük olmasa mesele yok ama çok ufaklar. Onları bu kurtlar sofrasında yem etmemek için çok dikkatli olmak lazım.
- Okusunlar istiyorum abla... diye mırıldandı Kadriye.
- Kim istemez kızım? Ben de isterdim Turgut’un okumasını ama olmadı. İnşallah sen başarırsın. Bence hiç itiraz etme, sen de çalış. Gizliden koyarsın kazandığın paradan iki üç kuruş kenara. Bunlara böyle yapmak lazım. Kötü gün için. Ben hâlâ biriktiririm. Ama diyeceksin, biriktirdiğin parayı ne yaparsın? Zorlandık mı çıkartırım ortaya. İlaç gibi gelir. Allah için Sabri de o konuda hiçbir şey demez bana.
Kadriye yere eğdi gözlerini:
- Sermet duysa öldürür beni. Döver abla...
- Kendilerini bir şey zanneder bunlar... Ama burada kadınlar bizim oralardakinden daha akıllı. Baktılar dayak yiyorlar polise haber veriyorlar. Çok tanıdık biliyorum böyle yapan... Devlet işin içine girdi mi korkuyor bunlar...
Kadriye dehşetle açtı gözlerini:
- Allah göstermesin...
Yıldız bardağındaki son yudumu da içip ağzını sildi elinin tersiyle:
- Akşam konuşuruz. Senin çalışmana razı gelirse ben seni götürürüm tanıdıklara. Evleri temizliyorsun. İşini yapıp paranı alıyorsun. Hepsi güvenilir aileler. Zengin kısmı. Buralı kadınlar iş, miş bilmiyor. Elinizdeki para ne kadar götürür ki sizi?!.
Kadriye sıkıntılı bir şekilde soludu:
- Allah razı olsun abla. Çalışırım o zaman. Ne diyeyim. Yalnız Alper küçük daha. Ona kim bakacak?
Yıldız düşünceli bir şekilde halının üzerinde oymayan çocuğa baktı:
- İşte mesele bu... Gittiğin evler isterse çocuğunu da onu da götürürsün, ama istemezse o zaman bir çözüm bulman gerekir. Ablası bakar artık...
Kadriye Azize’ye çevirdi başını. Küçük kız merakla televizyon izliyordu. İçinin sızladığını hissetti...

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
“Hele Şu Ev İşini Bir Halledelim...”

