Hatanın Bedeli
“Burada Artık Hayat Bitti!”
Sermet, sigarasını yere atıp topuğuyla ezdikten sonra bir iki kere öksürüp kahveden içeri girdi. İçerideki kesif duman insanın nefesini kesiyordu. Cam kenarındaki masaya doğru ilerledi.
- Selamünaleyküm beyler, diyerek bir sandalye çekti. İki kişi oturuyordu masada. Bir tanesi geniş yüzlü, saçları hafifçe dökülmüş, kumral tenli bir adamdı. Kalın kaşları vardı. Başını salladı hafifçe:
- Aleykümselam Sermet... Nasılsın?
Sermet omuzlarını kaldırdı:
- Nasıl olayım Tayyar ağabey? Değişen ne var ki... Sabahtan beri bir şey çıkar umuduyla çarşının orada bekledim. Ne gelen var ne giden... Bu gün de böyle boş boş geçecek demek ki...
Adam gözlerini kıstı:
- Herkeste aynı dert be aslanım. Kimsede iş yok...
Diğer adam daha zayıf, daha çelimsiz görünüyordu. Mavi, küçük gözlerini kısarak baktı Sermet’e:
- Yahu sen ne diye buralarda duruyorsun ki... Gördüğün gibi burada artık hayat bitti. Büyük şehirde var ne varsa... Benim bacanak senin gibiydi. Köyden gelmişti çoluğu, çocuğu toplayıp buraya. Ama para etmedi. Verdi kararını, bastı gitti İstanbul’a. İnan ki, iki seneye kalmadı, koca bir dükkan sahibi oldu. Eskicilikle başladı işe. Şimdi spotçu dükkanı açmış, altında arabası bile var. Buralar akıl kârı değil artık yeğenim... Bence en iyisini yaparsın... Taşı toprağı altın, altın... Benim yaşım genç olsa bir gün durmam. Daha senin için çok vakit var. Çocukların küçük, sen gençsin...
Sermet yanına yaklaşan kahveci çırağına bir çay söyledi. Sonra cebinden uçsuz sigarasını çıkartıp masaya koydu. Bir tane yaktı sıkıntılı bir şekilde:
- İyi dersin de İzzet Usta, oraya gidince ne yapacağım, nerede kalırım, ne yer ne içerim?
İzzet arkasına yaslandı. Alaycı bir gülümseme ile omuzlarını silkti:
- Burada ne yiyip ne içiyorsun be yeğenim? Orada da buradan farklı olmaz ilk zamanda... Kalacak yere gelince, veririm benim bacanağın adresini, yardımcı olur sana. Yok mu hiç iki kuruş paran veya malın?
Sermet kaşlarını çattı, dudak büktü:
- Var, bir ufak tarla var köyde benim hanımın. Şimdi geçimimiz oradan senede bir gelen parayla işte... Ama yetmiyor, az bir şey geliyor.
Tayyar atıldı onun bu sözleri üzerine:
- Bak gördün mü? Sen diyorsun yetmiyor diye. Satarsın İzzet’in dediği gibi... Hiç olmazsa sermaye yaparsın. Kolay değil, sıkıntıyla olur her şey. Biraz katlanırsınız yokluğa. İstanbul buralar gibi değil oğlum, orada başka bir dünya var... Benzemez bizim köylere... Orası elli tane Bingöl ili, yüz tane Genç ilçesi eder, bir sen mi sığmayacaksın?
Sermet kahveci yamağının getirdiği çayı bir dikişte bitirdi. Sigarasından derin bir nefes çekip düşünceli bir şekilde teneke kül tablasına bastırdı izmariti. İzzet Usta hafifçe eğildi ona doğru:
- Bence sen düşün bunu yeğenim. Başka kurtuluşu yok bu işin!..