Sabri ile Sermet dükkana geldikten hemen sonra işe koyulmuşlardı. Sabri komşu esnafa gidip kiralık ev soruşturmaya başladı. Birçok yere haber bıraktı. Sonra birlikte oturup beklemeye başladılar. Sermet, Sabri’nin düzenini beğenmişti. Adam her işini yoluna koymuş, saygın bir esnaf olarak işini yürütüyordu. Dikkatle inceledi etrafı. Çok mal vardı dükkanda. Onun bakındığını gören Sabri gülümsedi:
- Evini tutalım, eşyanı da buradan veririz. Taksitle ödersin.
- He ya ağabey, öyle yaparız...
Akşama doğru haber bırakılan yerlerin birinden ses çıktı. İki sokak ötedeki bir kaporta tamircisi Salih çırağını yollamıştı dükkana. Küçük çocuk heyecanla seslendi:
- Sabri amca, ustam diyor ki bir ev bulmuş... Gelip baksınlar diye çağırdı.
Sabri memnun bir şekilde döndü Sermet’e:
- Haydi gene şanslısın... Bu kadar çabuk bir şey çıkması sadece şans.
Kapıda bekleyen çırağa döndü:
- Tamam Haluk! Ustana söyle geliyoruz.
Yavaşça yerinden kalktı. Dükkanı kapattı. Birlikte yürümeye başladılar. Kaportacıda işler yoğundu. Eli yüzü motor yağından kararmış, kısa boylu, tıknaz adam yaklaştı yanlarına:
- Sabri Efendi, bir ev var. Tepede biraz ama olsun. Bakın isterseniz. Sahibi de benim müşterim. Kirada yaptırırız bir şeyler. Sen olduktan sonra kefil olurum ben.
- Allah razı olsun usta... Ver adresi de gidip bakalım.
Ellerini sildi usta. Bir kağıt getirdi içeriden. Gömleğinin cebinden kalemini alıp bir kroki çizerek uzattı:
- İşte burası, yazdım adresi de çizdim de yolu. Ev sahibi Serdar... Oradadır. Benim gönderdiğimi söyleyin. Hayırlısı olsun...
Sermet minnetle gülümsedi:
- Allah razı olsun usta...
Sabri’nin eski model kamyonetine binip verilen adrese gittiler. Oldukça yokuştu evin bulunduğu yer. Gelişigüzel yapılmış bir gecekonduydu. Duvarları yamuk yumuk örülmüş, beyaz kireçle boyanmıştı. İçeride iki odası vardı. Karanlık bir mutfak bir de banyo bulunuyordu. Rutubet kokuyordu evin içi. Ev sahibi Serdar denilen adam ellerini iki yana açtı:
- Ev bu, kirası da yirmi milyon... Yalnız altı aylık peşin isterim.
Sabri dudak büktü:
- Yapma be usta... Altı aylık çok. İki aylık peşin verelim. Gariptir yazık bunlar. Elindeki üç kuruşu da buraya bağlarsa, eşyasını alacak daha. Haydi bir iyilik yapıver...
Serdar gözlerini kısarak baktı Sermet’e. Sonra başını eğdi:
- Eh, Salih Ustanın hatırı var. Seni de tanırım Sabri Efendi. Kefili sensin. Bir sekerse kira damlarım tepene... Bilmiş ol!
Tokalaştılar. Sermet iki aylık kira parasını çıkartıp uzattı. Ev tutulmuştu. Herkes memnundu bu alışverişten.

Sabri’nin Kamyoneti Kapıya Dayanmıştı!

Kadriye tuttukları gecekonduyu güzelce temizledi. Hiçbir eşyaları yoktu iki tane yataktan başka. Kap kacak olarak da elle tutulur bir şey getirmesine izin vermemişti Sermet. “Her şeyi yeni alırız” demişti. Ne var ne yok satmışlardı yok pahasına. Temizlik işi bittikten yarım saat sonra Sabri’nin kamyoneti dayandı kapıya. Bir sürü eşya ile gelmişlerdi. İki tane çekyat kanepe, bir halı, bir dolap, mutfak eşyası, bir ocak, bir tüp, bir de eski soba. Açılır kapanır bir masa da vardı eşyaların arasında. Sermet keyifle baktı karısına:
- Bunlar demirbaş. Gerekenleri sonra alırız Sabri ağabeyin dükkanından. Allah razı olsun, taksitle verdi her şeyi. Paramız da çıkmadı elimizden. Her ay ödeyeceğiz. Bu akşam da yemeğe çağırıyor eve. Haydi şunları yerleştirelim, sonra hep birlikte gideceğiz...
Sabri’nin de yardımıyla eşyaları yerleştirdiler. Bir bohçanın içinde getirdiği örtülerini serdi Kadriye. Çocuklar memnundu hayatlarından. Yeni kanepelerin üzerinde oynuyorlardı. Sermet ocağı bağladı.
- Bak, mutfak da tamam. Zaman içinde gerekenleri belirlersin, hallederiz. Haydi bekletmeyelim Yıldız ablayı... Kadıncağıza ayıp olmasın.
Kapıyı kilitleyip kamyonete doluştular. Çocuklar bu yepyeni hayattan çok mutlu görünüyorlardı. Hele kamyonete binmek son derece keyifli bir şeydi Alper için. Neşe içinde çığlıklar atarak yola koyuldular. Yıldız erişte, mercimek, buğday, süzme yoğurt ve nane ile yapılmış kesme çorbası ile yoğurtlu köfte yapmıştı. Afiyetle yediler. Sermet eliyle göbeğini okşayarak:
- Yenge sağ olasın, ellerine sağlık, inan ki böylesini hiç yememiştim...
- Afiyet olsun Sermet...
Çocukların karnını doyuran Kadriye daha yemeğini bitirememişti. Sessizce çorbasını kaşıklıyordu. Yıldız yan gözle baktı ona. Sonra Sermet’e döndü:
- İstersen ben Kadriye’yi götürürüm bir iki tanıdığa. Daha geçende bir avukat müşterim kadın arıyordu ev için. Ben gidemedim. Artık yoruluyorum, gitmiyorum işe. Çok şükür gerekmiyor da. Ama Kadriye’yi çalıştıracaksan...
Sabri atıldı:
- Dinçer Beyler mi?
Yıldız gülümsedi:
- He ya... Dinçer Beyler. Karı koca avukat. Buraya da yakın. Bakırköy’de oturuyorlar. Fazla uzak sayılmaz. Tek vasıta.
Sermet gülümsedi:
- Sen olduktan sonra yanında abla, gitsin tabii. Ben iş bulana kadar bir iki kuruş kazanır, işimize yarar. Bu şehir dipsiz kuyu gibi. Bir şey yapmadık, para suyunu çekmek üzere. Nereye gitti, ne oldu anlamadım. Haberin olmadan uçup gidiyor.
Kadriye usulca mırıldandı:
- Harun’un okuluna gitmek lazım. Yazdırmak lazım çocuğu.
Sermet öfkeyle bağırdı:
- Tutturdun okul, okul diye yahu kadın! Kes bir kere sesini, karışma şu işime... Sen git çalış!..