Mis Gibi Bulgur Kokusu Yayıldı
Sermet kahveden çıktıktan sonra Murat Nehri boyunca yürümeye başladı. İlçeye taşınalı beş sene olmuştu. Beş senedir bir gün bile rahat yüzü görmemişlerdi. Dokuz senelik evliydi Kadriye’yle. Annesi, babası beğenip almışlardı... Nişana kadar yüzünü bile görmemişti. O zaman babası başlık parasını dört baş hayvan satıp vermişti. İlk zamanlar her şey iyiydi. Babasının sağlığında sıkıntı çekmemişlerdi. Ama Sermet babasını kaybedince her şey değişmişti. İki ağabeyi vardı daha önceden. Biri trafik kazasında biri de kalp krizinden ölmüştü. Ablası ise seneler evvel evlenip Muş’a gelin gitmişti. Yıllardır görmüyordu onu da. Babasının peşinden annesini de kaybedince kimsesi kalmamıştı. Kadriye’nin de evlendikten sonra anası ve ardından babası ölmüştü. Köyde artık yaşayamayacaklarını anlayınca karar vermişler ve ilçeye taşınmışlardı...
Genç ilçesi Bingöl’e yirmi kilometre uzaklıkta, Murat Nehrinin içinden geçtiği, güneyinde Genç dağlarıyla çevrili şirin bir yerdi. Burada tutunmaya çalışmışlardı Sermet Kaya ve ailesi. Günlük inşaat işlerinde çalışmaya başlamış, iş bulduğu zamanlarda ailesine yetebilmiş, bulamadığı zamanlarda ise yokluğa katlanarak idare etmeye çalışmışlardı. Ama son bir senedir her şey değişmişti. Artık iş bulamaz olmuştu. Üç tane çocuğu vardı. En küçüğü dört yaşındaydı. En büyükleri olan Harun okula gidiyordu. Kızı Azize ise seneye başlayacaktı okula... Yetişemiyordu Sermet artık. Ekonomik sıkıntılar genç adamı agresif biri yapmış çıkmıştı. Evde hoşnutsuzluklar yaşanmaya başlamıştı...
Uzun boylu, esmer bir adamdı Sermet. Birbirine yakın gözleri, kalın bıyıkları ve çıkık elmacık kemikleri ile sert bir görünüşü vardı. Zaafları olan, kişiliği tam oturmamış, dar düşünce yapısına sahip olan Sermet, son zamanlarda maddi sıkıntılarının da etkisiyle evine olan ilgisini azaltmış, karısına ve çocuklarına haşin davranışlar sergilemeye başlamıştı. Hızlı adımlarla yürüdü. İki aydır oturdukları evin kirasını verememişlerdi. Karısının köyündeki küçük bir toprak parçasından gelen üç beş kuruş yetmiyordu artık. Kafası kahvede konuşulanlara takılmıştı. Yavaş yavaş kararı kafasında şekilleniyor, İstanbul’a gitme fikrine aklı yatmaya başlıyordu...
Eve geldiği zaman hızla vurdu tahta kapıya. Biraz sonra esmer, ufak tefek bir kadın açtı kapıyı. Hemen kenara çekildi ve duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı:
- Hoş geldin...
- Hemen iki lokma bir şeyler hazırla. Midem kazındı...
Kadriye koşar adımlarla girdi mutfağa. Küçük tüpün üzerindeki tencereyi indirdi. Mis gibi bulgur kokusu yayıldı ortalığa. Bir tepsinin içine bakır sahanı koyup bulgur pilavıyla doldurdu içini. Tavanda asılı duran bakraçtan yoğurt boşalttı bir tabağa. Büyükçe bir parça tandır ekmeği koparttı yanına koydu. Yayık bir tabağa da turşu çıkarttı. Tepsiyi kucakladığı gibi odaya götürdü. Sermet Koca bir parça koparttı ekmekten. Kadriye ayakta bekliyordu. Hiç konuşmazdı zaten. Adam sert bir sesle bağırdı:
- Su getir...
Koşarak çıktı odadan genç kadın. Az sonra bir bardak suyla döndü. Sermet bir dikişte bitirdi suyunu. Ağzını elinin tersiyle kuruladıktan sonra karısına döndü:
- İstanbul’a gideceğiz artık... Burada iş yok, güç yok. Senin köydeki toprağı satacağım. Gidip büyük şehirde şansımızı deneyelim. Bunaldım artık burada. Daraldım...
Kadriye hiç sesini çıkartmadı; ama gözbebekleri hüzünle kısıldı!..
Çocukları Onun Her Şeyiydi...