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Yıldız, Tiz Bir Sesle Bağırdı

Kadriye yutkundu. Yıldız ve Sabri’nin varlığından aldığı cesaretle üsteledi: - Çocuğun okulu kalacak ama. Yakındaki bir yere kayıt yaptırmak zorundayız. Nakil belgesini verdiler bana Genç’teki okuldan. Buraya götürüp yazdıracağım sadece.
Sermet elinin tersiyle kafasına vurdu Kadriye’nin:
- Bak şimdi geberteceğim, ben ne diyorum o ne diyor yahu!
Yıldız bu manzara karşısında tiz bir sesle bağırdı:
- Hooop! Dur bakalım Sermet Efendi... Burası benim evim, benim evimde kimseye el kaldıramazsın sen... Ne yaptığını sanıyorsun. Kadın haklı, çocuğun okulu her şeyden önemli.
Kadriye’ye döndü:
- Sen yarın sabah gel kızım buraya beraber gider hallederiz. Bakma bunlara.
Sermet şaşırmıştı. Hayatında ilk defa bir kadın kendisine bağırmış ve azarlamıştı. Yardım istermiş gibi Sabri’ye baktı. Sabri kaşlarını kaldırdı:
- Kadınlar haklı, önce çocuğun okulu...
Sermet dudaklarını ısırdı. Öfkelenmişti ama belli etmemeye çalıştı. Böyle giderse bu Yıldız denilen kadının yüzünden diklenmeye de başlardı Kadriye.
- İyi, yarın gidin Yıldız ablayla... Gerekeni yapın.
Yıldız atıldı:
- Gidin demekle olmaz, çıkar üç beş kuruş da para ver kıza. Burası İstanbul, Bingöl’e benzemez. Burada nefes almak bile parayla...
Sermet başını salladı:
- Veririz, veririz...
Gece bir müddet daha oturdular. Çay içtiler, sütlaç yediler. Çocuklar uyumuştu. Kadriye gitmek için sabırsızlanmıyordu. Sonunda Sermet de kalktı ayağa:
- Bize müsaade, Allah razı olsun, her şey çok güzeldi.
Sabri hareketlenmişti:
- Ben sizi kamyonetle bırakayım. Yokuşu şimdi çocuklar kucağınızda çıkamazsınız.
Yıldız’la vedalaşıp kamyonete bindiler. Sermet’in yüzü asıktı. Yolun ortasına geldikleri zaman çekinerek yutkundu. İçini kemiren şeyi soracaktı Sabri’ye.
- Sabri Ağabey, sen nasıl izin veriyorsun Yıldız yengenin böyle konuşmalarına, yoksa evde onun sözü mü geçiyor? Kadının dediği mi oluyor?
Sabri gülümsedi:
- Burası İstanbul hemşerim, burada her şey farklı... O da fikrini söylüyor, ben de...
Sermet alaycı bir tavırla güldü:
- Ne diyeyim, sen dizginleri salmışsın be ağabey...
Sabri sadece gülümsemekle yetindi. O arada eve gelmişlerdi. Kadriye korkuyla indi arabadan...

Sermet Hayretle Baktı Adama!..

Sermet bütün gün inşaatları dolaşmıştı. Hiçbir yerden olumlu bir cevap alamamış, nafakasını çıkaracak bir saatlik bir iş bile bulamamıştı. Gittiği her yerde kapılar yüzüne kapanmıştı. Umutsuzluk çökmüştü sonunda adamın içine. Sinirli ve kırık bir şekilde kahvelerden birine girdi. Bir çay söyleyip boş masalardan birine oturdu. Yorulmuştu. Buraya gelirken kendini her şeyin tereyağından kıl çeker gibi gideceğine inandırdığı için karşılaştığı olumsuzluk allak bullak etmişti dünyasını. Sıkıntıyla soludu. Çayından bir yudum aldı, sigarasından derin bir nefes çekti. Cebindeki para taş çatlasa birkaç hafta daha idare ederdi. Sabri’ye dünya kadar borcu olmuştu. Yan masada oturan adamın dikkatle kendisine baktığını fark etmeden düşüncelerine dalmış, hatta kendi kendine anlamsız şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Yan masadaki uzun yüzlü, gözlerinin altı çökmüş, soluk yüzlü adam sandalyesini alıp onun masasına yaklaştı:
- Selamünaleyküm birader, misafire yerin var mı?
Sermet hayretle baktı adama. Otuz beş, kırk yaşlarındaydı. Kocaman elleri vardı. Gülümsedi:
- Buyur kardeşim, otur...
Adam rahat tavırlarla oturdu. Kahveciye seslendi:
- Mustafa, iki çay yolla bize...
Sermet sevinmişti iki laf edecek birini bulduğu için. Adam arkasına yaslandı:
- Benim adım Turgut. Sen yenisin galiba... Memleket neresi?
Sermet başını salladı:
- Yeniyim birader... Bingöl’ün Genç ilçesinden geldim. Daha yeni taşındım. Malum geçim sıkıntısı... Burada belki nafakamızı bulabiliriz diye düşündük. Bütün gün dolaştım ama hiçbir şey yok. Söylendiği gibi değilmiş İstanbul... Ekmek aslanın ağzında galiba...
Turgut kahvecinin getirdiği çayın birini Sermet’e doğru uzattı. Diğerini önüne çekip şekerini karıştırdı:
- İşini bilirsen kolaydır burada para kazanmak...
Sermet şaşkın bir şekilde baktı adamın yüzüne. Gözlerini kıstı:
- Nasıl olacak bu iş?
- Konuşuruz. Ben yedi sene önce göçtüm İstanbul’a. Üç sene süründüm. Ama şimdi şükür iyiyim. Ekmek paramı kazandığım gibi durumum da iyi. Sadece bileceksin...
Sermet heyecanlanmıştı:
- Ne iş yapıyorsun birader?
Turgut anlamlı bir şekilde gülümsedi:
- Pazarlama diyelim...
Bir şey anlamamıştı Sermet. Turgut elini cebine attı:
- Önce moralini düzelt bakalım. Sana bir ilaç vereyim, bütün sıkıntıların anında yok olup gider. Ne ağrın, ne sızın, ne de derdin kalır. Ben her gün bir tane içerim. Dünyaya daha tozpembe bakarsın, hiçbir şeyi dert etmezsin kendine. İster misin?
Sermet başını salladı:
- Gerçekten öyle bir şeye ihtiyacım var. Yoksa çıldıracağım!..