Kadriye tepsiyi kaldırıp mutfağa girince beyaz örtüsüyle gözlerinde biriken iki damla yaşı sildi. Sermet’in verdiği kararı onaylamadığı belliydi ama hiçbir şey söyleme, fikrini beyan etme gibi bir hakkı yoktu. Zaten dinlemezdi kocası. Dinlemediği gibi de sinirlenir belki de şiddet kullanırdı. Son bir yıldır çok şey yaşamıştı bu konuda genç kadın. Daha bir hafta öncesinde dayak yemişti kocasından. Hem de acımasızca bir dayak. Küçücük bir sebepten deliye dönmüştü Sermet. Aldığı darbelerin vücudunda bıraktığı izler hâlâ duruyordu...
Güzel bir kadındı Kadriye. İri siyah gözleri, parlak siyah saçlarıyla dupduru bir yüzü vardı. Biçimli dudakları, küçük burnu pürüzsüz cildi ile gören herkesin beğendiği bir tipti. Evlendiğinden beri kocasının gölgesi altında, hiçbir söz hakkı olmadan yaşıyordu. Evleneceği zaman çok ağlamıştı. İstememişti Sermet’le evlenmeyi. Onun gönlü kendi köylerinde yaşayan bir gençteydi. Ama bu konuda değil duygularını ailesine söylemek ağzını “istemiyorum” diye açtığı zaman başına geleceği çok iyi biliyordu. Sevdiği genç de onun nişanlandığını duyunca köyü terk edip gitmişti. Bir daha da görmemişti onu. Gencecik yüreğini sevgiyle tanıştıran ilk insanı da böylece çıkartmıştı hayatından... Kaderine razı olmuştu... Evlendiğinin ertesi yılında Harun dünyaya gelmişti. O iki yaşındayken çok sevdiği kızı Azize doğmuştu. İki sene sonra da en küçük oğlu Alper’i vermişti yüce Allah. Çocukları onun her şeyiydi. Hayatının tek anlamı olarak görüyordu evlatlarını. Onlara gözünün bebeği gibi bakıyor, ilgileniyor, yakın olmaya çalışıyordu. Kendisinin yaşamayı arzu ettiği ama asla yaşayamadığı anne baba ilişkisini kendi çocuklarıyla kurmayı başarabilmişti. Yaşadıklarından aldığı dersi iyi öğrenmişti. Ama hiçbir şey tek taraflı olmuyordu. Annelerine yakın olan çocuklar babalarından bir o kadar çekiniyorlar ve ona uzak duruyorlardı. Sermet, bir gün olsun hiçbirisini kucağına alıp sevmemiş, ilgilenmemişti... Bu konuda o da suçlanamazdı. Çünkü o da böyle görmüştü...
Kadriye bulaşığı yıkadıktan sonra odaya döndü. Sermet, sedirin üzerinde bağdaş kurmuş, sigarasını yakmış, düşünceli bir şekilde dışarıyı seyrediyordu. Hava soğuktu. Odanın bir köşesinde yanan teneke sobanın kenarları kızarmıştı. Gözlerini kısarak baktı karısına adam:
- Çıkar gideriz buradan. İstanbul’a giden herkes zengin oldu. Koca İstanbul’da bize mi yer yok? Yüz tane Genç eder İstanbul. İcap ederse Harun da çalışır.
Kadriye dehşet içinde kaldırdı başını. Bütün cesaretini toplayarak kekeledi:
- O okuyacak... Okula gidecek...
Sermet kaşlarını çatarak baktı:
- Konuşma! İcap ederse çalışacak, yardımcı olacak. Okumakla adam olunmuyor... Gerekirse hem çalışır hem okur. Ben daha fazlasını yapamam. İş yok, güç yok. Kadın başınla bilmediğin işlere karışma. Ben ne dersem o olacak. Hazırla bir çıkın bana. Köye gidip şu toprağın satışını yapayım. Birazdan çıkarım yola. Otobüse yetişeyim.
Kadriye bu işin dönüşünün olmadığını anlamıştı. İçini çekerek kalktı yerinden. Çıkını hazırlarken inci gibi yaşlar süzülüyordu gözlerinden. Kocasının aldığı kararın yanlış olduğunu düşünüyor, tanıdığı kocasının İstanbul gibi bir yerde bir baltaya sahip olabileceğine inanmıyordu. Ama çaresiz sessiz kalmak zorundaydı...
“Burada Artık Hayat Bitti!”
Sermet, sigarasını yere atıp topuğuyla ezdikten sonra bir iki kere öksürüp kahveden içeri girdi. İçerideki kesif duman insanın nefesini kesiyordu. Cam kenarındaki masaya doğru ilerledi.
- Selamünaleyküm beyler, diyerek bir sandalye çekti. İki kişi oturuyordu masada. Bir tanesi geniş yüzlü, saçları hafifçe dökülmüş, kumral tenli bir adamdı. Kalın kaşları vardı. Başını salladı hafifçe:
- Aleykümselam Sermet... Nasılsın?
Sermet omuzlarını kaldırdı:
- Nasıl olayım Tayyar ağabey? Değişen ne var ki... Sabahtan beri bir şey çıkar umuduyla çarşının orada bekledim. Ne gelen var ne giden... Bu gün de böyle boş boş geçecek demek ki...
Adam gözlerini kıstı:
- Herkeste aynı dert be aslanım. Kimsede iş yok...
Diğer adam daha zayıf, daha çelimsiz görünüyordu. Mavi, küçük gözlerini kısarak baktı Sermet’e:
- Yahu sen ne diye buralarda duruyorsun ki... Gördüğün gibi burada artık hayat bitti. Büyük şehirde var ne varsa... Benim bacanak senin gibiydi. Köyden gelmişti çoluğu, çocuğu toplayıp buraya. Ama para etmedi. Verdi kararını, bastı gitti İstanbul’a. İnan ki, iki seneye kalmadı, koca bir dükkan sahibi oldu. Eskicilikle başladı işe. Şimdi spotçu dükkanı açmış, altında arabası bile var. Buralar akıl kârı değil artık yeğenim... Bence en iyisini yaparsın... Taşı toprağı altın, altın... Benim yaşım genç olsa bir gün durmam. Daha senin için çok vakit var. Çocukların küçük, sen gençsin...
Sermet yanına yaklaşan kahveci çırağına bir çay söyledi. Sonra cebinden uçsuz sigarasını çıkartıp masaya koydu. Bir tane yaktı sıkıntılı bir şekilde:
- İyi dersin de İzzet Usta, oraya gidince ne yapacağım, nerede kalırım, ne yer ne içerim?
İzzet arkasına yaslandı. Alaycı bir gülümseme ile omuzlarını silkti:
- Burada ne yiyip ne içiyorsun be yeğenim? Orada da buradan farklı olmaz ilk zamanda... Kalacak yere gelince, veririm benim bacanağın adresini, yardımcı olur sana. Yok mu hiç iki kuruş paran veya malın?
Sermet kaşlarını çattı, dudak büktü:
- Var, bir ufak tarla var köyde benim hanımın. Şimdi geçimimiz oradan senede bir gelen parayla işte... Ama yetmiyor, az bir şey geliyor.
Tayyar atıldı onun bu sözleri üzerine:
- Bak gördün mü? Sen diyorsun yetmiyor diye. Satarsın İzzet’in dediği gibi... Hiç olmazsa sermaye yaparsın. Kolay değil, sıkıntıyla olur her şey. Biraz katlanırsınız yokluğa. İstanbul buralar gibi değil oğlum, orada başka bir dünya var... Benzemez bizim köylere... Orası elli tane Bingöl ili, yüz tane Genç ilçesi eder, bir sen mi sığmayacaksın?
Sermet kahveci yamağının getirdiği çayı bir dikişte bitirdi. Sigarasından derin bir nefes çekip düşünceli bir şekilde teneke kül tablasına bastırdı izmariti. İzzet Usta hafifçe eğildi ona doğru:
- Bence sen düşün bunu yeğenim. Başka kurtuluşu yok bu işin!..