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
“Tehlike İnsanın Cesaretini Artırır!”

Turgut minik bir hapı uzattı etrafına şüpheli bakışlar fırlatarak: - Hemen iç birader... Çayınla birlikte. Göreceksin on dakika sürmeyecek.
Sermet saniyelik bir zaman dilimi içerisinde yuttu hapı. Üzerine neredeyse çayının yarısını bir yudumda içti. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra öne doğru eğildi:
- Şimdi bana şu iş meselesini anlat arkadaşım, ben de yapabilir miyim bu pazarlama dediğin işi?
Turgut bu kadar kolay amacına ulaşabilmenin memnuniyetiyle sandalyesini biraz daha yaklaştırdı adama:
- Bu hapları pazarlıyorum birader. Bunlar çok pahalıdır. Herkese de veremezsin. Ayrıntıları anlatırım. Bir de bu iş gizli yapılır. Kimse bilmeyecek. Hele polis hiç!..
Sermet irkilmişti, gözlerini kıstı:
- Yani kanuna aykırı mı?
- Öyle demeyelim, ama bilmese iyi olur. Başın derde girer. Ama para kazanmak kolay değil, biraz riske gireceksin hayatta. Bunun ardında çok ama çok para var birader. Bildiğin gibi değil. Merak etme sen patronların korumasına girersin eğer işi alırsan. Kimse sana dokunamaz. İşin inceliklerini zaman içinde öğrenirsin. Tehlike insanın cesaretini artırır. Ne dersin?
Sermet ilacın etkisine girmeye başlamıştı. Gözleri baygın bakıyordu artık. Kendisini bulutların üzerinde hissediyor, her şey gözüne tozpembe görünüyordu. Keyifle gülümsedi:
- Bugüne kadar bütün kurallara uyduk da ne oldu sanki? Bana büyük iyilik yapmış olursun!..
- Yaparım tabii. Ama komisyonumu alırım. Kazandığın paranın yüzde yirmi beşi benim olur. Korkma böyle söyledim diye. O kadar çok kazanacaksın ki bu miktar seni hiç etkilemez bile... Yarın buluşalım burada istersen. Benimle birlikte gel. Seni patronlara götüreyim. Malı al, satacağın yerleri belirleriz. İlk günlerde birlikte çıkarız işe... Yanında bulunurum, sana işin inceliklerini öğretirim.
Sermet memnundu hayatından. Şansın sonunda kendisine gülmeye başladığına inanmıştı. Turgut ona doğru eğildi ve fısıldadı:
- Ama işinden evinde bile bahsetmeyeceksin. Karına bile söylemeyeceksin. Evli misin?
Sermet başını salladı:
- Evliyim birader. Üç tane de velet var.
- Tamam işte, hiçbirine söyleme sakın. Sen paranı kazanmaya bak. Üzümünü yesinler, bağını sormasınlar. Buralarda başka türlü adam gibi bir hayat süremezsin yoksa. Zengin olmak istemiyor muydun aslanım?
Sermet bulutlarda uçuyor gibiydi. Yayvan bir şekilde gülümsedi:
- Kim istemez zengin olmayı be birader?
Arkasına yaslandı. Bütün hücreleri harekete geçmiş gibiydi.
- Bu ilaç bir dehşetmiş yahu... Kendimi bir aslan gibi hissediyorum.
Turgut amacına ulaşmış olmanın memnuniyetiyle gülümsedi:
- Gel bir birahaneye gidelim seninle, misafirim ol!..
Sermet ayağa kalktı:
- Durduğumuz kabahat, haydi hemen gidelim.

Acıyarak Baktı Genç Kadına...

Kadriye bütün gün Harun’un okulu için koşturmuştu. Yıldız’ın yardımıyla akşama doğru işini halledebilmiş, küçük oğlunu yirmi dakika uzaklıktaki okula kayıt yaptırabilmişti. Harun çok memnundu hayatından. Büyük bir hevesle hazırlanıyordu yeni okuluna gitmek için. Aynı okula Azize de kayıt olmuştu. Daha ana sınıfındaydı Azize. Okul müdürü ısrar etmişti küçük kız için. Onun kaydı kolay olmuştu. Elinde kalan parayla yiyecek bir şeyler de almıştı genç kadın. İstanbul’un kendine has hayat tarzı ürkütmüştü Kadriye’yi. Esnafla konuşurken korkuyor, çekiniyor, sokakta yürürken bile adımlarını tedirgin bir şekilde atıyordu. İşlerini bitirdikten sonra Yıldız da onlarla birlikte gelmişti. Kadriye’nin evini görmüş, eksikleri belirlemesinde yardımcı olmuştu. Daha alınacak çok şey vardı. Kadriye umutsuzluk içinde adeta inledi:
- Nasıl yapacağız bilmiyorum Yıldız abla. İnşallah Sermet bir iş bulur. Yoksa yetmez elimizdeki para. Daha Sabri Ağabeye dünya kadar borcumuz var.
Yıldız acıyarak baktı genç kadına:
- Dert etme sen bunları. Onlar aralarında anlaşırlar, ödenir gider. Bak sana moral olur belki, biz geldiğimiz zaman bazı akşamlar yiyecek ekmek bulamadık. Ama el birliğiyle olup gitti işte. Çoluk çocuk durumumuzun farkına varıp ona göre davrandık. Kazandığımız parayı har vurup harman savurmadık. İki kazandıysak birini bir kenara koyduk. Kalan birle yaşamaya çalıştık. Başka türlü olmaz kızım.
Kadriye içini çekti:
- Sermet’e bir güvenebilsem abla... Kocamı tanıyorum. İleriyi pek düşünen bir insan değildir.
Yıldız başını salladı:
- Ben de öyle tahmin ettim ama öğrenir burada... Yoksa yaşayamazsınız. Yarın sen ayarla her şeyi, çocukları okula gönderdikten sonra Alper’i alırız yanımıza. Götürürüm seni Dinçer Beylere. Çok iyi insanlardır. Bir konuşun. Her sabah gidip işlerini yapacaksın. Ev temizliği, çamaşır filan... Bizler okumadık kızım, elimizden bundan başka iş gelmiyor. Ama bu memlekette öyle boş boş oturulmaz. Çalışacaksın... Haydi ben kalkayım artık. Sabah gelirim yine buraya. Sen bilemezsin şimdi bana gelmeyi. Alper’i de alır gideriz. İşe gittiğin zamanlarda Alper’i de okuldaki yuvaya bırakırsın.
Kadriye minnetle sarıldı Yıldız’a. Kapıya kadar uğurladı onu. Sonra mutfak niyetine kullandığı küçük, karanlık ve rutubet kokan bölüme girdi. Mercimek almış, gelirken memleketinden tarhana, buğday, un getirmişti. Onlardan bir çorba yaptı. Bir de bulgur pilavı pişirdi. Çocuklar oturma odasında bağrışıyorlardı. Okul idaresi kitaplar vermiş, okulun yardım derneği de okul malzemeleri hediye etmişti iki çocuğa. Onların başına toplanmışlar, paylaşmaya çalışıyorlardı. Yıldız becerikli bir kadındı. Kayıt yaptırırken müdürle konuşmuş, ailenin durumunu anlatmıştı. Odanın mat ışığının altında toplanmışlardı hepsi. Harun annesine baktı. Onun ne kadar solgun göründüğünü fark edebiliyordu:
- Anne, acıktım ben, babam gelmeyecek mi?
- Şimdi gelir olur, gelir gelmez yeriz.
Çocuklar yeniden bağrışmaya başladılar. Kadriye içini bir mengene gibi sıkıştıran tedirginlikten kurtulamıyordu. Vakit geç olmuştu. Çocukların karnını doyurmaya karar verdi. Yerinden besmeleyle kalktı...