Mis Gibi Bulgur Kokusu Yayıldı
Sermet kahveden çıktıktan sonra Murat Nehri boyunca yürümeye başladı. İlçeye taşınalı beş sene olmuştu. Beş senedir bir gün bile rahat yüzü görmemişlerdi. Dokuz senelik evliydi Kadriye’yle. Annesi, babası beğenip almışlardı... Nişana kadar yüzünü bile görmemişti. O zaman babası başlık parasını dört baş hayvan satıp vermişti. İlk zamanlar her şey iyiydi. Babasının sağlığında sıkıntı çekmemişlerdi. Ama Sermet babasını kaybedince her şey değişmişti. İki ağabeyi vardı daha önceden. Biri trafik kazasında biri de kalp krizinden ölmüştü. Ablası ise seneler evvel evlenip Muş’a gelin gitmişti. Yıllardır görmüyordu onu da. Babasının peşinden annesini de kaybedince kimsesi kalmamıştı. Kadriye’nin de evlendikten sonra anası ve ardından babası ölmüştü. Köyde artık yaşayamayacaklarını anlayınca karar vermişler ve ilçeye taşınmışlardı...
Genç ilçesi Bingöl’e yirmi kilometre uzaklıkta, Murat Nehrinin içinden geçtiği, güneyinde Genç dağlarıyla çevrili şirin bir yerdi. Burada tutunmaya çalışmışlardı Sermet Kaya ve ailesi. Günlük inşaat işlerinde çalışmaya başlamış, iş bulduğu zamanlarda ailesine yetebilmiş, bulamadığı zamanlarda ise yokluğa katlanarak idare etmeye çalışmışlardı. Ama son bir senedir her şey değişmişti. Artık iş bulamaz olmuştu. Üç tane çocuğu vardı. En küçüğü dört yaşındaydı. En büyükleri olan Harun okula gidiyordu. Kızı Azize ise seneye başlayacaktı okula... Yetişemiyordu Sermet artık. Ekonomik sıkıntılar genç adamı agresif biri yapmış çıkmıştı. Evde hoşnutsuzluklar yaşanmaya başlamıştı...
Uzun boylu, esmer bir adamdı Sermet. Birbirine yakın gözleri, kalın bıyıkları ve çıkık elmacık kemikleri ile sert bir görünüşü vardı. Zaafları olan, kişiliği tam oturmamış, dar düşünce yapısına sahip olan Sermet, son zamanlarda maddi sıkıntılarının da etkisiyle evine olan ilgisini azaltmış, karısına ve çocuklarına haşin davranışlar sergilemeye başlamıştı. Hızlı adımlarla yürüdü. İki aydır oturdukları evin kirasını verememişlerdi. Karısının köyündeki küçük bir toprak parçasından gelen üç beş kuruş yetmiyordu artık. Kafası kahvede konuşulanlara takılmıştı. Yavaş yavaş kararı kafasında şekilleniyor, İstanbul’a gitme fikrine aklı yatmaya başlıyordu...
Eve geldiği zaman hızla vurdu tahta kapıya. Biraz sonra esmer, ufak tefek bir kadın açtı kapıyı. Hemen kenara çekildi ve duyulur duyulmaz bir sesle mırıldandı:
- Hoş geldin...
- Hemen iki lokma bir şeyler hazırla. Midem kazındı...
Kadriye koşar adımlarla girdi mutfağa. Küçük tüpün üzerindeki tencereyi indirdi. Mis gibi bulgur kokusu yayıldı ortalığa. Bir tepsinin içine bakır sahanı koyup bulgur pilavıyla doldurdu içini. Tavanda asılı duran bakraçtan yoğurt boşalttı bir tabağa. Büyükçe bir parça tandır ekmeği koparttı yanına koydu. Yayık bir tabağa da turşu çıkarttı. Tepsiyi kucakladığı gibi odaya götürdü. Sermet Koca bir parça koparttı ekmekten. Kadriye ayakta bekliyordu. Hiç konuşmazdı zaten. Adam sert bir sesle bağırdı:
- Su getir...
Koşarak çıktı odadan genç kadın. Az sonra bir bardak suyla döndü. Sermet bir dikişte bitirdi suyunu. Ağzını elinin tersiyle kuruladıktan sonra karısına döndü:
- İstanbul’a gideceğiz artık... Burada iş yok, güç yok. Senin köydeki toprağı satacağım. Gidip büyük şehirde şansımızı deneyelim. Bunaldım artık burada. Daraldım...
Kadriye hiç sesini çıkartmadı; ama gözbebekleri hüzünle kısıldı!..
Çocukları Onun Her Şeyiydi...
Kadriye tepsiyi kaldırıp mutfağa girince beyaz örtüsüyle gözlerinde biriken iki damla yaşı sildi. Sermet’in verdiği kararı onaylamadığı belliydi ama hiçbir şey söyleme, fikrini beyan etme gibi bir hakkı yoktu. Zaten dinlemezdi kocası. Dinlemediği gibi de sinirlenir belki de şiddet kullanırdı. Son bir yıldır çok şey yaşamıştı bu konuda genç kadın. Daha bir hafta öncesinde dayak yemişti kocasından. Hem de acımasızca bir dayak. Küçücük bir sebepten deliye dönmüştü Sermet. Aldığı darbelerin vücudunda bıraktığı izler hâlâ duruyordu...
Güzel bir kadındı Kadriye. İri siyah gözleri, parlak siyah saçlarıyla dupduru bir yüzü vardı. Biçimli dudakları, küçük burnu pürüzsüz cildi ile gören herkesin beğendiği bir tipti. Evlendiğinden beri kocasının gölgesi altında, hiçbir söz hakkı olmadan yaşıyordu. Evleneceği zaman çok ağlamıştı. İstememişti Sermet’le evlenmeyi. Onun gönlü kendi köylerinde yaşayan bir gençteydi. Ama bu konuda değil duygularını ailesine söylemek ağzını “istemiyorum” diye açtığı zaman başına geleceği çok iyi biliyordu. Sevdiği genç de onun nişanlandığını duyunca köyü terk edip gitmişti. Bir daha da görmemişti onu. Gencecik yüreğini sevgiyle tanıştıran ilk insanı da böylece çıkartmıştı hayatından... Kaderine razı olmuştu... Evlendiğinin ertesi yılında Harun dünyaya gelmişti. O iki yaşındayken çok sevdiği kızı Azize doğmuştu. İki sene sonra da en küçük oğlu Alper’i vermişti yüce Allah. Çocukları onun her şeyiydi. Hayatının tek anlamı olarak görüyordu evlatlarını. Onlara gözünün bebeği gibi bakıyor, ilgileniyor, yakın olmaya çalışıyordu. Kendisinin yaşamayı arzu ettiği ama asla yaşayamadığı anne baba ilişkisini kendi çocuklarıyla kurmayı başarabilmişti. Yaşadıklarından aldığı dersi iyi öğrenmişti. Ama hiçbir şey tek taraflı olmuyordu. Annelerine yakın olan çocuklar babalarından bir o kadar çekiniyorlar ve ona uzak duruyorlardı. Sermet, bir gün olsun hiçbirisini kucağına alıp sevmemiş, ilgilenmemişti... Bu konuda o da suçlanamazdı. Çünkü o da böyle görmüştü...
Kadriye bulaşığı yıkadıktan sonra odaya döndü. Sermet, sedirin üzerinde bağdaş kurmuş, sigarasını yakmış, düşünceli bir şekilde dışarıyı seyrediyordu. Hava soğuktu. Odanın bir köşesinde yanan teneke sobanın kenarları kızarmıştı. Gözlerini kısarak baktı karısına adam:
- Çıkar gideriz buradan. İstanbul’a giden herkes zengin oldu. Koca İstanbul’da bize mi yer yok? Yüz tane Genç eder İstanbul. İcap ederse Harun da çalışır.
Kadriye dehşet içinde kaldırdı başını. Bütün cesaretini toplayarak kekeledi:
- O okuyacak... Okula gidecek...
Sermet kaşlarını çatarak baktı:
- Konuşma! İcap ederse çalışacak, yardımcı olacak. Okumakla adam olunmuyor... Gerekirse hem çalışır hem okur. Ben daha fazlasını yapamam. İş yok, güç yok. Kadın başınla bilmediğin işlere karışma. Ben ne dersem o olacak. Hazırla bir çıkın bana. Köye gidip şu toprağın satışını yapayım. Birazdan çıkarım yola. Otobüse yetişeyim.
Kadriye bu işin dönüşünün olmadığını anlamıştı. İçini çekerek kalktı yerinden. Çıkını hazırlarken inci gibi yaşlar süzülüyordu gözlerinden. Kocasının aldığı kararın yanlış olduğunu düşünüyor, tanıdığı kocasının İstanbul gibi bir yerde bir baltaya sahip olabileceğine inanmıyordu. Ama çaresiz sessiz kalmak zorundaydı...