Devamı Yarın
 
OP
ELDA

ELDA

Daimi Üye
Katılım
13 Temmuz 2008
Mesajlar
3.785
Tepki
4.389
Puan
113
Yaş
48
Konum
izmir
Kapı Ardına Kadar İtildi!

Kadriye kanepenin üzerinde uyuya kalmıştı. Çocukların karnını doyurduktan sonra onları yatırmış, sofrayı ortadan kaldırmadan beklemeye başlamıştı. Saatler ilerledikçe günün ve gönlünün yorgunluğu ağır basmış, göz kapakları bir külçe gibi kapanmıştı. Kapının hızla vurulduğunu duyduğu anda şaşkınlıkla gözlerini açıp fırladı yerinden. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. Başının örtüsünü düzeltip kapıya koştu. Usulca seslendi:
- Kim o?
- Aç kız kapıyı, kim olacak? Çabuk aç!..
Sermet’in sesi yeri göğü inletiyordu. Kadriye aceleyle çevirdi kildi. Kapı ardına kadar itildi. Ayakta duracak durumda değildi Sermet. Küp gibi sarhoştu. Kadriye korkuyla geriye çekildi.
- Sermet, sarhoşsun!
- Sarhoşsam ne olmuş? Sizin yüzünüzden... Size ekmek yetiştireceğim diye gurbet ellerinde akşama kadar canım çıktı. Bir de dırdır ediyorsun ha?
Elini kaldırıp şiddetli bir tokat indirdi kadının yüzüne. Kadriye savruldu. Sermet gözlerini kısarak ona baktı. Ayakta sallanıyordu:
- Hah! Şöyle adam gibi susmasını öğren!..
Oturma odasına girdi. Kendini çekyatın üzerine attı:
- Bana su getir, içim yanıyor... Başım ağrıyor...
Hemen bir bardak su getirdi Kadriye. Korkuyla bekledi. Sermet suyun yarısını üzerine dökerek içti. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra öfke ile baktı karısına:
- Ne dikiliyorsun be? Git üstüme bir örtü getir. Uyuyacağım.
Kadriye hiçbir şey soramadı. Yıldırım hızıyla bir battaniye getirdi. Çocukların üzerindeki battaniyeyi kapmıştı. Bir tane battaniyesi vardı. Sermet’in üzerine örtmek istedi. Korkarak fısıldadı:
- Ayakkabılarını çıkartmayacak mısın?
Sermet ayağını hızla genç kadının karnına vurdu:
- Karışma bana!
Acıyla geri çekildi Kadriye. Işığı söndürüp çıktı odadan. Çocukların yanına gitti. Hepsinin üzerleri çıplaktı. Birkaç parça giysisini onların üzerine örttü. Kızının yanına sokuldu. Ağlamak istiyor ama boğazında takılı duran bir şey engel oluyordu gözyaşlarının akmasına. Yutkundu. Mırıldandı usulca:
“Allah’ım sen bize yardım et!.. İçim çok kötü, koru bizim Rabbim!..”
Sabaha doğru uyuyabildi. Bir saatlik bir uykunun ardından Sermet’in sesiyle fırladı yataktan:
- Kadriye, kız Kadriye!..
Hemen koştu odaya. Adam çekyatın üzerine oturmuş, uykulu gözlerle etrafına bakınıyordu:
- Çay koy çabuk. Erkenden gideceğim.
Hiçbir şey sormadı Kadriye. Ocağa çay koydu. Gelirken getirdiği sertleşmiş tandır ekmeğinden bir parça kopardı, biraz peynirle zeytin koydu tabağa. Bir tepsinin içinde odaya geldi.Sermet hiçbir şey demeden birkaç lokma yedi. Sonra ceketinin cebinden küçük bir hap çıkartıp hızla ağzına attı. Kadriye irkilmişti bu manzarayı görünce. Sesini çıkartmadı. Dün gece yediği darbelerden dolayı karnında, yüzünde acılar vardı...

Merakla Etrafını Seyrediyordu!..

Yıldız geldiği zaman Kadriye çocuklarını okula götürmüş geri dönmüştü bile. Akşam yediği tokadın yüzünden yüzünün sağ tarafı şişmiş ve hafifçe morarmıştı. Yıldız genç kadının halini görünce bir çığlık attı:
- Ne oldu sana kızım?
- Yok bir şey abla, düştüm...
Yıldız gözlerini kıstı:
- Bu pek düşme işi değil Kadriye... Doğru söyle bana yoksa Sermet mi?
Önüne baktı genç kadın. Yalan söylemeyi hayatı boyunca becerememişti zaten. Yıldız dudaklarını büzdü:
- Allah ıslah etsin! Niçin vurdu peki?
Kadriye yutkundu:
- Sarhoş geldi abla. Sarhoş olunca sebep aranmaz ki... Bir şey yapmadım, bir şey demedim, sadece “sarhoşsun” dedim tokadı yedim, “ayakkabını çıkart” dedim, tekmeyi yedim. Bu benim kaderim abla...
Yıldız burnundan soluyordu:
- İnsan kapıda beslediği hayvanını dövmez böyle... Nerede içmiş o kadar?
Kadriye omuzlarını kaldırdı:
- Bilemem ki abla! Sormadım... Haddime mi düşmüş...
Yıldız başını salladı:
- Haydi kızım gidelim... Bir an önce senin bir yere girip çalışman lazım.
Kadriye çekingen bir tavırla önüne baktı. Yıldız hemen anladı meseleyi:
- Ne o? Gitmek istemiyor musun yoksa?
Genç kadın cevap vermek yerine dudaklarını ısırdı. Yıldız devam etti:
- Bende para var, veririm yol paralarını, onu dert etme kendine, haydi giy mantonu.
Biraz sonra Alper’i de almışlar hızlı adımlarla yola doğru yürüyorlardı. Bakırköy minibüsüne bindiler. Kadriye ürkekti. Hayatında ilk defa yanında kocası olmadan bu kadar büyük bir yerde ve bu kadar uzaklara gidiyordu. Merakla etrafını seyretmeye başladı. Biraz olsun beynindeki düşüncelerden uzaklaştırmıştı onu İstanbul’un kalabalıklığı ve hareketliliği. Bakırköy’de indiler. Burası hiç görmediği büyüklükte binalarla doluydu. Vitrinler bütün albenileriyle cazip bir şekilde ışıldıyordu. Şaşkın adımlarla gidiyordu Yıldız’ın ardından. Büyük bir caddeye çıktılar. Denizin karşısında sıralanmış son derece lüks, çok katlı apartman bloklarının önüne geldiler. Yıldız becerikli bir şekilde karşıya geçirdi onları. İkinci blokun kapısının önünde durdu, Kadriye’ye döndü:
- İşte burası. Öğreneceksin yolları, gidip gelmeyi, Çok da zor değil gördüğün gibi. Yol parasını da konuşacağız. Onlar öderler. Yemek içmek de problem değil. Öğlen yemeklerini burada yersin. Keşke Alper’e de ses etmeseler de onu da yanında getirsen. Uslu çocuk zaten. Yoksa okul müdürünün dediği gibi yuvaya bırakacaksın. Orası da iyi be Kadriye. Çocuk bir şeyler öğrenir hem de...
Kadriye sessizce içini çekti ve fısıldadı ardından:
- Hayırlısı abla, hakkımızda hayırlısı neyse o olsun.

Devamı Yarın
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst