Bir Damla Aşk (Final / Yazan : Claraa)

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
kr5jq9.gif

GİRİŞ
Melike teyze, bugün doğum yapmıştı. Çok heyecanlıydım ve çok geçmeden anne ve babamda beni hastaneye götürdüler. Hastaneye gittiğimizde, doğum bitmiş, odaya girdiğimizde Melike teyze, başına tutturulmuş kırmızı kurdele ile bir melek gibi görünüyordu. İçimden bir melek geçmişti ve ben de gidip içimdekini ona söylemek için yanına doğru gittim ve elini tuttum.

Melike teyze, tıpkı bir melek gibisin.

Melike teyze, bunu duyduğunda gözlerinde yaşlar birikmişti ve sevincini belli eden bir gülümsemeyle saçlarımı okşadı.

Teşekkür ederim, ufaklık.

Bana ufaklık demesine hiç sinirlenmemiştim. Annem nasıl benim annemse, Melike teyze de benim diğer annemdi. Bebeği karnındayken, onlara kaçar karnını severdim. Çünkü yalnız kalmasın istemiştim. Kendini yalnız hissetmesin, yanında birisi olsun istemiştim.

Peki, yaramaz nerede?

Elimi, Melike teyzenin karnına koyduğumda hep tekme atardı. Hiç rahat durmazdı. Ben de ona yaramaz demeye başlamıştım. Ne zaman annemlerle Melike teyzelere gitsek, Yaramaz, bugün size kaynadı mı diye sorardım.

Birazdan burada olur.

Şefkatli sesi kulaklarıma dolarken, kapının açılmasıyla hemen arkama döndüm. Yaramaz gelmişti. En sonunda onu görebileceğime inanmıştım. Hemşire, kucağındaki bebeği yavaşça annesine uzatırken, ben de yüzünü görmek için ayak parmaklarımın üstünde havalanıyordum. Melike teyze, kucağına aldığı bebeğe şefkat bir anne edasıyla bakarken, en sonunda yüzünü görebilmiştim. Aynı bir melek gibiydi. Gökten inmiş, bir hediye gibi Beyazlar içinde bir melek küçük elim ona uzandığında, bere olan başını okşamaya başladım. Sonra, korkarcasına yüzüne indim. Küçücük burnu, incecik dudakları, ufacık gözleri vardı. Minicikte elleri vardı. Şu an elinde eldiven olsa da ne kadar minicik olduğu buradan anlaşılabilirdi. Ben de böyleydim. Böyle miniciktim.

Ben, yaramazıma bakarken, omzumdan tutan ellerle kulağıma değen nefes dikkatimi dağıtmıştı.

Kardeşine hoş geldin de, Mert.

Annem, onun benim kardeşim olduğunu söylüyordu ama ben onun kardeşim olabileceğine inanmamıştım. Bir kan bağı yoktu aramızda. Ben, hep onun yol arkadaşı olmuştum ki, o dünyaya gelene kadar.

O benim kardeşim değil. Dedim bir çırpıda. Herkesin yüzü şaşkınlığa bürünmüştü ama onların bir şey söylemelerine fırsat vermeden devam ettim. O, benim yol arkadaşım. Dedim sessizce, şefkat dolu sesimle yaramazımın elini tutarken. Odadakilerin güldüklerini duymuştum ama hiç dikkat kesilmemiştim. Gözlerim, karşımdaki melekteydi.

Adı var mı? diye sormuştum. Bu zamana kadar hiç sormamıştım. Hep yaramaz diye seslenmiştim. Bir de; yaramazımın doğumuna 1 ay önce kala onlara bir ad önermiştim, bu küçücük yaşımla. Daha altı yaşındaydım ve bir ad önermiştim yaramazıma. Damla olsun mu adı? demiştim Melike teyze ve Adnan amcaya. Onlar gülmüşler, bakarız demişlerdi. Ama önce nedenini sormuşlardı. Ben de, babamın okuduğu bir kitabın son sayfasında, ilk kez okuma-yazma öğrendiğim bir zamanda tesadüfen karşılaştığım ve kulağıma hoş gelen Bir Damla Aşk adlı yazıdan aklıma geldiğini onlara söylemiştim. Onlar, daha çok şaşırmış ve daha da mutlu olmuşlardı. Çok akıllı ve zeki olduğumu da eklemişlerdi. Düşünürüz demişler ve bu bir daha hiç açılmamıştı.

Evet. Var, ufaklık.

Adı diye duraksayan ve eğilip bir elini omzuma koyan Adnan amcaya çevirdim bakışlarımı.

Bir Damla Aşkın Biricik Damlası. Demişti devamı olarak. Buna çok sevinmiştim. O, isim önermesinden sonra gece düşünmüşler ve o zamandan koymuşlar adı. Bu, önerim onların hoşuna gitmiş ve bu zamana kadar bunu kimseye söylemeyerek şimdiye saklamışlardı. Ben de sevincimden Adnan amcaya sarılıp yanaklarından öpmüştüm.

Yaramazımın adını ben koymuştum. Bir Damla Aşktan Biricik Damlam

Yaramazım 5 yaşındayken ayrı düşmüştük onunla. Babamın işi, İstanbula taşınmıştı ve bizde gitmek zorunda kalmıştık. Hayır, Ankarayı özlemeyecektim. En çok, yaramazımı, Bir Damla Aşkın Biricik Damlasını özleyecektim. Yol arkadaşımı Evden kaçtıysam da, iki gün saklandıysam da, ağladıysam da, yalvardıysam da hiçbir şey değişmedi. Yine yollarımız ayrıldı, yaramazımla. 10 yıldır onu hiç görmemiştim. Babam, şirketi büyütünce Ankaraya da bir tane şirket kurmuştu ve babamla birlikte ben de Ankaraya gitmiştim. O zaman, yol arkadaşımı görebileceğim heyecanı vardı içimde. 15 yaşında olmalıydı ve onu uzaktan arkadaşlarıyla kafede oturup gülerken gördüğümde, küçüklüğümde atan kalbimin iki katı atmaya başlamıştı kalbim. Çok büyümüştü. Aklımda sadece bir tek soru vardı: Beni unutmuş mudur?

Hep bu soru vardı ve benim bu sorunun cevabını bulmam gerekiyordu. Onun, kalktığını, çantasını koluna takıp arkadaşlarından ayrıldığını görünce, ağacın arkasına saklandığım yerden çıktım ve onu arkadan takip etmeye başladım. Yürüdüğü yollar, çok sakin ve insana ıssız bir sokak hissi veren yollardı. Onu uzaktan takip ederken, birden durdu ve ona yaklaşan adama bağırmaya başladı. Ona biraz daha, hızlı adımlarla yaklaşırken, genç bir çocuğun onun çantasını almaya çalışırken, yaramazımın çantasını kurtarmaya çalışan halleriyle karşılaştım. Hiç düşünmeden ona doğru koştum ve genç çocuğun yakasından tutup bir yumruk attım, suratına doğru. Kendimi kontrol edemiyordum. Genç çocuğun yere yığılmasıyla tekmelerim söze girmişti ve kulaklarıma değen hıçkırık sesleriyle durmak zorunda kalmıştım. Durduğum yerden, karnını tutan genç çocuğa eğilip, bir nasihat değerinde sözcüklerimi ona doğrulttum.

Bir daha seni bu kızın bir yakınında göreyim, sana bundan daha beterini yaparım. Ona dokunursan, ellerini kırar, yüzünü paramparça ederim.

Zaten genç çocuk bu sözlerimle korkmuş olmalı ki, olmalı zaten, hemen yerinden, sanki hiç dayak yememiş gibi kalkarak koşarak uzaklaştı. Birkaç kere sendeledi ama sorun değildi, hak etmişti. Eğildiğim yerden doğrularak arkamı döndüğümde, yaramazımın halini hiç iyi görmemiştim. Yüzü bembeyaz olmuş, ağzını eliyle kapatmıştı. Gözlerinden sıra sıra akan gözyaşları çabasıydı ve bana korku dolu bakışlarla bakıyordu.

Benden korkuyor muydu?

Elini ağzından çekti ve derin bir nefes aldı. Nefesini geri verdiğinde dudakları hafif gerildi.

Te-teşekkürler, bayım. Ama bu-bu kadarı fazla değil miydi?

Onun söylediği soru değildi aklıma takılan. Beni tanımamıştı.

Beni gerçekten unutmuş muydu?

Unuttuysa, hatırlatabilirdim. Ona kendimi, yeniden tanıtabilirdim. 11 yaşına kadar onunla oynadığımız oyunları, yaşadığımız günleri tekrar yaşayamasak da, ona bunları hatırlattırabilirdim. Çünkü ben hepsini hatırlıyordum.

Bence daha fazlasını hak etmişti. Se-siz iyi misiniz, küçük hanım?

Evet, iyiyim. İyi günler.

O narin sesiyle yanımdan uzaklaşırken hiçbir şey diyememiştim ona.

İyi günler, yaramaz.

Kaldığım yerden onu takip ettim. Bu yolları hatırlıyordum. Bu sıra sıra dizilmiş evleri de hatırlıyordum. Şimdi beyaz çitlerle çevrili kırmızı evin bahçesine girecek. Zile basacak ve Melike teyze çıkıp kızına sarılacak ve onu içeriye alacaktı. İlk başları doğru olsa bile, sonu doğru değildi. Onu, bir kadın değil, Melike teyze karşılamalıydı. Sarı saçlara sahip, fit vücudu olan, 30 yaşlarında bir kadın karşılamıştı. Kimdi bu kadın?

Akşama kadar evinin önünde durdum. Ve akşama kadar hiç çıkmadı evden. Odasında, pencere önünde oturup kitap okumaya devam etti. Demek ki, kitap okumayı seviyordu. Daha öğreneceğim çok şey vardı onun hakkında. Kaybettiğimiz 10 sene boyunca, onun hakkında bilmediğim o kadar çok şey vardı ki. Hepsini öğrenecektim ve o beni hatırlayacaktı. Benim onu yeniden tanımaya çalışmam gibi, o da beni yeniden tanıyacaktı.


Onunla karşılaşma zamanım gelmişti. Babam ile birlikte onlara misafirliğe gidecektik. Ama ben o evin misafiri olmadım ki hiçbir zaman. Bir oğluydum o evin, bir bireyi gibiydim. Evden çıkmadan babama bir söz verdirmiştim.

Baba, senden bir şey isteyeceğim ve bu isteğim doğrultusunda bana söz vermeni istiyorum?

Meraklı bakışları ardından derin bir nefes alıp nefesimi geri koyuverdim.

Oraya gittiğimizde, Damlaya benim o Mert olduğumu söyleme. Onun yol arkadaşı Mert olduğumu söyleme. Ayrıca neden diye de sorma. Söz mü?

Çok kötü bir kural koydun, oğul. Pekala, söz. Söz ama Adnan amcanı ne yapacaksın?

Onu, önceden hallettim ben.

Sabahtan karşılaşmıştık Adnan amcayla. Bir yere gidip kahvemizi içip konuşmuştuk. Son demimizde ona, babama bahsettiğim konuyu söylemiştim. O da bana söz vermişti.

Bunu neden yapıyordum?

Çünkü beni baştan tanısın, istiyordum. Birbirimizi yeniden tanıyalım, istiyorum. Bana yeniden güvensin, istiyordum. Beni, kendisi tanısın, istiyordum. Geçmişimizi, benim gözlerime bakarak görsün, istiyordum.

10 yıl sonra, tekrar buradaydım. İkinci evimde Son kez ayrıldığım ve şimdi hiç ayrılamayacağım evin önünde duruyorduk. Yavaşça kapıya ilerlediğimizde, babam kapıyı birkaç defa çalışıyla beraber, yine o geçen gün ki kadın açmıştı kapıyı.

Hoş geldiniz!

Sesi ve gülümsemesiyle ne kadar ortamı ısıtsa da, ben ısınamamıştım bir türlü. 3 yıl önce vefat etmiş, Melike teyze. Bir melek ikinci annem Bundan benim şimdi haberim oluyordu. Bu çok kötü bir durum 3 aydır evlilermiş. Mutlular mı, Damla ne halde, bilmiyordum. Bugün, bunların ikisini izleyebilirdim. Aralarındaki ilişki nasıl, değerlendirebilirdim. Ama yapmadım. Çünkü hep ilgi odağım Damla olmuştu. Yemekten sonra ve birkaç sohbetten sonra, Damlanın bahçeye çıktığını görünce hemen bende kalktım. İçeriye ilk girişimizde gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Adnan amca sözünde durmuş olmalıydı ki, bahçeye yanına gittiğimde babasının çok yakın arkadaşının oğlu olduğumu ona sabah söylemişti. Beni görmeyi hiç beklemediğini, çok şaşırdığını da dile getirmişti.

Bir melek gibiydi, Damla. Tıpkı, Melike teyze gibi Sesi, huzur veren türdendi. Aynı, annesinin sesi gibi Çok nazikti ve çokta terbiyeli Sohbetimiz öyle ilerledi ki, bana küçükken tanıdığı Merti anlatmaya başladı. Yani, beni

Aslında şimdiki halini bilmiyorum. Şimdiki halinin fotoğrafı yok bende. Ama 11 yaşındaki fotoğrafı var. Biliyor musun?

Bakışlarını en sonunda benimle buluşturduğunda içime bir heyecan doldu.

Seni ilk gördüğümde, gözlerin bana onu hatırlattı. Mavi, masmavi Güven verici mavi gözler Ama sen olamazsın. Ne kadar isimleriniz aynı olsa da, göz renkleriniz aynı olsa da sen o olamazsın.

Ama o benim!

Demek geldi içimden ama diyemedim. Çünkü bu söylediklerinin nedenini bulacak ve onu bu dediklerinde yanıltacaktım.

3 aydır Ankaradaydım. Ve bu 3 ay içerisinde Damla ile çok güzel günler geçirmiştik. Yapmayı özlediğim ve yeniden tattığım bu hayatı yaşadım onunla. Arkadaşlarıyla tanışmış, hatta beraber piknik yapmıştık. 3 ay öyle çok çabuk geçmişti ki, anlayamamıştım. Ayrılırken, bana bir sınava gireceğini ve eğer kazanırsa İstanbulda bir kolejde okuma fırsatı olacağını söylemişti bana. Aslına bakılırsa, sevinmiştim.

Okulum nedeniyle gitmem gerekiyordu ve gitmeden Adnan amcayla son kez konuştum. Eğer, Damla sınavı kazanır ve İstanbula gelirse, benim yanımda kalmasını teklif etmiştim. Tereddütte kaldığını hissettiğimde, merak etmemesini ve güven veren sesimle ona bir şey olmayacağını ve yanımda güvende olacağına dair söz vermiştim. O da, tamam deyip, son kez Damlaya baktığımda arabaya binmiş ve onlardan bir kez daha ayrılmıştım. Ama bu sefer Damla ile birlikte olacaktık. Kazanamasa bile kazandıracağım. Ne kadar blöf olsa bile, bunu yapacağım.

Sınavın verdiği stresle eve gelmiştim. Tam yatacaktım, telefonumun çalınmasıyla bundan vazgeçerek, cebimden telefonu çıkardın ve arayanın Adnan amca olduğunu görür görmez hiç düşünmeden açtım.

Adnan amca?

Neden aradığını biliyordum. Sonuç açıklanır açıklanmaz bana bildirmesini söylemiştim.

Sonuçlar açıklandı, oğlum. Bu yaz günü evinde boş bir oda var değil mi?

Kısasa kısas, Damla sınavı kazandı ve yaz günü oraya geliyor, demekti bu. Sevincimi sonraya bırakıp, hemen cevap verdim.

Ev, tamamen boş, Adnan amca.

Okullar, 2 hafta içinde kapanacaktı ve 2 hafta sonra Damla burada, yanımda olacaktı. Telefonu kapadarak, sonraya bıraktığım sevincimi şimdi yaşadım. Yorgundum ama uyuyamazdım. 2 hafta sonra Damla geliyordu ve eve biraz çeki düzen vermeliydim. Odası, baştan hazırdı. Ankaradan İstanbula gelir gelmez hemen odasını hazırlatmıştım.

Mavi rengi ve beyazı çok severdi. Perdeleri, gökyüzü mavisi tonunda; yatağı melek kadar bembeyazdı. Gömme Dolabı, perdelerle uyumlu, duvarların rengi, odanın geniş olmasını sağlayacak beyazlıktaydı. Yatağın karşısında duran ve iki yanı duvarla kaplı ve geniş olan bölümün sol kısmı, kütüphaneye çevrilmiş, raflara düzenli biçimde sıralanmış farklı türde değişik kitaplarla kaplıydı. Rengi de, odaya canlılık katan kırmızıya hakimdi. Ve duvarın ortasında duran camın perdesi de kırmızıya özdeş, beyaz renge sahipti ve kütüphanenin önünde duran baharı andıran rengarenk çiçek desenli tekli koltuk yerini almıştı. Ve geniş olan kütüphanenin içinde de, koltuğun yanında bulunan beyaz bir çalışma masası da yerindeydi. Çiçek desenli sandalyesi de yerini almıştı hemen.

Bunu ben yaptırmıştım. Damlanın beğeneceğini kesinlikle biliyordum. Ona gösterdiğimde bu dediğimde yanılmadığımı anladım. Yanılamazdım zaten. O, maviye aşıktı. Çok beğendiğini söylemişti çığlıklarının ortasında.

Hayallerimin odası burası. Dedi, sanki benim duymamam için sessizce söylemişti. Ama duymuştum. Yine de duyduğumu belli etmedim.

Artık buradasın, yaramaz. Yan odada ben kalıyorum. Bir sorun olursa, kapıyı tıklar, bana söylersin. Diyerek yanından uzaklaştım, kardığım potu odama girdiğimde fark ederek. Acaba biliyor muydu, küçükken ona yaramaz dediğimi? Anne karnında ona hep yaramaz diye seslendiğimi? Tabi ki biliyordur. Melike teyze, hep anlatmıştır.

Zaman geçti ve Damla, bu eve, bu şehre iyice alışmıştı. Onunla beraber gideceği koleje gittiğimizde, kaydını yaptırdım ve onu kolej ve yeni arkadaşlarıyla yalnız bırakmıştım. Eve geldiğinde çok heyecanlıydı ve bana okulda ne olup bittiğini teker teker akşam yemeğinde anlatmaya başlamıştı. İlk tanıştığı Ege adında bir çocuğu anlatıyordu bana. Nasıl birisi olduğunu, davranışlarını bir günde nasıl öğrenmişti?

Peki, beni bir günde nasıl tanıyamadı?

Uzun uzun zamanlar geçti aradan. Ben, üniversiteden mezun olur olmaz hemen şirketin başına geçmiştim. Babamın ısrarı ile Damla ise, okullar kapandığında 1 kaç hafta burada kalmış, yaz tatili için Ankaraya gitmişti. Ve ben onu yine özlüyordum. Hep özlüyordum ama akşam eve gelince onunla göz göze, yan yana oluyorduk. Şimdi, 3 ay boyunca yanımda olmayacaktı. Ve tabi bu 3 ayda geçti. Ve, olması gereken yerde belirdi, Damla. Benim yanım

Okulların açılmasıyla birlikte, 2 günlük evden ayrılmak zorunda kalmıştım.

Şu iş seyahatlerinin canı

Onu merak ediyordum. Gittiğim andan itibaren hep merak ediyordum. Bursaya vardığımda onu aradım ve sesi öyle heyecanlı çıkmıştı ki, beni endişelendirmişti. Bir şey olmadığını söylediğinde içim rahatlamıştı. Artık ona yaramaz diyebiliyordum. O da bunu sorgulamaksızın hiçbir şey demiyor, gülüp geçiyordu. Şu an yalnız değildi, orada. Babam, Sevil ablayı göndermişti. Onu sevdiğimi, ona saygı duyduğumu bildiği için eve göndermişti.

Geçen sene tartışmıştık babamla. Sinirlerim iyice gerilmişti ama Damla gelip bu bozuk moralimi düzeltmişti. Onun varlığı bile beni mutlu ediyordu.

Bilmiyorum, şu an ona karşı çok farklı bir şeyler var içimde. Alışkanlık ya da dile getirilmemiş, adı konulmamış duygular

Bir Damla Aşk Biricik Damlam, yol arkadaşım benim. İyi ki varsın, iyi ki kalbimdesin!

-*-*-*-

Merhabalar :)
Burada yeni üyeyim ve daha pek bir şey bilmiyorum. Yakında öğrenecğeim inşallah :)
Bu hikaye, benim final yapmış olduğum bir hikayemdir. Günden güne inşallah girdiğim süreçlerde yüklerim. Yani öyle bölüm beklemeye başlamayacaksınız. :)
Yorumlarınızı bekliyorum. :)

Yorumlarınız için:

Claraa'nın Hikayelerine Yorumlarınız
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
Merhabalar :)
Yeni bölümü şimdi sizlerle paylaşmış bulunuyorum. :) Beğenir ve yorumlarınızı benden eksik etmezsiniz umarım. :)
Bu arada, resmin üstünde bulunan EunBi imzası, benim ve bir başka sitede nickim EunBi'ydi. Değiştirerek Claraa yaptım. Kafanız karışmasın, bu durumda. :)

rLkWYV.jpg

Birinci Bölüm
Onun için ben ne ifade ediyordum, bilmiyordum ama onun yanında olmak beni oldukça mutlu ediyordu. İçim içime sığmıyor, onun dediklerini ikiletmemek adını anlamak için çaba harcıyordum. Bu yaptıklarımın hiç nedenini bilemeyecek olsa da, sözünü ikiletmemem hoşuna gidiyordu besbelli. Okulum dolayısıyla onda kalıyordum. Bir emanettim doğrusu. Ama ben emanet değilmişim gibi davranıyordum. Bu evin bir parçasıyım ve onun her şeyini kalbime kazımıştım bile. Kendimden 6 yaş büyük birisine aşık olmak, kötü bir şey midir? Ben, ilk defa aşık olmuştum ve aşık olduğum benden büyük ve olgun birisiydi. Şimdilik bu duygularımı onun bilmesine gerek yoktu. 1 yıldır onunla aynı evde yaşıyordum ve bu uzun sürede duygularımı ona belli etmediğime çok seviniyordum. Eğer, öğrenseydi emanetliği geri çevirir, beni bir yurda yerleştirebilirdi. Ben, bunu asla istemezdim ve yıkılır, paramparça olurdum.

“Kıyafetlerini ütüledin mi?” dedi kapının aralığından bana bakarak. O mavi gözlerinde kaybolmak, bazen çok yoruyordu beni.

“Hayır. Sevil abla ütülemiş.” Dedim tırnaklarımı törpülerken. Onun bana baktığını, kaşları çatık biçimde izlediğini, ona kısa bakış attığımda anlamıştım.

“Sana senin ütülemeni söylemiştim.” Dedi kızmış biçimde.

“Sevil abla izin vermedi, hem ben yakardım.”

Ona baktığımda gülümsediğini gördüm. Onunla beraber ben de gülümsemiştim. O mavi gözleri, gözlerime değince, içime gerçekten bir şeyler oluyordu. Tarifi imkansız bir şeyler…

“Yarın erken kalkacaksın. Hadi, yatağa.”

Bazen böyle emrivaki olması, hoşuma gitmiyordu. Ah, pardon. Hep emrivaki yapardı bana karşı.

“Az bir işim kaldı. Hemen yatacağım.” Dedim tırnaklarımı törpülemeye devam ederken.

“Eminim, yarın müdür ve öğretmenler tırnaklarını kesme konusunda seni uyaracaklardır.” Dedi imayla. Ben de omuz silktim hemen. Umurumaydı sanki.

“Orası özel bir kolej. Tırnağı simsiyah ojeli olanları bile var. Onlara dediklerini duymadım ben.”

“Sen ayrısın, Damla. Şimdi şunu bırakıyor ve yatağında yerini alıyorsun. Yarın geç kalkarsan, gelir yataktan aşağı atarım seni.”

Sesi çok tehditkardı ve törpüyü bırakıp hemen yatağımda yerimi aldım. Bazen çok gıcık oluyordum. Öyle bir tehdidi oluyordu ki, korkuyor ve dediğini hemen yapmak zorunda kalıyordum.

“İyi geceler.” Dedim sesimin hırçın çıkmasına aldırmayarak.

“Sana da, yaramaz.” Diyerek gülümsedi ve kapıyı kapatıp uzaklaştı. Ben de üzerimi örtmüş, tavana bakarken hayaller kurmaya devam ediyordum. Bir gün, onunda beni sevebileceğini düşünüyordum. Aslında imkansızdı. Beni, kardeşi gibi gördüğüne emindim. Babam’dan ayrılırken ‘Ona kardeşim gibi bakacağım’ demişti ve bu söz, geri alınamayacak kadar değerliydi. Hem babam için hem de onun için… Ne yapacağımı bilemiyordum. Bazen, diyordum. Bazen, başka bir yerde tanışsaydık, onunla. O zaman her şey bambaşka olabilirdi. Ben bunları düşünürken, çoktan derin uykuya dalmıştım bile.

3 aydır, unuttuğum ve 3 ay sonra aklıma yerleşmeye çalışan saatin alarmıyla uyandım. Saati susturup, öylece yatağın üzerinde oturuyordum. Şu an ne haldeyim, bilmiyorum ama kesin saçlarım dağınık, gözlerim çapak halindeydim. Çok berbat bir durumdu bu ve Mert gelmeden hemen banyoya gidip kendime çeki düzen vermem gerekirdi. Hiçbir zaman karşısında böyle çıkmamıştım ve çıkmayı da düşünmüyorum. Keşke özel bir banyom olsaydı, daha güzel olacaktı. O zaman odamın kapısını yavaşça açıp, Mert’in olup olmadığına gizlice kafamı uzatıp bakmak zorunda olmazdım. Beni bu halde görse, kesin deli damgası yerdim. Orası kesin. Onun ortalıkta olmadığı kesinleşince hemen odamdan çıktım ve karşımda olan banyoya koşar adımlarla girdim. Kapıyı kapatıp, zorla kendime aynada baktım. İçimden koskoca bir çığlık attım. Tam dediğim gibiydi. Saçlar dağınık ve gözlerim… Bir tek yüzümü yıkamakla olmayacaktı. Baştan duş almam gerekiyordu, bu yüzden suyu açtım ve küvetin dolmasını beklerken ben de üzerimdekileri çıkardım. Ve en büyük keyifli yanı ise, suyun içine girip, yarım saatlik bir keyif sürmekti.

Dediğim gibi yarım saatlik banyo keyfinden sonra hemen odama girip giyindim. Saçlarım hala ıslaktı ve kurulamak için fön makinemi hiçbir yerde bulamıyordum. Banyoda olmadığı kesindi ve şimdi aramak içinde zamanım yoktu. Tek çare, Mert’in fön makinesini almaktı, bu yüzden odamdan çıkıp onun odasının kapısının önünde durdum. Nazik bir yumruğumla kapıyı tıkladığımda, Mert’in sesini kulaklarımda işittim. Hemen kapıyı yavaşça açıp kafamı içeri soktum. Yine sevimli sesimle ona günaydın dediğimde, o da aynı ses tonuyla gülümseyerek karşılık vermişti.

“Neden öyle bakıyorsun kapıdan? Girsene.”

Demesiyle hemen içeri daldım.

“Ben fön makinemi bulamıyorum. Seninkisini kullanabilir miyim?”

“Kim bilir nereye koydun? Tabi. Gel, otur şuraya.”

Beni yatağının ucuna oturmamı söylüyordu ama neden böyle dediğini anlamış değilim ve bunun nedenini ona sorarken, o da dolabından çıkardığı makinenin kablosunu prize takıyordu.

“Saçını ben kurutacağım.”

Der demez, tüm sevincimle dediği yere oturdum ve ona arkamı döndüğümde, fön makinenin sıcaklığı saç diplerimi acıtınca çığlık atmıştım.

“Yakıyorsun ama.”

“Ne yapabilirim?” dedi o da bağırarak.

“Biraz uzaktan yapabilirsin.” Diye bir öneri de bulundum. Nedense düşünemiyordu bunu. Dediğim gibi uzaktan yapmaya başlamıştı ve dokunuşlarını hissedebiliyordum. O, saçlarımı kurularken ben de kalbimin atışlarını sabitlemeye çalışıyordum ama nedense sözümü dinlemiyor, daha da hızlı atıyorlardı.

“Tamam, bitti.” Dediğinde makinenin fişini çekmiş, aldığı yere geri koyarken ben de kalkıp ona dönmüştüm.

“Teşekkür ederim.” Dediğimde o da bana bakıp, yine o mükemmel gülüşünü bana göndermişti.

“Ne demek, yaramaz.”

Kendi odama geçip saçlarıma bir şekil verdikten sonra, çantama sadece defter ve kalem koyarak ve ayrıyeten ıslak mendil ve ayna koyup, telefonumu da alıp aşağıya inmiştim. Mert, benden önce inmiş, çoktan masa da yerini almıştı. O, her zaman şık olabilmişti. Siyah ve beyaz takımından başka takımı olduğundan şüpheliyim. Seviyordu anlaşılan ve bu renkler, ona oldukça yakışıyor ve onu çok çekici kılıyordu. Ona bakmaktan vazgeçip ben de yerime geçtim ve meyve suyumu önüme koyan Sevil ablaya da günaydın dedim tüm içtenliğimle.

“Günaydın, kızım. Bugün keyfiniz daha çok yerinde bakıyorum?” diye laf soktu hemen. Benim keyfim hep yerindeydi. Mert’in yanında olunca, zaten keyfim hiç kaçmazdı ki.

“Okulların açılmasındandır.” Diyen Mert’e baktığımda bana göz kırptı ve çayından bir yudum aldı.

“Aslında bu her zamanki halim. Ne diye surat asayım ki? Hem 3 aydır göremediğim, özlediğim arkadaşlarımı göreceğim.” Diyerek tabağıma koyduğum peynirden bir dilim ağzıma attım.

“O 3 ay ailenin yanındayken beni bile özlememişsindir.” Dediğinde içime bir hançer saplandı gibi bir şey oldu. Ne olduğunu tam olarak bilmiyorum ama dediği şeyle peynir, boğazıma tıkanmıştı. Öksürüklerimin ardından Sevil ablanın uzattığı suyu içip sakinleşmeye çalıştım.

“O ne demek öyle? Tabi ki özledim ama sen özlememişsindir. Başını dinlemişsindir, ben yokken.”

Tabi ki de özlemiştim. Hep resimlerine bakarak uyumuştum. Onun resmine bakmadan da yatağımdan kalkmamıştım ve ilk günaydınımı ona söylemiştim. Bunu nasıl diyebilir? Hele şakasına bile olsa.

“Ne yalan söyleyeyim… Biraz öyle oldu.” Diyerek göz kırptı ve ağzını peçete ile silip masadan kalktı.

“Ben işe geç kalıyorum. Hakan seni okula bırakacak.” Dedi yanımızdan ayrılırken. Nasıl yani, özlememiş miydi? Gerçekten keyfim bugün kaçmıştı ve hayal kırıklığıyla sadece meyve suyumu bitirip ben de kalkmıştım. Tam kapıya doğru ilerleyecekken Sevil ablanın sesini duymamla geri döndüm.

“Öyle dediğine bakma sen. ‘Damla olsaydı şu an beni güldürebilirdi’ derdi hep. Zor günler geçirdiği zamanlar olmuştu da. Şakasından söylüyor, biliyorsun zaten.”

Sanki, kırıldığımı bilirmiş gibi açıklama yapıyordu. Ve dediği şeylerde, ‘Damla olsaydı beni güldürürdü’ lafı aklımda takılı kalmıştı. Bir an, onun zor durumlarında onu güldüren bir palyaçoymuşum hissi verdi ama ben bundan hiç şikayet etmedim. Onun hep mutlu olmasını istiyordum. Yorgun geliyordu, toplantısı kötü bitiyordu ya da babasıyla bazen tartışıyordu ve ben onu bir nebze olsun moralini düzeltmek adına şaklabanlık yapıyordum. Böyle komik hareketler, komik fıkralar filan… Ama onu güldürmeyi başarabiliyordum da. Bunları, içimden geldiği için yapıyordum.

“Biliyorum, Sevil abla. Hadi, ben çıkıyorum. Akşam görüşürüz.” Diyerek evden çıktım ve beni arabanın önünde bekleyen şoför Hakan’ı görüp ona el salladım.

“Günaydın, Hakan abi. Nasılsın?” dediğimde o da kapıyı açıp girmemi bekliyordu.

“Günaydın, Damla. İyiyim, sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim.” Dedim, o da kapıyı kapatıp yerine geçerken.

“Bugün nasıl bir müzik dinlemek istiyorsun?”

Hep böyle yolculuk ederken, müzik dinlemek içimi açıyordu ve Hakan abi bunu en iyi bilenlerdendi.

“Bilmem. Güzel bir şey varsa onu aç.” Dediğimde teybe bir CD koymuş ve başlat düğmesine basmıştı gördüğümde. Oldukça güzel bir melodisi vardı ve hoşuma gitmişti.

“Tamam, bu dursun.” Dediğimde dokunmadı ve yoluna devam etti. Ben de camdan dışarıyı izliyor, şarkının sözlerini öylece dinliyordum. Bir ara Hakan abi durdu ve sanırım trafik vardı. Bu da isyan etmesinden anlaşılıyordu.

“Şimdi trafiğin sırası mıydı?”

Ben de hala dışarıyı izliyordum. Çoğunluğu öğrencilerle doluydu. Bir kısmı işe giden, kadın ve erkeklerle. Şöyle daha da ileriye baktığımda üstünde bizim okulun forması olan bir çocuk gözüme takılmıştı. Çantası kolunda ilerliyordu ve uzun boyu, esmer ve anladığım kadarıyla yeşil gözlü bir erkekti. Çekici birine benziyordu ve onu hiç bizim okulda görmemiştim. İşin aslı, okulda hiçbir erkeğe bakmıyordum. Tanımamam bu yüzden normal olabilirdi genelde ama bizim kızların gözünden kaçmazdı. Yoksa, Elif’in gözüne kesinlikle çarpar ve bana gösterirdi. Hakan abinin hareket etmesiyle, bu konuyu boş verdim ve 15 dakika yolculuk sonrasında okula varabilmiştim.

“Hakan abi, sen zahmet etme lütfen! Ben inerim.” Dedim. Bunu hiç sevmiyordum. Benim elim vardı kapıyı açacak ve Hakan abi beni yine dinlememiş, arabadan inip kapıyı açmıştı. Ben de inmek zorunda kalmıştım ve kırık bir suratımla ona bakmıştım.

“Bu benim işim, küçük hanım. Size iyi dersler.” Diyerek kapıyı kapatıp kendi yerine geçti ve uzaklaştı. Ben de okulun kapısından girerek dolu olan bahçede bizim arkadaşları aramıştım gözümle. İleri de bir erkekle konuşan Elif, gözüme çarpmıştı hemen. Ve hemen arkasında da Ela vardı. Murat ile sohbet ediyordu ama Elif’in yanındaki erkeği tanımıyordum. Bu yaz tatilinde boş durmamıştı anlaşılan. Mesajda bahsettiği erkek olabilir miydi? Okula yeni gelen öğrenci? Hatta ikizmişler ve kardeşiyle bu okula gelmiş. Öyle demişti, Elif bana. Elif’in beni görüp el sallamasıyla ben de ona aynı karşılığı verdim ve hemen yanına gittim.

“Damla, canım ya. Çok özlemişim seni.”

Elif’in adımı söyleyip bana sarılmasıyla Ela’da Murat’la konuşmayı bırakıp yanıma gelmişti.

“Damla? İşte kadro tamam.” Diyerek o da bana sarıldı.

“Ben de sizleri çok özledim, kızlar.” Dediğimde Elif hemen kolumdan tutup arkaya çevirmişti beni.

“Bak, işte sana bahsettiğim Doruk.” Dediğinde demin arkası dönük olan ve Elif’in konuştuğu erkek vardı. Yalnız, ben bunu bir yerden tanıyordum ya da görmüştüm. Yeşilimsi gözler, esmer ve uzun boyu… Hatırlamaya çalışsam da olmuyordu. Birden silinmişti sanki hafızamdan.

“Merhaba.” Diye gülümserken bembeyaz dişleri dikkati çekmişti. Güzel bir gülüşü vardı ama tabi ki Mert’in kadar olamazdı.

“Merhaba, ben Damla.” Dedim elimi ona uzatarak.

“Ben de Doruk. Elif, çok bahsetti sizden.”

“Senden de öyle.” Dedim elimi onun elinden çekerek. Gerçekten, bu çocukla dolmuştu içim, 1 ay boyunca. Öyle anlatıyordu ki, telefonda Elif bu çocuktan; Mert aradığında bana ulaşamıyor, annemi arayıp ağızlarını yokluyordu. Bu duruma, biraz sevinmiştim. Beni merak edip, annemi araması… Hoşuma gitmişti.
Birden, boynuma atılan kolla dengemi sarstım.

“Naber, millet?”

Bu, Ege’ydi. Bana hep bunu yapıyordu ve bu hoşuma gitmiyordu. Her zamanki gibi kollarını boynumdan çekip kendime çeki düzen verdim.

“Hala öğrenemedin mi, böyle yapmandan hoşlanmadığımı?”

“Demek ki, öğrenmemişim, küçük.” Diyerek yanağımı sıktı ve beni iyice sinirlendirdi.

“Bana küçük deme.”

“Senden bir yaş büyüğüm.”

Ege, bir yıl kadar okula ara vermişti. Nedenini bilmiyorum ama söylemek istemediğine göre vardı bir nedeni.

“Yine de deme.” Dedim öfkeyle. Ama o beni aldırış etmiyor, gülümsüyordu pişkin pişkin.

“Burada neden duruyoruz? Hem, bugün ders işlenmez. Kafeye filan gitsek ya?” diye bir öneri de bulundu Murat. İyi fikirdi. Ela’nın dediği gibi kadro tamamıyla tamamlanmıştı ve tabi ki yeni arkadaşta girmişti aramıza.

“Abim gelecek birazdan. Onu beklesek, olur mu?”

“Tabi, o zaman çardağa geçelim. Orada bekleyelim.” Diye bir öneri de bulundu Elif ve hepimiz çardağa doğru ilerledik. Elif, Doruk’un yanına otururken, Ela da karşılarına oturmuş, ben de Ela’nın yanına oturduğumda Ege’de hemen yanıma sıkışmıştı. Murat’ta dolayısıyla Doruk’un yanına oturmuştu.

“Yeni mi taşındınız buraya?” dedim merakla. Doruk’ta eksik etmediği gülümsemeyle soruma cevap veriyordu.

“Evet. Ayberk ile burada amcamlarda kalıyoruz.”

“Ayberk, kardeşi, gelecek olan.” Diye bilgilendirmede bulunuyor nedense Elif. Biz de buna gülmeden edemiyoruz. Biz gülmeyi kestikten sonra Doruk’un telefonu çalıyor ve hemen zaman kaybetmeden telefona yanıt veriyordu.

“Efendim?”

“Tamam, biz çardakta oturuyoruz, girişteki sağ tarafta olanı.” Diye arkasına bakıyor ve telefonu kapatıp, elini sallıyordu arkaya doğru ve bir de bağırıyordu.

“Ayberk? Buradayız.”

Bağırdığı kişiye baktığımda, tıpatıp Doruk diyebileceğim birisi geliyordu. Doruk’un dediği gibi ve Elif’in bilgilendirmesi gibi kardeşi Ayberk’ti ve Doruk’un yüzünün bana nereden tanıdık geldiğini şimdi hatırlamıştım. Trafikte öylece duvara dikilmiş olan, yeşilimsi gözleriyle, esmer ve uzun boylu çocuktu. Bize doğru yaklaşıyor ve gözleri hemen benimle buluşuyor ya da ben fazla hayalperestim.

“Sen, arabada bana dik dik bakan kız değil misin?”

-*-*-*-

Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
GnNo0b.jpg

İkinci Bölüm
Ne diyeceğimi bilememiştim. Onun öyle demesiyle herkes bana bakmıştı ve ben karşımdaki çocuğa baksam da üzerime yöneltilen bakışları hissediyordum. Ve evet, ona bakan kızdım ama öylesineydi. Amacım onu izlemek filan değildi sadece üzerindeki formanın bizim okulun forması olduğunu düşündüğüm için, onu tanıyıp tanımadığımı ölçüyordum o zaman kafamda.

“Sadece üzerindeki forman bu okulun forması olunca, seni tanıyor muyum tanımıyor muyum diye bakmıştım. Yoksa bir nedeni yok.”

“Bir nedeni olduğu için sormadım zaten. Seni burada görünce şaşırdım. Ayrıca bu okulda da yeniyim.”

“Biliyorum. Kardeşin Doruk bahsetti zaten.” Diye soğukça bir cevap verdim ve önüme döndüm. O da geri kalan arkadaşlarla tanışmıştı ancak benimle en son tanışmayı düşünmüş olmalı ki, adımı sordu.

“Damla.” Dedim kısa keserek ve Murat’ın sözüyle kalktık. Ela, Murat ile önden gitmiş, Elif ise, Doruk’la konuşa konuşa ilerliyor, ben de Ege ile yan ya önümüzdekileri takip ediyorduk. Ayberk’te kendi başına bizleri takip ediyordu. Biraz, gizemli gibi gelmişti. Bilmiyorum, uzak ve soğuk…

“Bensiz nasıl geçirdin tatilini?” dedi Ege, koluma girerek. Ben de kolunu kolumdan çektim ve ona bakmadan yürüyordum.

“Aklıma bile gelmedin.”

Bilmiyorum, Ege hep sırnaşık birisiydi ama bana daha çok sırnaşıyordu. Geçen sene ilk geldiğimde bu okula, ilk o arkadaşım olmuştu. Bana bakışı, bana yakınlaşması, ileri de benim Mert’e bakışım gibi oluyordu ve onun beni seviyor olması… Olabilirdi ama ben ona karşılık veremezdim. Bir kere kalbim doluydu ve iki tane kalbim yoktu. Bir kalbe iki kişiyi de alamazdım. Zaten, bir kalbe iki kişiyi nasıl sığdırabilirdiniz ki? Kalbin tamamı, o kişiyle dolu olur. Onun her şeyiyle… Benimde tam anlamıyla Mert ile doluydu.

Okulun karşısında olan kafeye geldiğimizde hemen masaya oturmuştuk. Önümüze konulan menüye bakınca, herkes istediği şeyi söylemiş; garsonun istediklerini söylediklerini getirene kadar sohbete başlamışlardı. Ben de telefonuma bakıp Mert’e mesaj atıyordum.

‘Şey…Bugün okulda ilk gün olduğu için ders işlenmez. Bu yüzden biz arkadaşlarla okulun karşısındaki kafedeyiz. Merak etme, olur mu?’

Mesajı gönderdiğimde, garsonun getirdiği, benim söylediğim Latte’den bir yudum almıştım. Elif’te yaz günü yaptığı şeyleri anlatıyordu ve Doruk’la nasıl tanıştığını büyük sevinçle masaya koyuyordu. Ben Elif’in anlattıklarına gülerken telefonumun titremesiyle, sohbetin ortasından ayrıldım ve gelen mesaja baktım. Mert’tendi.

‘Haber verdiğin için teşekkür ederim ama eve geç kalma. Yanında yeteri kadar para var değil mi?’

Yazdığı mesaja öyle gülmüşüm ki, Ela’nın dikkatini çektiğimi bana seslendiğinde anlamıştım.

“Komik olan ne?”

Tabi, Elif’in de üstüne alınması bir olmuştu bu durumda.

“Yoksa anlattıklarıma mı gülüyorsun?” dedi alıngan bir tavırla ama hiçbir alakası yoktu.
“Hayır. Önemli bir şey değil.”

“Telefonda ne var öyle?” dedi Ege. Ben ona dönüp cevap verecekken o telefonu elimden çoktan almıştı ve Mert’in mesajını sesli biçimde okuyordu. İnanamıyorum, benden izinsiz…

“’Haber verdiğin için teşekkür ederim ama eve geç kalma.’ Birilerine hesap veriyorsun herhalde.” Dedi alaycı ses tonuyla. Umursamadım ve sinirle elindeki telefonumu aldım.

“Bunu bir daha yapma Ege. Biliyorsun ki, benden izinsiz bir eşyamın alınmasından hiç hoşlanmam.”

Evet, hatta çok nefret ederdim. Ege bunu biliyordu ve bildiği halde benden izinsiz telefonumu elimden almıştı.

“Özür dilerim ben sadece…”

“Tamam ya. Hadi, sinemaya gidelim mi? Bu hafta çok güzel filmler gelmiş diye duydum.” Diye soğuk havayı dağıtmaya çalışıyordu Elif.

“Bence de güzel olur. Kadro toplanmışken…” diye Elif’e katıldı Murat. Doruk ve Ela’da onay verince hesabı ödeyip kalktık. Herkes önden giderken, bu sefer ben yalnız kalmıştım ve yanıma gelen kişiye döndüğümde, Ege, mahcup bir ifadeyle bana bakıyordu.

“Ya bir an…”

“Tamam, Ege. Ben de bağırdığım için özür dilerim. Gerek yok bence kalbimizi kırmaya. Hadi, çocuklara yetişelim.”

Uzatmak istemiyordum. Uğraşmak istemediğimden ve onun bir daha böyle bir şeyi yapmayacağını bildiğimden hemen kapattım bu konuyu. Yarım saat yürüdükten sonra, kopan ayaklarımızla sinemaya girmiştik bile. Herkesin kafasında ayrı bir film vardı. Herkes, istediklerine karşı çıkıyordu ve bu çözüm değildi.

“Bence korku filmine gidelim. 7 kişiyiz ve bu çok güzel sarar diye düşünüyorum.” Dedim çocuklara. İkna kabiliyetim ne kadar yüksek bilmiyorum ama hepsi de bana hak vererek kabul ettiler. Panoya asılı olan filmlere bakınca birinde karar kılıp biletleri aldık ve yarım sat sonra başlayacak olan filmi kafeterya da beklemeye koyulduk.

“Sinemadan sonra ne yapıyoruz?” diye atıldı hemen Elif. Gezmeyi çok severdi. Arkadaşlarla takılmayı, daha bir çok severdi. Hepimiz severdik ve bazen istemesek de ayak uydururduk. Ayak uydurmak, hiçbir zaman zor olmadı bizim için. Onu ilk gördüğümde, kendini beğenmiş, havalı biri olarak sanırdım ama yanılmışım. Tanımadan yargılamamak lazım. Onu tanıdıkça düşüncelerim hep beni yanılttı. Arkadaş canlısı, eğlenceli birisiydi. Çok iyi bir arkadaştı ve bir yere kadar da şıpsevdiydi. Ama inanıyorum, bir yerde duracak ve kalbi bir kişiye aşık olacaktı.

“Bilmem. Kitapçıya gidip yeni basımlara mı baksak?”

“Ah, olabilir aslında.” Diye bana katıldı Ela. Murat, Ben, Ela ve Elif; kitap okumayı severdik ve okuldan çıkışta kitapçıya gider yeni gelmiş olan kitap var mı bakardık. Ege, hiç hoşlanmazdı ama mecburen bizimle gelirdi.

“Siz ne dersiniz?” diyerek Doruk ve Ayberk’e döndü Ela. Ayberk, ‘benim için fark etmez’ bakışı atmış, Doruk’ta sevinçle kabul etmişti.

“Ben de kitap okumayı çok severim zaten. Büyük bir kütüphanem vardı. Buraya gelince…”

“Tamam, Doruk.” Diyerek susturdu, Ayberk onu. Zaten herkes aldırmamıştı. Görevlinin herkesin yerini almasını söylemesiyle, biz de kalkıp salona geçtik. Görevliye biletlerimizi verdikten sonra oturacağımız yeri gösterip uzaklaştı yanımızdan. Bu karanlık yerde ne kadar yol görürsek, o kadar iyiydi. Zaten Elif, Doruk ve Ayberk, yerini almışlardı. Ben Ayberk’in yanına oturmuştum, Ege de yanıma gelmiş, Murat, Ege’nin soluna geçmiş, son olarak Ela’da Murat’ın sol tarafına geçmişti. Bir sırayı yedi kişi doldurmuştu neredeyse. 10 dakika sonra başlayan filmin başlarında ne kadar sıkılsam da, ilerleyen bölümlerinde içime sinen korkuyla sarılacak kol aradım. Ortalarında öyle korkutucu şeyler olmuştu ki, kendimi tutamadım ve kimin koluna sokulup yüzümü omzunda sakladım bilmiyorum. Kafamı kaldırdığımda bana bakan yüzün Ayberk’in olduğunu görünce utandım. Ve bu saate kadar hiç görmediğim gülümsemesini bana şimdi gösteriyordu.

“Sorun değil. Korktuysan, hep öyle kalabilirsin.”

Hiçbir şey demeden ellerimi onun kolundan çektim ve doğruldum. Derin nefesler alarak cebimde titreyen telefonuma bakmak için telefonumu çıkardım. 3 mesaj vardı ve 4 cevapsız arama… Baktığımda Mert’tendi. Ayrıca saate baktığımda çıkış saati olduğunu anladım, dolayısıyla Hakan abinin beni almak için geldiğinde beni bulamayıp Mert’i aradığını tahmin etmiştim. Aslında tahmin değildi, öyleydi. Hemen yerimden kalkıp, arkadaşlardan özür diledim ve mekandan ayrılarak daha sessiz yere gittim. Dolayısıyla çok sinirlenmiş olmalıydı, mesajları da bunun kanıtıydı. Bir iki çalış sonra açılan telefona, ürkekçe cevap veriyordum.

“Neredesin sen Damla?”

“Sinemadaydım. Üzgünüm, haber veremedim.”

“Kafede olduğunu haber veriyorsun ama.”

Gerçekten çok sinirlenmişti ve bunun sebebi de bendim.

“Tamam, üzgünüm. Sinemadan sonra kitapçıya uğrayacağız. Ondan sonra gelirim eve.”

“Ben onun için aramadım. Bu gece eve gelemeyeceğim. İki günlüğüne Bursa’ya gidiyorum.”

“Neden?”

“Toplantı var ve Bursa’da gerçekleştirmem gereken bazı işler çıktı. Sevil abla, seninle birlikte kalacak. He, canın sıkıldığında-fazla olmama şartıyla-beni arayabilirsin.”

“Peki. Görüşürüz.”

3 ay neyse de, 2 günlüğe nasıl dayanacaktım? Hem nereden çıkmıştı bu böyle? Olacak şey değildi. Telefonu kapatıp cebime koydum ve geri dönecekken arkamda duran Ayberk’i şimdi fark etmiştim.

“Sıkıldın mı?” diye sordu bana.

“Hayır. Telefonla görüştüm. Sen?”

“Evet. Aslında korku filmlerini sevmem. Daha açık konuşmak gerekirse, film, dizi hiç izlemem.”

“Anladım.”

“Oturalım mı?” diyerek arkamdaki masayı gösterdi. İtiraz etmedim ben de. Benim karşıma oturduğunda bakışlarını hemen dışarı çevirdi. Dediğim gibi, bu çocukta gizem vardı.

“Kitap okumayı seviyor musun?”

“Evet. Zamanımı öyle geçiriyorum, çoğu zaman.” Dedi bana dönerek.

“Doruk’la çok benziyorsunuz.”

“Öyle ama boy farkından ya da saç renginden ayırabilirsin bizi.”

“Saçın siyah gibi...”

“Hayır, kahverengi… Uzaktan yanıltıyor insanı bazen.”

Evet, haklıydı. Arabadan doğru uzaktan ona baktığımda siyah gibi görünüyordu saçı ve dediği gibi Doruk’tan birkaç santim uzundu.

“Amcanlarda kalıyormuşsunuz. Nereden geldiniz?”

“Antalya… Sen burada nerede oturuyorsun?”

“Karşıyaka da.”

“Hım… Biraz bize ters…”

“Sanırım.”

Böyle kısa cevapların ardından film bitmiş olmalı ki, bizim grupta ayrılmıştı salondan. Elif, hemen gelip hesap sormaya niyetlenmiş olmalıydı.

“Neredeydiniz siz?”

“Buradayız.” Diye benim yerime cevap verdi Ayberk, geriye yaslanarak.

“Görüyoruz onu. Neden erken çıktınız?”

“Ben telefonla konuşuyordum.”

“Ben de sıkıldım.”

“İyi öyleyse, hadi kitapçıya gidelim.” Dedi Murat önden ilerlerken. Biz de kalkıp arkalarından onları takip ettik. Sinemanın alt caddesinde bulunan kitapçıya gittiğimizde gelen yeni yayınlara göz atmak için raf raf dolaştık ama görünüşe göre gelmemişti.

“Hayır ya. Yok.” Diye hayal kırıklığı biçimde yanımıza gelmişti. O sırada yanımıza gelen görevli, bir sorun olup olmadığını soruyordu.

“Yeni gelen yayınları arıyorduk.”

“Onlar haftaya gelir, büyük ihtimalle. Bu hafta elimizde kalmadı. Siz haftaya bir daha uğrayın.”

“Tamam o zaman. Teşekkürler.” Diyerek çıktık büyük hayal kırıklığıyla.

“Biz buradan ayrılıyoruz.” Dedi Ela, Murat’ın koluna girerek. Ayrıca, şunu söylemeyi unuttum. Ela ve Murat, sevgililerdi. 3 yıldır hem de ve bu uzun süren ilişkilerinde pek kavgaya rastlamadım. Allah bozmasın.

“Görüşürüz yarın.” Dedi elif, onlara el sallarken.

“Bay bay.” Dedim ben de.

“Ee, ne yapıyoruz?”

“Ben Mert’e kitapçıdan sonra eve giderim demiştim. Yani, ben de buradan ayrılayım artık.”

“Peki. Seninle de yarın görüşürüz. Siz bir yere gidecek misiniz?”

“Hayır.” Dedi Ayberk, omuz silkerek. Doruk’ta karşı çıkmadı ve Ege, benimle geleceğini söyledi.

“Gerek yok, Ege. Ben giderim.” Desem de, yarı yola kadar geleceğini söylemişti. Ben de fazla itiraz etmedim zaten. Çocukların yanından ayrıldıktan sonra bir süre öyle konuşmadan yürüdük. Bir ara Ege durdu gibi olmuştu ve onun durmasıyla ben de durdum.

“Bir sorun mu var?” dedim ona doğru dönerek. O da bana doğru dönmüş bana bakıyordu.

“Aslında var. Böyle, içimde birikti ve ben dışarı atmak istiyorum artık.”

Sıkıntılı bir hali vardı ve anlayamıyordum.

“Bana anlatmak istersen…”

“Sorun da… sensin, Damla.”

Ben miydim? Daha iyi anlamak için sormam gerekiyordu ona. Kafamı karıştırıyordu böyle.

“Ben mi? Ben ne yaptım ki?”

“Hiçbir şey. Hiçbir şey yapmadın. Ben yaptım.”

“Ege, anlayamıyorum. Kafamı karıştırmaktan başka bir şey yapmıyorsun.”

Yutkundu. Önce derin bir nefes alıp nefesini dışarı sesli biçimde verdi. Sonra ne olduğunu anlayamadım ama ellerimi tuttu sanırım. Bakışlarım ellerime gittiğinde, evet, ellerimi tutuyordu. Şaşkınlıkla ona baktım yine. Ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.

“Ben sana aşık oldum, Damla. Öyle bir anda geldin ki, oturdun kalbime ve senden başka hiçbir şey düşünemez oldum.”

Duyduklarım doğru muydu? Ya da rüya görüyordum. Ege, benim en iyi arkadaşımdı. Ve tahmin ettiğim ve olmaz öyle şey diye inkar ettiğim şey gerçek miydi?

“Bir şey söylemeyecek misin?” dedi benden cevap gelmeyince. Tuttuğum nefesi geri verdim ve ellerimi ellerinden çektim. Ne söyleyebilirdim ki? Şimdi, kalbini kırmadan nasıl reddedecektim, bilmiyorum.

“Ege, duygularına saygım sonsuz ama…”

Lafımı bitiremeden beni susturdu.

“Tamam, sorun değil. Ben anladım.” Dedi ellerini ceplerine sokarak. “Ama rahatladım. Çok büyük bir yüktü benim için, inan.”

İnan benim içimde de çok büyük yük var. Öyle ağır ki, bazen içimde tutamayacağımı hissediyorum. Bağırasım geliyor, çığlık atasım geliyor içimden ama yapamıyorum. Kaybetmekten korkuyorum. Ama sen cesaretli çıktın, Ege. Sen güçlüsün ama ben zayıfım.

Bunları söylemek istedim ama söyleyemedim. Sadece…

“Üzgünüm. Duygularına karşılık veremem.”

Bundan başka ne diyebilirdim ki? Kırdığımı biliyordum ama belli etmiyordu. Bugün, itiraf yaşanmıştı ama yarın nasıl olacaktı bilmiyorum.

“Yarın görüşürüz.” Dedi ve arkasına dönüp uzaklaştı. Ege de ben gibiydi işte. Tek taraflı aşıktı. Ama ben de olmayan bir şey vardı onda. Cesaretliydi. Cesaretini toplamış ve karşıma çıkıp bana aşık olduğunu söylemişti. Ben ise, korkaktım. Mert’e aşık olduğumu söyleyemiyordum. ‘Ben senin abinim’ derdi ilk başta. Zaten olmayacağını ilk baştakinden belli ederdi. Dediğim gibi, beni yurda yerleştirir ve onu görmeme bir daha asla izin vermezdi.

-*-*-*-


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
https://scontent-b-vie.xx.fbcdn.net/hphotos-prn2/t1.0-9/10384048_570760613041155_3655314959039513838_n.jpg
[FONT="Courier New"]Üçüncü Bölüm
Bu gece Mert yoktu. Yarın gece ve ertesi gece de olmayacaktı. Yani, Perşembe günü gelecekti. Ben daha ona olan özlemimi giderememişken, yine gitmişti. Ama gelecekti. Geleceğini söylemişti. Temelli gitmedi ya.


Telefonumun çalmasıyla yataktan doğruldum ve komodinin üzerinde duran telefonumu elime aldığımda Mert’in aradığını görür görmez hemen bekletmeden açtım.

“Mert?”

Sesim öyle heyecanlı çıkmış olmalı ki, Mert bana refleks olarak; “İyi misin? Bir şey mi oldu?” dedi telaşla.

“Hayır, bir şey olmadı. İyiyim ben. Sen nasılsın? Bursa da mısın şu an?”

“Evet, otele yerleştim. Uyumadan önce bi seni arayayım dedim.”

“İyi yapmışsın. Ben de seni merak ediyordum. Perşembe günü saat kaçta burada olursun?”

“Bilmem. O zaman seni okuldan alırım, olmaz mı? Tabi okulu ekmezsen?” dedi manalı manalı. Ne demek istediğini anlamıştım zaten.

“Ekemem ki. O zamana kadar dersler başlar.”

“İyi. Günün nasıldı?”

“İyiydi. Sinemaya gittik, korku filmine. Çok kötü korkunçtu ama. Sonra dediğim gibi kitapçıya gittik, yeni basımlar gelmiş mi diye. Gelmemiş. Haftaya tekrar gideceğiz. Ayrıca iki tane yeni öğrenci geldi. İkiz kardeşler… Ayberk ve Doruk…”

Bir an babama anlatıyor gibi hissetmiştim. İlkokuldayken, okulda ne olduysa, ne yaparsam babama anlatırdım hep. Şimdi ise Mert’e anlatıyordum. Bilmiyorum, alışkanlık yapmış sanırım ben de. Onu göremesem de şu an güldüğünü anlayabiliyordum. Bu sefer sesli gülüşü gelmişti kulağıma.

“Damla, bugün yorgunluğumu aldın ya. Çok teşekkür ederim. Yeni arkadaşların adına sevindim. Senin gibi eğlenceli bir arkadaşları olmalarına şükretsinler.”

“Gerçekten eğlenceli birisi miyim?”

Sanki bu, ondan duyacağım en önemli bir cevaptı. Vereceği cevap, hayatımı bana bağlayan şeydi sanki. Böyle hissettim bu soruyu sorarken. Bilmiyorum, onun her cümlesi, hele ki benim hakkımda, çok önemliydi. Hiç olmadığı kadar…

“Sen… benim gördüğüm en eğlenceli, en tatlı ve en saf yürekli insansın, Damla. Senin kırılmanı, üzülmeni hiç istemiyorum. Hep böyle ol. Böyle kal. Mutlu, eğlenceli ve saf kalpli…”

Bu dedikleri, kalbime öyle oturmuştu ki; gerçek olsun istedim. Gerçekti ama ya bir abi edasıyla söylediği kelimelerse? Gerçi, ona hiç abi dememi istemiyordu. Bu benim içinde iyi oluyordu ama bana karşı olan hislerini bilmem gerekti. Kardeş olarak mı yoksa bir hiç miydi bana karşı hisleri? Ya da, bana olan bir duygusu var mıydı? Hiç bilmiyorum. Olsaydı, hissederdim belki. Aşk, hissedilir bana göre. Birine aşıksan, o da sana aşıksa hissedersin. Bunu diyorum ya şimdi, o hissediyor mu benim ona olan aşkımı? Hep bu sorularla havada asılı kalıyorum. Cevaplarını bir türlü alamıyorum ve Ege’nin dediği gibi… Onun içinde üzüldüm, gerçekten. Duygularına karşılık verememem… Acaba ben Mert’e söylesem duygularımı… Benim Ege’yi reddettiğim gibi reddeder miydi beni? Belki… Her sorumun cevabı ‘belki’ oluyordu ama devamı gelmiyordu.

“Teşekkür ederim. Bunları duymak, iyi geldi.”

“Damla, bugün orada olmayabilirim. Şimdi yat, uyu. Yarın da yokum. Eğer geç kalkarsan, Sevil ablayı arayıp, seni yataktan atmasını söyleyeceğim.”

“Aaah, tamam ya. Uzaktayken bile gıcıklık yapıyorsun.” Dedim sinirle.

“Ben nerede olursam olayım, gözüm üstünde, yaramaz.”

“Peki, iyi geceler.”

“İyi geceler.”

Telefonumu kapattığımda hemen yorganımın altına girdim büyük sevinçle. Telefonumu göğsüme bastırıp tavana bakıyordum. Bana neden yaramazım diyor, bilmiyorum ama bana bir isim takması hoşuma gidiyor. İnsan, değerli birine isim takarmış. Yani, internette bir yerde öyle okumuştum. Bugün, yine onu görecektim. Evet, rüyamda. O olmadığı zamanlar, rüyama giriyordu ve o rüyama girince de hiç uyanmak istemiyordum.


Yaz tatilinde öğlene kadar uyumaya alıştığım için sabah erkenden uyanmak zor geliyor bana. Alarmı sustursam da 5 dakika sonra yine çalıyor. Böyle devam ederse, dün Mert’in Sevil ablayı arayıp beni yataktan atmasını tembihlediğinden eminim. Böyle konularda hiç şaka yapmazdı. Bu yüzden uyuşukluğu bırakıp yataktan kalkmam gerekiyordu. Sadece 8 aycık dayanacaktım bu duruma. 8 ay… Tabi bunun arasına üniversite sınavı giriyor. Dershaneye yazdırmayı düşünüyormuş beni ve ben istiyor muyum? 7 günüm dolu olacak ve hiç çekilmez gibi geliyor bana. Ama geleceğim içinde şart bu. Ben kalkar kalkmaz kapı çalıyor ve Sevil abla sanırım işe koyulma yolunda.

“Damla?” diye sesleniyor kapının arkasından.

“Gir, Sevil abla. Uyandım.” Dedim hatırlatırcasına. Düşmeyi göze alamazdım. Sızlanır dururdum o zamanda. Sevil abla içeri girerken ben de eğilmiş aynada kendime bakıyordum.

“Aradan 10 dakika geçti, ben de…”

“Biliyorum, beni yataktan atacaktın. Emir büyük yerden.” Dedim ona dönerek.

“Sen hazırlan. Kahvaltı hazır.”

“Peki, Sevil abla.”

Sevil abla odamdan çıkar çıkmaz, formamı dolaptan dışarı çıkarıyor, ben de banyoya gidiyordum. Elimi yüzümü bol suyla yıkadıktan sonra temiz havluyla kuruladım ve hazırlanmak için odama geçtim. Bugün bu ev, çok sessizdi ve bu hiç hoşuma gitmemişti. Mert’in varlığına alışmıştım. Onun yokluğu, yalnızlığımdı. Şu an oturduğum kahvaltı masası bile bana yabancı geliyordu. Merdivenlerden aşağıya indiğimde Mert, hep masada yerini alırdı ve ben ona gülümseyerek ‘Günaydın’ derdim. O da bana en güzel gülümsemesiyle ‘Günaydın, yaramaz’ der, oturmamı beklerdi. Şimdi o bile yoktu. Sadece 2 gün yabancı gelecekti bu ev, bu masa. Yaz günü bu evde, bu masada ben nasıl yoksam, nasıl yokluk çektirdiysem bu evde, o da çektiriyordu yokluğunu bu evde bana. Sadece iki gün…

“Hala alışamadın mı?” diyor, Sevil abla tabağıma omlet koyarken.

“Ne?”

Öyle dalmışım ki, ne dediğini anlayamadım. Bu ani soruma gülerek karşılık vermişti.

“Mert Bey’in yokluğuna… Biliyorsun, ilk değil bu. İş adamı olmakta kolay değil. Her bir şehirde şirketleri var ve kontrol edilmesi gerekiyor ara sıra.”

Her bir şehirde diyerek abartıyordu Sevil abla. Yaklaşık 3 şehirde şirketleri vardı. İlk’i burada, ikincisi benim memleketim Ankara da, üçüncüsü Bursa da…

“Biliyorum ama…Neyse, sen de gelsene Sevil abla. Beraber yapalım.”

“Buna hayır diyemem valla.”

İkimiz güldük. Evet, bazen gidiyordu 2-3 günlüğüne ama ben yine alışamamıştım. Bazen kahvaltı masamı Sevil abla ile paylaşıyordum. Yalnız yemeyi sevmediğimdendi bu. Böyle bir huyum vardı. Kahvaltımız, güzel hoş sohbetler arasında son bulmuş, ben yukarı çıkıp dişlerimi fırçalarken, Sevil abla da masayı topluyordu. Dişimi fırçaladıktan ve iyice ağzımı çalkaladıktan sonra odamdaki çantamı ve yatağın üstündeki telefonumu alıp aşağıya indim. Masayı çoktan toplamış olan ve bulaşıkları makineye dizen Sevil ablaya kısa bir bakış atıp, onunla vedalaştım. Dışarı çıktığımda yine her zamankisi gibi Hakan abi, arabanın önünde bekliyordu.

“Günaydın, Hakan abi.” Diyerek açtığı kapıdan içeri girdim.

“Günaydın, küçük hanım.” Diye karşılık vererek kapıyı kapattı ve şoför koltuğuna geçerek hareket etti. Ben de Mert’i arayacak ve ona ‘Günaydın’ diyecektim. Şu an uyuyor olması bile umurumda değildi.

“Bugün ne dinlemek istersiniz?” diye sordu Hakan abi.

“Bugün bir şey dinlemeyeceğim, Hakan abi. Mert’i arayacağım.” Diyerek elimdeki telefonu ona gösterdiğimde, o başıyla onayladı beni. Mert’in numarasını tuşlayıp aradığımda, çok geçmeden yanıt gelmişti bile.

“Yaramaz?”

Sesinden anlaşılacağı gibi çoktan kalkmış, hatta kahvaltısını bile yapmış, zihinde gibi görünüyordu. Ama bu saate kadar beni nasıl aramazdı?

“Çok kötüsün. Biliyorsun, değil mi?”

Sanki beni telefondan görecekmiş gibi yüzümü asmıştım.

“Biliyorum ama ne yaptım yine?”

“Bir ‘Günaydın’ demek için insan aranmaz mı?”

Buradan güldüğünü hissediyordum. Hatta kahkahalarından anlayabiliyordum bunu.

“Seni, tatlı şey. Daha yeni kalktım ve üstelik duştan şimdi çıktım. Birazdan kahvaltıya inecektim. Kahvaltıdan sonra arayacaktım seni ama.” Diye açıklama yaptığında önceki düşüncemde ne kadar yanıldığımı anladım. Sesi, çok iyi çıkınca kahvaltısını yapmış olabileceğini düşünmüştüm ve boşuna azarlamıştım.

“Neyse. Bu arada, büyük harflerle ‘GÜNAYDIN.’” Dedim asıl amacımı ona doğrultarak. Aslında sesini duymaktı ama ona ‘günaydın’ demeden de günüme girmek istememiştim.

“Sana da büyük harflerle ‘GÜNAYDIN’ yaramaz.” Diyerek gülmeye başladı.

“Sensiz ev çok bomboş, biliyor muydun?”

“Evet, biliyorum. Bana fazla alışma, yaramaz.”

Bu nasıl cümleydi, hatta şarttı? Mümkün müydü? Zaten çoktan alışmıştım ben ona.

“Neyse, akşam ararım ben seni. Şimdi kapatıyorum. İyi dersler, prenses.” Diyerek kapattı. Hislerim, ona karşı öyle güçlüydü ki, inan unutmak için her şeyi deneseniz bile yapamazsınız. Tamamen kalbinize kilitlemişsinizdir, anahtarını kim bilir, nereye koydunuz? Bulmak istemediğinizden, attınız bir yere. Bir taşla, çekişle kırmaya çalışsanız kilidi, başarısız olursunuz. Asla ve asla atamazsınız onu kalbinizden. Mert’in yeri de benim için böyleydi. Onu kalbime hapsetmiştim. Hiç atmayayım diye de anahtarı uzağa fırlatıp, bir daha almamak adına uzaklaşmıştım. Şimdi, onu unutmak, ona alışmamak olur şey miydi? Biliyorum, Mert benim için imkansız ama insan sever değil mi? Seveceği insanı da seçemiyor. Mert olmasaydı belki Ege’ye bir şans verebilirdim. Onun sevgisine alışmak için çaba sarf edebilirdim ama her şey için çok geçti. Ben, Mert’i çoktan kalbime almıştım. Başka çıkış yolu yoktu bunun.

Hakan abinin durmasıyla okula geldiğimizi anladım. Bu sefer o arabadan inmeden ben ilk adımı atmış, ben inmiştim. İtirazlarına sadece gülümsemiş, ona güle güle diyerek okulun bahçesine girmiştim bile. Yine bizim çocuklar bahçeye toplanmıştı. Koşarak onların yanına gittiğimde, herkesle selamlaştık. Aralarında Ege yoktu ve bu beni endişelendirmişti. Dün, büyük itirafını yapmıştı ve okula gelip gelmeyeceğinden endişe duymuştum aslında.

“Ege nerede?” dedim, Ela’nın yanına otururken.

“Kantine gitmişti. Kahvaltı yapmamışta.” Diye açıklamada bulundu Murat. Onunla konuşmam, eğer mümkünse tekrar arkadaş olmak istediğimi söyleyecektim. Onların yanından ayrıldığımda kantine doğu yol aldım. Kantin, gerçekten çok kalabalıktı. Yarım saat sonra ders başlayacaktı zaten ve bu kalabalık oldukça… can sıkıcıydı. Gözlerim Ege’yi aradığında, onu masada oturmuş, yemeğini yerken görmüştüm. Hemen yanına ilerlediğimde karşısında oturdum ve yemek yemeyi bırakıp bana baktı.

“Afiyet olsun.” Dedim samimi şekilde. Gülümsemişti bana ve oldukça şaşırtıcı bir durumdu.

“Teşekkür ederim. İster misin?” diyerek tepsiyi bana uzattı.

“Ben kahvaltımı yaptım. Ege?”

“Bugün, çıkışta sahile gideceğiz. Gelecek misin?”

Eskisi gibi davranmaya başlamıştı. Sanki dün hiç olmamış gibi davranıyordu. Kendini iyi hissetmeye çalışıyordu sanırım.

“Olur. Benim için sorun yok.” Diyebildim sadece. Dün hakkında konuşmak ve arkadaş olup olamayacağımızı sormak için gelmiştim ama gerek kalmamıştı. O çoktan beni tekrar arkadaşı olarak kabul etmişti. Aşık olduğunu söylemişti ve sanırım gömmeye karar vermişti, bu davranışlarına göre. Aslında benim için iyiydi. Aynı okulda olup da, hiç konuşmadan yüzümüze bakmak, ona acı verebilirdi. Şimdi de veriyordur ama dediğim gibi, Ege çok güçlü birisiydi. Ege’nin yemeğini bitirmesiyle zil çaldı ve kalkıp sınıfımıza yol aldık. Yine Ege, aynı sırnaşıklığını devam ettiriyordu. Kolunu omzuma atmış, sınıfa öyle girmiştik. Kimse bize sevgili bunlar gözüyle bakmazdı. Çünkü, sınıftakiler Ege’nin nasıl birisi olduğunu biliyorlardı. Sınıf başkanı olan Ecem’e bile sırnaşıyordu bazen. Yanağını sıkıyor, ona da omzuna kolunu atıyordu. Yani, genelde herkesle samimi ve hiç düşmanı yok gibiydi. Aslında bir kişi vardı. Yan sınıftan, Ahmet adında bir çocukla kavgalıydı ve sebebini bilmiyorum ama neyse sebebi çok büyüktü birbirlerine olan nefreti.

Ben Elif’le oturuyordum. Hemen arkada, cam kenarında solda oturuyordum. Önümüzde, Ela ve Murat vardı. Sağ tarafta Ege ve Sinan vardı. Ege’nin önünde de yeni gelen Doruk ve Ayberk oturabilirlerdi, o sıra boştu. Ama onlar henüz gelmemişlerdi. Elif’te buna sızlanıyordu ya.

“Gelmeyecekler mi?”

“Senin Doruk’la aranda ciddi bir şey mi var?”

Arkasına dönen Ela, merakla Elif’e bakıyordu. Ela’nın sorduğu soru çok mantıklıydı. Dün, neredeyse kol kola yürüyeceklerdi.

“Yok canım. Arkadaşız sadece.”

“Özgün’de diyordu ‘Sadece Arkadaşız’” diye espri de bulundu, Ela. Özgün hayranıydı ve telefonunda neredeyse eski şarkılarından yeni şarkılarına kadar Özgün vardı.

“Öyle ama.”

“Benden demesi, şıpsevdiliği tuttu yine.”

“Ya, Ela. Belki gerçekten aşık oldum?” dediğinde bu sefer Murat ve Ege’nin de ilgi odağı olmuştu.

“Gitmeyin, üstüne. Bir şans tanıyın kıza ya. Olmuştur belki.” Diye gülerek Elif’i savunmuştu Murat. O sırada kapıdan giren Ayberk ve Doruk’la tüm sınıfın gözü onlara gitmişti. Kimisi, çok yakışıklı, kiminin ağzından ‘birbirlerine çok benziyor’ gibi vs. vs. mırıltılar çıkıyordu. Elif, hemen onlara el sallayıp, Ege’nin önündeki boş masaya gelmelerini söyledi. Onlarda hemen gelip oturdular ve kısa selamlaşmanın ardından öğretmen girmişti. Matematik öğretmesi Aliye hoca ileydi dersimiz ve o bugünü de boş geçirerek, tatilde neler yaptığımızı sormuştu. Üstelik, sınıfa yeni gelen öğrencileri, Doruk ve Ayberk’i, tanıtmıştı ve onun özelliklerinden bahsetmelerini istemişti. İlk olarak Doruk tahtaya çıkmış ve özelliklerini sınıfa anlatmaya başlamıştı bile.

“Kitap okumayı severim. Macera, korku türü romanlar tercihimdir ama müzikal de olursa, asla hayır demem. Çünkü müziği seviyorum. Kardeşimle birlikte gitar çalıp, şarkı söylüyoruz. İkimizin hobisi bu. Ben çok konuşkan birisiyimdir ama kardeşim suskundur. Susmayı sever, diyebilirim. Ben şeftaliyi severim, o portakali… Yani, aramızda bazı farklı hobilerimiz var demek istiyorum. Ortak yönümüz sadece, müzik dinlemek, gitar çalıp şarkı söylemek ve kitap okumak… Yalnız, asla aşk romanı filan okumaz. Çünkü aşka inanmıyor.”

Doruk, neredeyse Ayberk’i de anlatmıştı sınıfa. Ve sınıfı bir gülme aldı, sormayın. Bu durumda, Doruk Ayberk’i tahtaya çıkarıp konuşturmaktan kurtarmış oldu. Aliye hocanın hali deseniz, şaşkınlık arasında gülse miydi kahkaha mı atsaydı, o derecede bir hali vardı.

Eğlenceli bir gündü bugün. Tüm dersler boyunca Doruk ve Ayberk’i tanımakla geçirmiştik zamanımızı. Öğretmenimize, bildiğimizi söylesek bile sınıftakiler tekrar dinlemek istediklerini söyleyip, hep Doruk tahtaya çıkmış, yine aynı şeyleri anlatıp araya da komik fıkralar sıkıştırmıştı. Ders bitiminde hepimiz adımlarımızı sahile atmıştık. Ela, hemen Murat’la birlikte bankta yerlerini almış, Elif’te Doruk’la beraber çimenlerin orada fotoğraf çekiliyordu. Ege’de ortalıkta yoktu. Nereye gitti, bilmiyorum ama gelebileceğini düşünerek sahil tarafına, denizlerin akışına doğru döndüm. Martıların sesleriyle öyle muhteşem kılıyordu ki sahili, canın sıkıldıkça gelip onların seslerini dinleyebilirdiniz.

“Sizin Ege ile aranızda bir şey mi var?”

Duyduğum soruyla yanımda oluşan gölgeye başımı çevirdiğimde, denize doğru bakan Ayberk’i gördüm. Çok beklenmedik soruydu ve umursanmayacak tarzdaydı. Bakışlarımı ondan çevirip ben de denize baktım cevabımı ona yöneltirken.

“Hayır. Biz sadece arkadaşız. Onun sırnaşıklığından vardıysan… o herkese karşı öyle.”

“Yok, bizim sınıf ve diğer sınıfların ağzında ‘Ege ile senin ilişkinden’ bahsediyorlar.”

-*-*-*-


[FONT="Lucida Console"]Yorumlarınız:
[url="https://www.hanimefendi.com/forum/hikayelerimiz-ve-romanlarimiz/79128-bir-damla-ask-okuyucu-yorumlari.html"] Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi[/url]
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
A2OB1Q.jpg

Dördüncü Bölüm
O an ne diyeceğimi bilememiştim. 'Olur böyle yanlış anlaşılmalar' deyip geçiştirmiştim. Ege'nin fazla sırnaşıklığı yanlış anlaşılmalara neden oluyordu-ki onun bana karşı olan hislerini düşünürsek-. Bu olayı bir daha düşünmemek adına başka şeylerle ilgilendik. Keyfimin kaçtığını Ayberk'te dolayısıyla fark etmişti. Edilmeyecek gibi de değildi zaten. Eve gittiğimde kendimi hemen odaya, yatağa atmıştım. Nedense başım çok ağrımıştı bugün. Nedenini bilmiyorum. Ege ve benimle ilgili olan şu dedikodudan olabilirdi, bu rahatsızlığım. Şimdi yarın okula gittiğimde gözlerim, herkesin üzerinde olacaktı. Ve daha da çok rahatsız olacaktım.

Sevil ablaya bugün yemek yemeyeceğimi, sadece uyuyacağımı söylediğimde o da Mert'i arayıp haber vermiş. Yani, beni aradığına göre öyle olmalı. Fazla bekletmeden açtım hemen. Endişeli sesi, kulağıma iliştiğinde tahminim yanlış çıkmamıştı.

"Damla, iyi misin?"

"İyiyim, Mert. Sadece yorgunum."

"Yemek yemen gerekiyor. Biliyorsun, değil mi? Önce yemeğini yeyip, öyle dinlenmelisin. Biliyorsun, gece yemek yasak."

En gıcık kurallarından birisi de, budur. Sağlıklı beslenmenin en şart kurallarından biri...

"Biliyorum ama..."

"Aşağıya iniyor, Sevil ablanın hazırladığı akşam yemeklerinden birer tabak yiyorsun. Anlaştık mı?" diyerek lafımı kesmiş bulunuyor ve büyük bir bıkkınlıkla ona istediği cevabı veriyorum.

"Anlaştık." diyerek yataktan kalkıyorum istemesem de. Yürüyecek halim bile yok, nasıl yiyeceğim ki?

"Çok az kaldı, Damla. İstersen, yarın gelebilirim. Yarınki toplantı, önemli değil aslında."

Gerçekten mi? Ben gel dersem, gelecek yani?

"Aa- aslında önemli değil. Yani, benim yüzümden işinden olma. Şimdi yemeğimi yeyip uyurum, ben."

Allah seni ne yapmasın, Damla.

Öl, emi Damla.

Sabaha çıkama, Damla.

"Öyle diyorsan, peki. Hemen yemeğini yiyorsun. Yemediğin takdirde haberleri alıyorum."

"Biliyorum, tamam."

İkimizde birbirimize iyi geceler deyip kapatacakken, durdurdum hemen.

"Mert?"

"Efendim, yaramaz?"

"Gel. Lütfen, gel."

En sonunda demek istediklerimi dile döktüm. En sonunda dedim. Ona ihtiyacım vardı. Nedendir bilmiyorum ama ona kendimi çok yakın hissediyordum. Tabi, aşıktım ben ona ama bu başka bir çekimdi. Bambaşka bir çekimdi. O, masmavi gözlerinde beni çeken başka şey daha vardı. Aşktan başka bir şey daha...

"Yarın, bir yere ayrılma." dedi ve tekrar iyi geceler deyip kapattı. Tekrar yemek yemem gerektiğini hatırlatmayı da unutmadı. Açmaya fırsat bulamadığım kapıya geri yaslanarak telefonu sol göğsümün üstüne bastırdım ve gözlerimi kapattım. Ona, şimdiden daha çok ihtiyacım vardı. Hep vardı ve hep olacaktı ama nereye kadardı. O, beni hiç sevmeyecekti. Benim ona olan duygularıma karşılık vermeyecekti. Çünkü o beni kardeşi gibi görüyordu. Bundan eminim. Ama yine de...

Mert'in dediği gibi bir yere ayrılmadım. Okul çıkışında, bir zemine oturup onu bekledim. 'Bekle' dediyse kesin gelecekti. Çünkü ben 'gel' demiştim. Kollarımı bacak dizlerimin üzerine dolayıp başımı üstüne koyarak Mert'i bekliyordum. Sağıma baktığımda tanıdık bir siyah araba geliyordu. Araba cinslerini bilmiyordum. Çünkü ilgilenmiyordum. Ford mu Mercedes markası mı kullanıyor, bilmiyorum ama ne kullanırsa ona yakışıyordu. Arabadan iner inmez ben de hemen oturduğum yerden kalktım. Arkamı temizlerken onun bana gelmesini ve gözlüklerini çıkarırken bana gülümseyerek o mavi gözlerini gözlerime dikmesini izledim.

"Bizim yaramaz nereye gitmek ister acaba?"

Sesini ne kadar özlemişim. Oysaki dünden önceki gün gitmişti. Oysaki, daha bu sabah duymuştum sesini. Hemen sarıldım ona. Ona olan aşkımı belli etmek istiyordum. Haykırmak istiyordum, hatta. Devalarca, hiç susmamak adına, hep. Hep. Hep. Ama o hep kardeş sevisi sanıyordu. Yani öyle... Şu an bana sarılışı bile kardeşçe. Ama benimkisi, aşk. Aşk dolu özlem.

"Beni bu kadar özlediğini bilmiyordum, yaramaz."

"3 ayın özlemini bitirmeden, 3 günü çıkardın başıma." diye omuz silkiyorum. O ise, gülmeye devam ediyor.

"Elimde değil. Şimdi, bugün hep seninim."

"Sadece bugün mü?"

"Bunu yolda giderken düşünürüz. Ne dersin?"

"Olur derim."

Hemen arabada yerimizi aldık. Ben çantamı arkaya bırakıp emniyet kemerimi taktıktan sonra Mert'te arabaya biniyor ve o da emniyet kemerini taktıktan sonra arabayı çalıştırıyor. Camı açtığımda içeri dolan rüzgar, birden aklıma saçlarımı açmamı getiriyor. Öylede yapıyorum. Saçından tokayı çıkarıp başımı sağa sola sallıyorum ve saçlarımı rüzgara bırakıyorum. Mert'in beni izlediğinden habersiz, bunları yapıyordum. Beni izlediğini de, laflarından anlıyorum. İzlememek elde değildi ki, zaten. Aynı arabanın içinde...

"Çok mu hoşuna gidiyor?"

"Evet. Rüzgar, özgürlüğü hissettiriyor bana."

"Değil misin zaten?"

"Öyleyim ama sınav, ders..."

"Olan şeyler... Ben de geçtim o yollardan. Seni rüzgarı bol yere götürelim o zaman." diyerek sola saptı, Mert hemen. Ne demek istediğini anlamamıştım ama güzel bir yere götüreceğini biliyordum. Mert, hep beni güzel yerlere götürmüştür. Ağaçların bol olduğu, evlerin görülmediği, gökyüzünün olduğu uzaklıktan bize olan yakınlığına doğru yol aldığımızı görüyorum. Tahminimce bir tepeye doğru gidiyorduk. Rüzgarın bol olduğu yer, orası olurdu genelde. Bir uçurum kenarı niteliğinde olan tepecik, rüzgarla dolu bir yer. Arabayı uçurumdan 20-25 cm uzaklıkta bir yerde park ediyor. Ben de hemen emniyet kemerini çözüp dışarı çıkıyorum. Eteğimin uçuşmasına hiç takılmıyorum ama Mert'in bundan rahatsız olduğu kurduğu cümlelerden belli oluyordu.

"Keşke önce eve uğrasaydık. En azından eteğin yerine pantolon filan giyerdin."

Sadece gülümsüyorum ve hiçbir şey demeden uçuruma biraz yaklaşıyorum.

"Fazla yaklaşma. Tehlikeli."

Arkama dönüp bana endişeli bakışlarını diken Mert'e bakıyorum.

"O zaman getirmeyecektin beni." diyor ve önüme dönüp kendimi rüzgara bırakıyorum, kolumu sonuna kadar açmış. Yanımda beliren Mert'inde benim gibi kollarını açtığını görüyorum. Geriye itilen saçları, yüzünü apaçık ortaya koyuyor. Gözleri kapalı, kendini benim gibi rüzgara teslim etmiş ve gülümserken, ben sadece onu izliyorum. O, öyle durmuş rüzgarın kendini ferahlatmasını izlerken, ben kollarımı serbest bırakmış, Mert'e dönüp ona bakıyordum. Çok tanıdıktı. Beni o hırsızın elinden kurtardığı zamanki konuşması, bakışı, duruşu çok tanıdıktı. Her şeyi... Hiçbir şey tesadüf olamazdı, değil mi? Şu an, yanımdaki Mert'in; ben beş yaşındayken gitmek zorunda olan, beni bırakan Mert olması, mümkün olamaz. Değil mi? Eğer öyleyse, benim ona olan yakınlığım bu yüzdendir. Öyleyse, benim ona olan aşkım, sadece tanıdıklığımdır. Olamaz, değil mi? Hayır, olmamalı. Olmasını istemiyorum. Eğer O, benim beş yaşında kadar yanımda olan Mert'im olsaydı babam kesinlikle söylerdi. 'Bu senin Mert'in, yol arkadaşın' derdi. 'Çok yakın bir arkadaşım geliyor, onunda bir oğlu var. Sen tanımazsın, gerçi' demezdi. Babam bana hiç yalan söylemez, çünkü. Ama neden bu kadar 'benim yol arkadaşıma' benziyor? Neden onu kaybetmek istemiyorum? Niye hep yanımdan ayırmak istemiyorum? Hayır, bunun ona olan aşkımla alakası yok. Bu, bambaşka bir his.

Kollarını indirdi ve gözlerini açtı. Ben hala onu izliyordum. Bana döndüğünde onu izlediğimi anladı ve gülümsedi.

"Gerçekten çok hoş. İnsan, rahatlıyor ve sen nasıl rahatlayacağını biliyorsun, Damla."

"Söylesene. Sen kimsin?"

Sorduğum soru, gülen yüzünün solmasına neden oldu. Bunun olmasını istemezdim ama, kimdi karşımdaki adam? Neden beni çıkmaz sorulara götürüyordu? Bunu bilmek istiyordum. Buna hakkım vardı. Kimdi, karşımda duran Mert denen adam? Kimdi?

"Damla, iyi misin?"

"Sana bakıyorum. Bakıyorum ama kim olduğunu bir türlü bulamıyorum. Hep yanımda olmanı istiyorum. Hep aklımda, kalbimde sen varsın. Ama başka türlü bu. Sanki, seni daha önceden tanıyorum. Benim yol arkadaşım Mert'sin desem, babam bana asla yalan söylemez. Ama onun gibi davranıyorsun. Tamam, 5 yaşında çok fazla hatta hiç hatırlayamam ama yol arkadaşımın davranışları, bir hayli hareketlerini az biraz hatırlıyorum. Sen, onun gibi davranıyorsun ama değilsin. Çünkü...babam bana asla yalan söylemez. Asla!"

-*-*-*-


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
qqpMb5.jpg

Beşinci Bölüm
Sevil abla beni arayıp Damla'nın yemek yemediğini ve kötü olduğunu söylediğinde hemen Damla'yı aradım. Endişelenmiştim. Hem de daha fazlasıyla... O sırada eşyalarımı toplamaya bile başlamıştım. Telefon bekletilmeden açıldığında hemen atıldım.

"Damla, iyi misin?"

"İyiyim, Mert. Sadece yorgunum." demişti sadece. Eşyalarımı valize koymayı bırakıp derin nefesler alarak yatağın kenarına oturdum. 'İyiyim' demedi bile benim için iyiydi ama yine de emin olamıyordum.

"Yemek yemen gerekiyor. Biliyorsun, değil mi? Önce yemeğini yeyip, öyle dinlenmelisin. Biliyorsun, gece yemek yasak."

Her zamanki kuralları hatırlatıyordum ona. Bir bakıma bu kadar boşlamasın istiyordum. Daha doğrusu, gece yemek yediğinde midesi bulanıyor, yediklerini dışarı çıkarıyordu ve hastalanıyordu. Neden böyle olduğunu bilmiyordum. O da fazla ikiletmedi ben ama itiraz edecekken susturmuştum onu hemen.

"Aşağıya iniyor, Sevil ablanın hazırladığı akşam yemeklerinden birer tabak yiyorsun. Anlaştık mı?" diye telefonun ucundan emirler veriyordum. O da sinirleniyordu, büyük ihtimalle.

"Çok az kaldı, Damla. İstersen, yarın gelebilirim. Yarınki toplantı, önemli değil aslında."

İçini biraz olsun ferahlatmak istemiştim. Aslında gelme dese de gelecektim. Başka güne, hatta İstanbul'a da aldırabilirdim toplantıyı. Önemli değildi. Şu an, Damla'yı görmeye çok ihtiyacım vardı.

"Aa- aslında önemli değil. Yani, benim yüzümden işinden olma. Şimdi yemeğimi yeyip uyurum, ben."

Gülümsedim. Aslında istiyordu gelmemi ama belli etmiyordu. Biraz sonra 'gel' diyecekti. Çünkü o, yalnız kalmaya hiç alışkın değildi. Çünkü o, beni yavaş yavaş tanıyordu. Kim olduğumu anlayacak bir gün, elbet.

"Öyle diyorsan, peki. Hemen yemeğini yiyorsun. Yemediğin takdirde haberleri alıyorum."

Gitmeden Sevil ablaya talimat vermiştim. Eğer rahatsızlanır ya da yemek yemezse veyahut eve geç gelirse-bana haber verir mutlaka-bana haber vermesini istemiştim. O da kabul etmişti. Onaylayıp birbirimize iyi geceler dileyerek kapatacaktık ki, hemen durdurdu. Aslında hiç kapatmaya niyetim yoktu ya.

"Mert?" dedi feryat eder sesle.

"Efendim, yaramaz?"

"Gel. Lütfen, gel."

Bunu diyeceğini biliyordum. Çünkü ben, Damla'nın her şeyini biliyordum. Çünkü o benim 'yol arkadaşım'dı. O, benim "Bir Damla Aşk"ın Biricik Damla'sıydı.

"Yarın bir yere ayrılma." dedim son kez ve bu sefer konuşmayı sonlandırdık. Yatağa geri yaslanıp telefonumu göğsüme batırdım. Keşke, hatırlasa. Benim, küçüklüğündeki 'yol arkadaşı' olan Mert olduğumu anlasa... O zaman her şey daha iyi olurdu ya. Olur muydu, gerçekten? Olur muydu?



Arabamı okula doğru sürdüğümde, Damla'yı oturmuş, dizlerinin üzerine koyduğu başıyla etrafa bakınıyordu. Arabamı hemen durdurup arabadan indiğimde o çoktan kalkmış arkasını temizleyerek bana bakıyordu. Gözlüklerimi çıkarıp yakama taktığımda ona gülümsedim.

"Bizim yaramaz nereye gitmek ister acaba?" diye sorduğumda bana hemen sarıldı ve bende ona sımsıkı sarıldım. Onu bu kadar özlediğimi bilmezdim.

"Beni bu kadar özlediğini bilmiyordum, yaramaz."

"3 ayın özlemini bitirmeden, 3 günü çıkardın başıma." diyerek omuz silkiyor ve bende onun bu haline gülüyorum.

"Elimde değil. Şimdi, bugün hep seninim."

Sadece bugün değil, her günü onunum ben. Hep onunum. Evet, hayatıma hiç kadın sokmadım. Duygularımı kapattım. Nasıl becerdiysem, yaptım. Çünkü kalbimde, Damla vardı. İnternetten izledim onu hep. Fotoğrafları, arkadaşlarının çektiği videolardan izledim.

"Sadece bugün mü?"

"Bunu yolda giderken düşünürüz. Ne dersin?"

"Olur derim."

Benden önce arabaya bindi ve ben de bindiğimde o çoktan emniyet kemerini takmıştı. Ben de emniyet kemerini takıp yola devam ettiğimde onun camı açmış, saçlarını da özgür bırakıp başını bir sağa bir sola sallayışını izledim. Rüzgarı seviyordu. Esişi, ona huzur veriyor, onu rahatlatıyordu.

"Çok mu hoşuna gidiyor?"

"Evet. Rüzgar, özgürlüğü hissettiriyor bana."

"Değil misin zaten?"

"Öyleyim ama sınav, ders..."

"Olan şeyler... Ben de geçtim o yollardan. Seni rüzgarı bol yere götürelim o zaman." diyerek sola saptım hemen. Onu, rüzgarla buluşturacaktım. Evlerin tükendiği, her yerin ağaçla kaplı olan yoldan yukarı sürdüm arabayı. Nereye gittiğimizi anlamıştı, elbette. Uçurumu andıran tepeciğin 20-25 cm gerisine park ettim arabayı ve Damla'nın inişiyle bende indim hemen. Rüzgarla buluştuğunda saçlarıyla uçuşan eteği dikkatimi çekmişti. Etrafta kimse yoktu ama yine de beni rahatsız etmişti.

"Keşke önce eve uğrasaydık. En azından eteğin yerine pantolon filan giyerdin." dedim hemen. Bilseydim, dikkat etseydim hemen eve giderdim. Ama yapacak bir şey yok. O da hiçbir şey demeden uçuruma biraz yaklaştı ve beni çok korkutmuştu. Bu kadar yaklaşması bile kötüydü.

"Fazla yaklaşma. Tehlikeli."

Arkasına dönüp bana baktığında sadece gülümsüyor.

"O zaman getirmeyecektin beni."

Ah, şu kız... Deli edecek beni. Kendini rüzgara teslim edip kollarını açıyor ve başını yukarıya kaldırıyor, birazcık. Bende onun yanına geçip onun gibi kollarımı açıyorum ve gözlerimi kapatıp rüzgarı bedenimde hissediyorum. Gerçekten insanı rahatlatıyor, insanın içindeki yorgunluğu alıyor. Sevilmeyecek gibi değil, rüzgar. Rüzgarın hakimiyetinden kendimi ayırdığımda, Damla, dönmüş beni izliyordu. Bu nedense beni güldürmüştü.

"Gerçekten çok hoş. İnsan, rahatlıyor ve sen nasıl rahatlayacağını biliyorsun, Damla."

"Söylesene. Sen kimsin?" dediğinde suratım asılıyor. Böyle bir soruyu beklemiyordum ve neden böyle bir soru sorduğunu anlayamamıştım. Yoksa, rüzgar fazla mı gelmişti Damla'ya?

"Damla, iyi misin?"

"Sana bakıyorum. Bakıyorum ama kim olduğunu bir türlü bulamıyorum. Hep yanımda olmanı istiyorum. Hep aklımda, kalbimde sen varsın. Ama başka türlü bu. Sanki, seni daha önceden tanıyorum. Benim yol arkadaşım Mert'sin desem, babam bana asla yalan söylemez. Ama onun gibi davranıyorsun. Tamam, 5 yaşında çok fazla hatta hiç hatırlayamam ama yol arkadaşımın davranışları, bir hayli hareketlerini az biraz hatırlıyorum. Sen, onun gibi davranıyorsun ama değilsin. Çünkü...babam bana asla yalan söylemez. Asla!"

Dedikleri beni şaşırtsa da, 'yol arkadaşımın' her şeyin farkına vardığı anlamına geliyordu söyledikleri. Ama babası, benim yüzümden ona yalan söylemişti. Bunu düşünmeliydim. Hatta daha önceden ona söylemeliydim, kim olduğumu. Ama beni kendisi tanısın, kim olduğumu kendisi bulsun istemiştim, sadece. Şimdi tamamen çıkmaz sokaktaydım. Gerçeği biliyordu ama inkar ediyordu.

'Çünkü Adnan amca, asla kızına yalan söylemezdi.'

Adnan amca, yalan söylemedi. Sadece sözünde durmak için küçük bir yalan söyledi ama bu kadar büyük bilinmezliğe yol açacağını bilmiyordum. İnkar ediyordu.

'Hayır, sen değilsin.' diyordu.
'Sen olsaydın, babam yalan söylemezdi.' diyordu.

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Tıkılıp kalmıştım. Belki de, belki de hiç öğrenmemesiydi. Çünkü o, babasına ölesiye güveniyordu. Onun yalan söyleyeceğine inanmıyordu. Ve ben kabul edersem, onun 'yol arkadaşı Mert' olduğumu, babasıyla arası açılırdı ve ben bunu hiç istemezdim. Daha çok pişman olurdum.

'Keşke, o zaman 'yol arkadaşı Mert' olduğumu söyleseydim de, böyle bir isteğe kapılmasaydım.'

"Ben... O 'yol arkadaşın' Mert değilim, Damla. Üşüyeceksin ve hasta olacaksın. Eve gidelim."

Onu beklemeden arabaya bindim ve onunda arabaya binmesini bekledim. O da yavaş adımlarla arabaya binip emniyet kemerini bağladı. Eve kadar hiç konuşmadık. Ne Damla bana baktı, ne de ben Damla'ya baktım. Ne Damla bir laf etti, ne de ben Damla'ya tek bir kelime ettim. Hayatımda geçirdiğim ve bir daha asla geçirmek istemediğim yolculuktu bu. Sessiz ve yalnızlık kokan bir yolculuk... İlk defa kendimi bu kadar yalnız hissettim. İlk defa bu kadar hayal kırıklığı ve pişmanlık... Evin önünde durduğumuzda hala süren sessizliği bozdum.

"Sen eve gir ve karnını doyur. Ben şirkete gidip bazı işlerim vardı, onları halledeceğim. Akşam da Bursa'ya geri dönerim."

"Geri mi döneceksin?" dedi ve bana bakan bakışlarını hissedebiliyordum.

"Evet. Şirkette biraz işlerim vardı. Onun için gelmiştim, aslında. Seni de bir göreyim dedim. Şimdi işlerimi halledeyim, sonra Bursa'ya geri dönerim."

"Ben 'gel' dediğim için gelmedin yani?"

Ona döndüğümde, pişman olmuştum dediklerime. Hayal kırıklığı içinde bakıyordu bana. Allah'ım, ben neden böyle yapıyordum?

"Geç kalıyorum, Damla."

Bir süre öylece bakıştık, hayal kırıklığı içinde. Ne kadar aptalım. Arkadan çantasını alıp indi arabadan ve kapıyı hiç olmadığı kadar sert kapattı. Ben de fazla durursam, her şeyi itiraf eder ve her şeyi berbat edebilirdim. Bu yüzden arabamı hemen çalıştırıp gidebildiğim kadar uzağa sürdüm arabayı.

O, 'gel' dediği için gelmiştim, oysaki. O, 'Gel, lütfen!' dediği için gelmiştim. Onun için gelmiştim. Hem onu görmek için hem de iyi olup olmadığından emin olmak için gelmiştim. 'Gelme' deseydi bile gelecektim ya.

aqp3Lz.jpg


Duyduğum hayal kırıklığıyla hemen arabadan inip eve girdim. Sevil ablanın sesine kulak vermeden merdivenlerden hızlıca çıkıp odama kapattım kendimi. Kalbim... Kalbim öyle çırpınıyor ki, boğuluyorum sanki. Uçurumdan denize düşmüş ve sersemleyip yüzemiyorum. Ciğerlerime giden su, boğuyor sanki beni. Nefes alamıyorum. Kendimi tutamıyorum. İçimi acıtan, benim için gelmemesiydi. Ne yaptım ki ben? Neden birden bu kadar değişti? Gerçekten nefes almakta zorlanıyorum. Kapı ısrarla çalıyor. Sevil ablanın sesini duyuyorum ama ona cevap veremiyorum. Vermek zorundayım, yoksa Mert'e haber verir.

'Mert, kimin umurunda!'

Ben ona emanettim, sadece. Emanetten başka bir şey değildim. Ben, tek taraflı aşka mahkum edilmiş bir aşıktım, o kadar. Karşılığım olmayan, bir değeri olmayan insandım. O'na göre...

Telefonum çalıyor. Kimin aradığını bildiğimden bakmaya tenezzül etmiyorum. Bakmak istemiyorum. Onun sesini duymak istemiyorum. Onu görmek istemiyorum. Sadece uyumak istiyorum. Uyumak ve bugünü saymamak... Hatta Matematik öğretmenin verdiği ödevi yapmak istiyorum. Yani, bir şeylerle oyalanayım ki, o kafamdan çıksın!

Ya kalbimden nasıl çıkaracağım?

O zor işte. Bir tek onu yapamıyorum. Uyuyorum, yiyorum, içiyorum, ders yapıyorum, geziyorum, konuşuyorum ama bir tek onu kalbimden söküp atamıyorum.

Neden? Neden ya?
Kalbime girdi mi?
Evet, girdi.

Bul, o zaman çaresini. Nasıl soktu isen, kalbine; öyle de çıkar kalbinden.

Müstahak sana!

Sorularla işim bitti ama ya sonrası? Uyumak. Uyumak en iyisidir. Karnım? Hayır, acıkmadım. Yediğim laflar yetti bana. Yetti de arttı bile. Tam gözlerimi kapatacakken telefonum yine çalıyor. Baksam mı?

Dayanamadım ve baktım ki, arayan Ege'ydi. Belki birileriyle konuşmak bana iyi gelecekti. Uykumda yoktu zaten. Uykumu getirmeye çalışıyordum. Hemen açtım.

"Alo?"

"Nasılsın, Damla?"

"Bilmiyorum, sen?"

"Ben de bilmiyorum. Ben, sizin evin aşağısındaki parktayım. İstersen, gel."

Hava almak iyidir. Hem de çok iyidir. Bana iyi gelecektir.

"Hemen geliyorum."

Telefonu kapattım ve üstüme bir hırka alıp odamdan çıktım. Salonda kimseler gözükmediği için iyi bir şeydi. Hemen ayakkabılarımı giyip evden çıktım ve Ege'nin dediği parka doğru ilerledim. Hava o kadar çok soğuk değildi ama rüzgar estikçe içimi rahatlatıyordu. Parka girdiğimde ileride duran bankta oturan Ege'yi görür görmez adımlarımı hızlandırıp onun olduğu yöne ilerledim. O da beni görür görmez kalktı.

"Gerçekten rahatsız etmedim, değil mi?"

Hemen yanına oturdum.

"Hayır, Ege. Aradığın iyi oldu aslında. Biraz, hava almaya ihtiyacım vardı."

O da oturdu ve önüne eğildi.

"Seni reddettim. Duygularına karşılık vermedim."

Yüzüme anlamsızca baktığına emindim ama ben ilerideki ağaca bakıyordum.

"Nasıl hissettin?"

Tam cevap verecekti ki susturdum.

"Tabi ki kötü hissettin. Karşılıksız olduğunu elbet biliyordun ama cesur davrandın. Ama ben... ben de karşılıksız olduğunu biliyorum ama senin kadar cesur değilim. Çünkü kesinlikle reddedilirim ve asla da söyleyemem."

"Ben, kimseyi zorlayamam, Damla. Sen çok iyi, saf ve temiz kalpli bir kızsın. Ve bu yüzden kalbini kıracak şeyler yapmak istemem. O tür insanlardan değilim. O zaman... karşılıksız sevdalar ******ne hoş geldin."

Ona baktığımda o yeşil gözleriyle karşılaştım. Gülmeden edemedim.

Karşılıksız sevdalar ******, he?

"Unutabilir miyim sence?"

"Sanmam. Çünkü ben seni unutamadım. Çok zor, Damla. İstesen de çıkaramıyorsun kalbinden. Bir başkası gelene kadar, olmuyor. Ama merak etme, ben kendime yeni bir sayfa açıyorum. Seni kalbimden çıkaracak kişi, elbet karşıma çıkacaktır. Ben buna inanıyorum. Eğer sen de inanıyorsan, yaparsın."

"Pek sanmıyorum."

Önüme döndüm. Çıkaramazdım. Dediğim gibi; Ege çok güçlüydü. İnandığı bir şey vardı, en azından. Benim ise, sıfır, sıfır. Onu unutabileceğime inanmıyorum. Aslına bakılırsa, inanmak istemiyordum.

"Sen insanı delirtmek mi istiyorsun?"

Ege ile konuşmamıza giren, üçünce şahısa bakışlarımı çevirdiğimde, kendimi hemen ayakta buldum. Bir refleks deyin, bir endişe, bir korku; ne derseniz deyin ama... Hiçbiri değildi. Sadece şaşkınlıktı. Refleksin arkasından gelen şaşkın bir ifade vardı suratımda.

-*-*-*-


Yorumlarınız;
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
qqpMb5.jpg

Altıncı Bölüm
Aramalarıma cevap vermiyordu. Neden böyle yapıyordu, anlamıyorum ki. Sanırım bunda benim parmağım olabilirdi. Aniden değişen ruhum onu fazlasıyla sinirlendirmiş ve hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama yapmak zorundaydım. Geri dönüş yolu yoktu. Olmayacaktı da artık. Eve doğru gittiğimde odasına çıktım hemen. Odasının kapısını çaldım ama bir ses yoktu. Kapıyı açtığımda oda bomboştu ve yatak dağınık bir haldeydi. Ama Damla ortalıkta yoktu. Hemen merdivenlerden aşağıya inip salona baktım. Yoktu. Mutfaktan çıkan Sevil ablayla göz göze geldik.

"Damla nerede?"

"En son odasındaydı."

"İnanamıyorum ya." diyerek tekrar aradım Damla'yı. Sevil ablada benim gibi endişelenmişti iyice. Ona evde kalmasını, Damla eve gelirse beni aramasını söyleyip evden çıktım. Nerede olabilirdi bu kız? Arabama binmeden sokaklarda dolaştım. Bu havada, bu soğukta nereye gitmiş olabilirdi? Evden biraz uzaklaştığımı arkaya bakınca anladım. İlerdeki parkın önünden geçerken ve o parka göz atarken ileride bankta oturan kişiler dikkatimi çekmişti.

Damla? O, yanındaki kimdi ve kimseye haber vermeden nasıl dışarı çıkabilirdi? İnsanı delirtmek mi istiyor bu kız? Hemen parka girip onların olduğu yere ilerledim. Şu an ne derecede sinirliydim, bilmiyorum ama oldukça endişelenmiştim.

"Sen insanı delirtmek mi istiyorsun?" diye bağırdığımda hemen ayağa kalktı ve korkan gözlerle bana baktı. Şaşkınlık dolu bakışları, endişe dolu gözlerimle buluşunca şimdi onun iyi olduğunu görünce içim biraz ferahlatmıştı ama bu, telefonlarıma cevap vermeyişi, habersiz dışarı çıkması insanı çileden çıkarıyordu. Kolundan tutup onu yürümeye zorladım. Yanındaki o şahıs-kimbilir kim- engel olmaya çalıştı ama ona tek bakışım yetti. Sadece, okulda görüşürüz dileklerini yollayıp bizden geride kaldı. Ben ise, onu hala kolundan tutmuş eve sürüklüyordum. Evin önüne geldiğimizde kolunu benden çekti. Şaşkın suratını bana dikmiş, neden arıyordu.

"Ne yaptığını sanıyorsun?"

"Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?"

Farkında olmadan bağırmıştım. O da aynı tepkiyi verince sinirlerim daha da çok gerilmeye başlamıştı.

"Senin bunu yapmana hakkın yok."

"Defalarca aradım seni. Açmadın. Kimseye söylemeden evde çıkıp gitmişsin. Ya bir şey olsaydı?"

"Ne diye arıyorsun ki? İşlerinle uğraş sen. Ben artık çocuk değilim, tamam mı? Bana bir şey olmaz. Ayrıca, istediğim zaman, istediğim saatte yerim yemeğimi."

"Damla?"

"Yeter artık. Bana çocuk gibi bağırmandan bıktım, tamam mı? Senin tek sorunun beni çocuk olarak görmen. Ama ben büyüdüm. Kabullen artık bunu." Derin nefes alıp verdi ve daha sakin konuşmaya başladı. "Şu an, karşımda yol arkadaşım olsaydı, benim çocuk olmadığıma inanırdı. Artık büyüdüğümü görürdü. Bir kez daha kanıtladın, o olmadığını."

"Damla, bak..."

"Sen git, işlerinle ilgilen. Uyuyacağım ben."

Yanımdan geçip eve doğru ilerledi. Bende hiçbir şey diyemeden arkasından baktım. Neden böyle yapıyordu? Bunları nasıl düşünebilirdi? Ben onu hiçbir zaman çocuk olarak görmedim, asla da göremem. Çünkü o büyüdü. O, genç bir kız oldu. Benim yol arkadaşım Damla'm büyüdü. İşte yine inkar ediyor.

Onun eve girdiğinden emin olup, hatta odasının ışığının söndüğünden emin olduktan sonra arabaya bindim. Telefonumun çalmasıyla ceketimin iç cebinden çıkardım.

SEVİL ABLA Arıyor...

Açtığımda, Damla'nın uyuduğunu, bir daha böyle bir şey tekrarlanmayacağını, hatta ara sıra kontrol edeceğini söylemişti. Ben de aslında gerek olmadığını, bunu bir daha yapmayacağını söyledikten sonra iyi geceler dileyip kapattım ve arabamı en sakin bir sahile doğru sürdüm.

aqp3Lz.jpg


Bunu neden yapıyor, hiç anlamıyordum. Gelmiş, kolumdan beni sürükleyerek hesap soruyor. Gerçekten, çok değişmişti Mert. Tanıyamıyorum artık. Böyle değildi, kaba, düşüncesiz, sert birisi değildi. İlk defa gözlerinde sert bir bakış görmüştüm. Ben buna alışkın değilim. Ve beni çocuk olarak görmesi, hala ve hala, canımı acıtıyordu. Benim halim, Ege'den bile daha çok kötüydü. Çocuk şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış haldeydi ve diyecek pek bir şeyi de yoktu. Eve girer girmez hemen yattım. Yarın nasıl bir güne gireceğimi bilmiyordum ama berbat olacağından emindim.

İlk defa güneşin ışığı bana güzel gelmiyordu. Gerçekten, berbat, bir, gündeyim. Şu an noktalama işaretlerine aygırı bir davranış sergiledim ama kimin umurundaydı. Benim bile umurumda değildi, mesela. Bunlarla vakit harcamak yerine, banyoya girip şu halime baktım.

Ne berbat gözler?
Ne berbat göz çevreleri?
Ne berbat dağılmış saçlar?
Ve ne güzel, elmacık kemiğinin üzerinde duran benim...
O bile güzel durmayı becermiş bu berbat halimin içinden...

Yüzümü iyice yıkayıp kuruladıktan sonra odama geçip hazırlandım. Çantamı da hazırlayıp aşağı indim. Aşağıdan çok güzel kokular geliyordu ama yapacak halim yoktu. Kapıya ilerlerken Sevil ablaya seslendim.

"Ben çıkıyorum, Sevil abla."

O da beni duyar duymaz hemen yanıma gelip kahvaltı yapıp yapmayacağımı sorgulamaya başladı. Ben de okula geç kalacağımı, artık okulda yapacağımı söyleyip ve onun bir şey demesine fırsat vermeden evden çıktım. Adımlarım koşar haldeydiler ve bugün okula yürüyerek gitmek istedim. Hakan abiyi atlatmak biraz zor oldu ama değerdi. O da beni bekliyordur hala. Bunu yapacağıma hiç ihtimal vermezdim. Üstelik, Mert'i delirteceğimi adım gibi biliyordum. Hem Sevil abladan hem de Hakan abiden almıştır bile aramaları.

"Damla, bugün kahvaltı yapmadı."

"Damla, beni atlatıp okula yürüyerek gitmiş."

Ve Mert'in o çılgına çıkmış sesi...

"Damlaaaa...!"

Umurumda değildi. Ah, ne oldu bana, gerçekten ben de bilmiyorum. Biraz, sadece birazcık kuralları yıktım, o kadar. Ben büyüdüm ve yürüyerek gidebilirim okula. Hatta bugün gitmeye bilirim de. Duvarda asılı afişteki şarkı yarışmasına katılabilirim. Çok hoş ve eğlenceli görünüyor. En azından beni biraz olsun rahatlatır. Şarkı söylemek iyidir. Dans etmek, mükemmeldir.

"Ben şu şarkı yarışması için gelmiştim." dedim karşımdaki kadını, çantamın kolcaklarını tutarken. Elime bir kağıt vererek doldurmamı istedi. Bir formdu anlaşılan. Hemen bir yere oturup formu doldurmaya başladım. Doldurma işlemim bittiğinde, kağıdı kadına verdiğimde, yan taraftaki odaya girmemi söyledi. Tamam deyip, o odaya doğru ilerledim. İçeri girdiğimde ortada duran bir mikrofon duruyordu ve karşıda da 2'si erkek, biri bayan olmak üzere 3 kişi vardı.

"Merhaba." dedim kapıyı kapatırken. Saçları siyah, gözlüklü bayan güler yüzüyle beni karşıladı.

"Merhaba. Bize kendini tanıtır mısın?"

"Damla Sayer. 18 yaşında, lise öğrencisiyim."

"Okul yerine buraya geldiniz anlaşılan, küçük hanım."

Bu cümle, kadının sağında oturan adamdan gelmişti.

"Bugün beni fazla daraltacağı için gitmek istemedim."

"Okul, herkesi daraltır. Neyse, sesini bir duyalım. Var mı aklında söyleyeceğin bir parça?"

"Aslında...bilmiyorum. Afişi bugün gördüm. Ama sevdiğim bir şarkı vardır, tabi."

"Pekala. O zaman seni bekliyoruz."

Kısa bir öksürükten sonra mikrofona yaklaşıp kendimi hazırladım. Ve, ilk defa sesimi bir başkaları duyacaktı. Aslında, eğlencesineydi bu. Canım sıkılmıştı ve bu sıkılganlığı yok etmeye çalışıyordum, sadece. Kabul edileceğimi hiç sanmam. Berbattır sesim.


"Görünce aşık oldum
O güzel gözlerine
Başkasını istemem
Benim gözüm sende
Yalvarırım ne olur
Başka birini sevme
Ben sensiz yaşayamam
Benim gözüm sende
Ömür boyu beklerim
Belki seversin diye
Başkasını istemem
Benim gözüm sende"


Duyduğum alkış sesleriyle gözlerimi açtım. Neye alkışlıyorlar ve neye gülüyorlardı? Sesimin berbatlığına mı bu alkışlar? Kulaklarını tıkama şekli bu mu? Ah, saf olma Damla.

"Çok harika bir sesin var. Büyüleyici bir sesin var, hatta." dedi, güler yüzlü bayan.

"Sana katılıyorum. Başka bir yerde hiç şarkı söyledin mi?" diyor, hafif kırlaşmış saçlarına inat yakışıklılığını koruyan adam.

"Ha-hayır. Gerçekten, güzel miydi? Yani, berbat değildi. Karga gibi çıkmıyordu. Oysaki, babam hep karga sesli derdi bana. Demek ki, beni kandırmış. Bak, görüyor musunuz? Hemen arayıp onun yalancı olduğunu, bu zamana kadar beni kandırdığını söyleyeceğim. Ama sonra tabi affedeceğim. Çünkü ben babama dargın kalamam. Çok bağlıyımdır. Yalan söylese bile bir nedeni vardır, ki bu zamana kadar zaten hiç yalan söylemedi. Hoh, vay be. Ben bu zamana kadar sesim karga gibi çıkıyor sanırken, demek mükemmelmiş."

En sonunda sustuğumda salonun bir kahkaha tufanına kapıldığını gördüm. Tamam, çok konuştum ve çokta rezil oldum. Susmak, en iyisi. Bana neler oluyor? Hepsi senin yüzünden Mert!

"Sesin güzel olduğu gibi çok komik ve eğlencelisin de, Damla. Bak, yarın okul çıkışı buray gel ve benimle görüş. Seninle kesinlikle görüşmek isterim ve bu yarışmada başkarakter olmanı, gönülden isterim." dedi, yine aynı adam.

"Peki. İsminiz nedir? Yani geldiğimde kiminle görüşüyorsunuz dediklerinde ne demem gerekiyor?"

Yine çok konuştum.

"Ahmet Dağlıca. Şimdi fazla ders kaçırmadan okuluna gitmelisin."

"İyi günler, o zaman."

Bugün çok eğlenceli geçmişti aslında. Rezil olmamıştı, adeta sevilmiştim. Odadan çıktığımda kendimi hemen dışarı attım. Çantamdan çıkardığım telefona baktığımda, tam tahmin ettiğim gibi, Mert beni defalarca aramıştı. Okula da gitmiş midir? Telefonum titredi.

Bir Mesajınız Var...

Açtığımda Mert'ten geldiğini anımsadım.

"Anlaşıldı. Senin derdin, beni delirtmek. Neredeysen çabuk eve gel!"

Fazla mı ileri gitmiştim? Bu sefer çok sinirlendirmiş olmalıydım. Çünkü o asla böyle bir şey yazmazdı. Okula giden yönümü değiştirip eve yürüdüm. Beni ne bekliyordu, bilmiyorum ama kötü olacağından emindim. Neredeyse 15 dakikadır yürüyordum ve evin önünde duran araba, Mert'indi. İlerde duran Hakan bana yaklaştı ve bakışlarını hiç beğenmedim. Onun bir şey demesine fırsat vermeden hemen eve girdim ve salonda arkası dönük Mert'e doğru yaklaştım. Çantamı bir kenara bırakıp beni fark etmesini, başım önde bekledim. O da benim geldiğimi fark etmiş, bana dönmeden konuşmaya başlamıştı. Bağırır, çağırır sanıyordum ama sesi çok sakin, hiç olmadığı kadar çok sakin çıkıyordu.

"Neden yapıyorsun bunu, Damla?"

Benden cevap gelmeyince devam etti. Bu sefer bana döndü ve hayal kırıklığı olan gözleriyle bana baktı.

"Seni bu kadar değiştiren ne, söyler misin? Bu davranışlara tutunacak dal nedir, söyler misin?"

İlk defa bu kadar çok korkutuyordum. Onun bu kadar sakin oluşu, bakışı... Beni korkutuyordu ve ben hala bir şey demiyordum.

"Sıkıldın, değil mi? Bu ev, sana dar geliyor. Rahat olamıyorsun. Benim yokluğumda senin güvende olup olmadığını kontrol etmemden sıkılıyorsun, değil mi?"

Yine hiçbir şey demedim. Ama yanıldığını söyleyebilirdim.

"Nereye gittiğini sormayacağım. Damla, babanı aradım."

"Ne?" diyerek yüzüne baktım. Aramış olamazdı, değil mi? Hem ne diyecekti ki?

"Ona verdiğim sözde duramayacağımı ve onu uygun bir yurda yerleştireceğimi söyledim. Bu evde daraldığını, rahat olamadığını bir sebep olarak söyledim. Biraz düşündü ve bunu haber verdiğim içinde teşekkür etti. Bugün yarın yurda yerleşiyorsun. Sevil abla eşyalarını toplaman da yardımcı oluyor. Artık sen de istediğin rahata kavuşacaksın. Sana karışan olmayacak. Her gün arayıp, yemek yedin mi, derslerini çalıştın mı diye arayacak bir 'Mert' olmayacak. Şimdi gidip Sevil ablaya eşyalarını toplamada yardım edebilirsin." diyerek yanımdan geçti.

"Mert?" desem de durmayıp evden ayrıldı. Böyle olacağını bilmiyordum ki. Ben gitmek istemiyorum. Bu söylediklerinin hiç biri doğru değil. Ben burada daralmıyorum. Aksine, çok rahatım ve mutluyum. Gitmek istemiyorum. Hayır. Hemen ardından koşup arkasından ilerledim. Tam arabasına yaklaşırken arkasından sarıldım, ne yaptığımın ne önemi vardı ki?

"Gitmek istemiyorum."

"Damla." dese de elimi belinden çekmiyor, yalvarıyordum.

"Söylediklerinin hepsi yanlış, tamam mı? Ben burada olmaktan mutluyum. Her şey için özür dilerim ama beni gönderme. Lütfen! Gitmek istemiyorum, Mert. Ben seninle kalmak istiyorum."

Ellerini ellerimin üzerine koymuş, öylece duruyordu. Ben de başımı sırtına dayamış ağlıyordum. Hiç anlamadığım anda ellerimi tutup, pozisyonu hiç bozmadan bana döndü ve bana sarıldı. Buna gerçekten ihtiyacım vardı.

"O zaman neden yapıyorsun bunu?"

"Bilmiyorum."


-*-*-*-


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
mlZpPy.jpg

Yedinci Bölüm
Bu sessizliği hiç mi hiç sevmemiştim. Mert'i durdurduktan sonra eve geçmiştik. Salonda oturup, öylece susuyorduk. Bu da haliyle benim canımı sıkıyordu. İçeri girer girmez babamı aramıştı ve bir yanlış anlaşılma olduğunu söylemişti. Sonra da babam benimle konuşmak istediğini söylediğinde, Mert'in telefonu bana uzatmasıyla ayağa kalktım. Telefonu Mert'in elinden alıp kulağıma dayadım.

"Baba?"

"Damla, iyi misin? Mert'in dedikleri doğru mu?"

"Şey... dediği gibi yanlış anlaşılma baba. Ben biraz onu, yani onu çok kızdırdım da. Ama barıştık. Bir sorun yok."

"Bunun bir oyuncak olmadığını biliyorsun, değil mi?"

"Biliyorum, baba. Bir daha olmayacak. Söz veriyorum."

"Pekala, öyle olsun. Eğer bir şikayet duyarsam, ilk otobüsle oraya gelirim."

"Tamam. Söz veriyorum. Bir daha öyle bir şey olmayacak."

"Tamam, kızım. Öptüm seni. Görüşürüz. Kendine iyi bak."

"Görüşürüz baba. Sen de kendine iyi bak." Telefonu kapattıktan sonra arkama döndüğümde Mert, bana bakıyordu. Yanına ilerleyip telefonu ona uzattım.

"Bugün dışarıda yemek yiyelim mi?" dedi.

"O-oluuur." dedim, şaşkınlığımın arasında.

"Git, hazırlan. Fazla oyalanma ama." dediği anda hemen merdivenlere yönelmiştim. Odama girdiğimde hemen dolaba yöneldim. Bu akşam, güzel olması gerekiyordu. Yani, güzel olmam gerekiyordu. Hemen gece mavisi elbisemde karar kıldım. Diz altımda biten eteği, siyah kemeri ve parlaş taşlarıyla boynumda kolye gibi duran yakasıyla şimdi mükemmel olmuştum. Saçlarımı da at kuyruğu yapıp, siyah çantamı da alıp aşağıya indim. Mert, koltukta oturuyor ve beni bekliyordu.

"Hazırım ben. Çıkabiliriz." dedim geldiğimi belli etmek isterken. O da kalkıp arkasına döndü ve beni iyice süzdü. Mavi gözleri gözlerimle buluşunca gülümsedim.

"Çok fazla olmamış mı bu?" dedi üzerimdekini gösterirken. Ne yani beğenmemiş miydi? Üzerimdekilere baktım. Gayet iyi ve hoştu.

"Beğenmedin mi?"

"Hayır. Beğendim ama... Neyse, çıkalım hadi. Karnım çok aç." diyerek yanıma yaklaştı ve elini belime koyup evden çıktık. Arabaya bindiğimizde hemen yola koyulduk.

"Nereye gidiyoruz?" dedim, yola bakan Mert'e bakarak.

"Sen nereyi istersin? Aslında şık bir restorana gidelim. Ona göre giyinmişsin."

"Geçenlerde aldım bunu. İlk defa giyiyorum daha." dedim, muşuğumu dikerken. Beğendim demişti. Daha ne uzatıyor ki?

"Peki. Pekala. Bir şey demedim ki ben. Ne diye muşuğunu dikiyorsun? Yemekten sonra lunaparka gidelim mi?"

"Gerçekten mi?" diye bağırdım, heyecandan. O da benim bu heyecanlı halime büyük bir kahkaha atmıştı.

"Gerçekten." dedi, arabayı sürmeye devam ederken. Yarım saat sonra vardığımız restorana girdiğimizde, gerçekten çok şık bir yerdi. Avizeler bile altındandı, sanki.

"Asıl burası çok fazla olmamış mı?"

"Efendim?"

İçimden dediğim cümleleri dışarıdan söylediğimi Mert'in anlamsız bakışlarından anladım.

"Yok bir şey. Çok harika bir yer, diyordum." dedim gülümsemeye çalışarak. O ise, hala eli belimde beni garsonun gösterdiği masaya götürüyordu. Masaya oturduğumuzda, müşterilerin çok şık oldukları dikkatimi çekti. Tabi ki öyle. Zengin kişiler sonuçta. Garson gelip elimize menü tutuşturduğunda, hemen menüye baktım. Garson siparişlerimizi almak istediğinde ben hemen atıldım.

"Etli nohut, pirinç pilavı ve yanında ayran istiyorum. Bir de salata olsun."

"Hemen, Hanımefendi. Beyefendi, siz?"

"Aynısından olsun." dediğinde garson yanımızdan gitmiş, Mert'le ben yalnız kalmıştık masada.

"Küçükken de çok severdin." dedi Mert. Küçükken bunları sevdiğimi nerden biliyordu? Anlatmış mıydım yoksa?

"Evet."

Anlatmış olabilirim, belki ama neden hatırlamıyorum.

"Baban söylemişti de. Oradan biliyorum. Fazla yeme de, lunaparkta makinelere bindiğinde kusma." dedi, Mert düşünceli bir tavırla. Gülümsedim. Söyleseydim, hatırlardım zaten. Babam, acaba daha ne söylemişti?

"Babam sana başka daha neler söyledi, benim hakkımda?"

"Küçükken karanlıktan korktuğunu, eh haliyle yaramaz olduğunu, sobe oyununu sevdiğini filan..."

"Evet, o oyunu çok severdim. Beş yaşındayken, son oyunum olmuştu benim."

"Neden?"

"Bana o oyunu öğreten, Mert'ti. 'Yol arkadaşım' olan Mert. Ben beş yaşındayken, gitmişti. Bir daha da hiç görmedim onu. O gittikten sonra hiçte oynamadım. Anaokulunda bile oyuna katılmamıştım ki. Öğretmen o oyunu öğretiyordu, ben bir kenara oturmuş onları izliyordum. Birkaç defa beni ikna etmeye çalıştılar, oynamam için ama ben inadım inat, oynamadım."

"Eğlenceli bir oyundur ama. Yapmaman gerekirdi, böyle."

"Ben o oyunu ilk ondan öğrendim ve ilk onunla oynadım. Şu an bile, buradan bir yerden çıkıp bana 'SOBE' demesini bekliyorum. Ve biliyor musun? Ayrılmadan önce kulağıma bir şey fısıldamıştı."

"Ne fısıldamıştı?"

"Bir gün geldiğimde kulağına 'sobe' diyeceğim, demişti."

"Onu bulmayı hiç denemedin mi?"

"Denedim ama hiçbir şey yoktu. Babama sorduğumda o da bilmediğini söylemişti. Yani, onun babasıyla uzun zamandır hiç görüşmemişler. Ben de babasını hatırlamıyorum zaten. Hiç fotoğrafları yok, elimizde."

Siparişler, önümüze konulduğunda biz hala konuşuyorduk. Nedense Mert'i anlatmama hiç bozulmamış, keyifle dinlemişti.

"Umarım bulursun. Umarım kavuşursunuz."

"İnşallah." dediğimde önümüze konulan yemekleri yemeye koyulduk. Yemeğimizi yerken, birden bu sabah katıldığım yarışma gelmişti aklıma. Mert'e bundan bahsetmem gerekiyordu ve yarın dolayısıyla bekleniyordum.

"Mert?" dediğimde bana baktı, gülümseyen suratıyla.

"Efendim, yaramaz?"

Eskisi gibi olduğumuza çok sevinmiştim. Bir daha böyle umursamaz, hayat olmayan durumda olmak istemiyorum.

"Bu sabah okula giderken, duvara asılı bir afiş görmüştüm."

"Hımm, ne afişiymiş bu?" dedi ağzını peçete ile silerken.

"Şarkı yarışması."

"Katılmayı düşünmüyorsun, değil mi?"

Yemeğinden bir kaşık ağzına attı. Ardından ayranını içti.

"Katıldım, bile."

Ve öksürmeye başladı. Hemen önümdeki suyu ona uzattım.

"İyi misin?" dedim, suyunu içmiş, boş bardağı masaya koyarken bana baktı.

"Sen şunu bana bir açıkla. Belki o zaman iyi olabilirim."

"Girdim ve şarkı söyledim. Aslında düşünmüyordum, katılmayı. Sesim, berbat, karga sesli diye düşünmüştüm. Yani işkence yaptığımı düşünmüştüm, salondaki üç jüriye ama bir baktım ki, ayağa kalkmış, gülerek beni alkışlıyorlar."

Konuşmayı bitirdiğimde güldüğünü gördüm. Yine ne demiştim ki? Gülecek ne vardı ki?

"Neden gülüyorsun?"

Suyundan bir yudum alarak sakinleşmeye başladı. Mavi gözleri, yine benim gözlerimdeydi.

"Yine çok konuşuyorsun. Sesinin berbat olduğunu kim söylemiş?"

"Babam."

"Baban mı?"

"Evet. Hatta onlara bile babamı şikayet ettim. Babam bana yalan söyledi, inanabiliyor musun? Acaba hayatında bana söylediği ilk yalanı mıydı? Küçükken şarkı söylemiştim ve babam bana şarkı söylemememi, sesimin tam karga sesi gibi çıktığını söylemişti ve ben de ondan sonra hiç şarkı söylemedim. Çünkü babam bana yalan söylemez. Söylemezdi, pardon."

"Bence su iç."

"Su iç mi?"

"Evet, konuşurken boğulacaksın ve nefesin kesilecek."

"Ha, su." dedim bana uzattığı su dolu bardağa bakarak. Su dolu bardağı elinden alıp içtim. İçimin yandığını, anca su içtiğimde anlayacaktım sanırım.

"O zaman bana da söyle de, ben de bileyim karga sesi mi, kuş sesi mi?"

"Kuş sesi mi?"

"Evet, kuşlar çok güzel öterler. Kargalar ise, kulağı rahatsız eden tırmanışı ile öterler."

"Bu sözü hatırlıyor gibiyim ama bilmiyorum. Neyse, ama söylemeyeceğim."

"Neden? Benim neyim eksik?"

"Bilmem."

-MERT-

Gece mavisi elbisesini içinde merdivenlerden aşağıya inince bir kez daha büyülenmiştim. Kıskanmıştım da onu. Çünkü dışarıya çıktığımızda, erkeklerin gözü onda olacaktı ve bu beni delirtecekti. Arabadayken muşuğunu dikmesi de, beni güldürmüştü. Hala beğenmediğimi düşünüyordu, sanırım. Ama çok beğenmiştim. Zaten o elbisenin içindeki kızı beğeniyordum ben. Beğenmekten de öte... O benim yol arkadaşımdı. Restorana girdiğimizde masaya oturduk ve verdiği siparişlere gülerek kulak misafiri olmuştum ve kırdığım pot, az kalsın yakalanmama neden oluyordu ki, hiçbir şeyden şüphelenmemişti. Üstelik, onun sobe oyununu oynadığını bir tek ben bilirdim. Babası bilmezdi. Bunu bile unutmuş muydu? Ve ona gitmeden önce fısıldadığım cümleleri bile unutmamıştı. Kelime kelimesine hatırlıyordu. Ve onun bir şarkı yarışmasına katıldığını duyunca gülmek istedim. Ama gülemedim. içtiğim ayran boğazımda kalmıştı çünkü, kabul edildiğini söylediği zamanda. Sonra yine papağan gibi konuşmaya başlamıştı. Konuşurken ne kadar saçmaladığının bile farkında değildi. Bir kere konuştu mu, susmak bilmiyordu. Bunların hepsi heyecandan oluyordu, genelde. Bana da bir kere söylemesini istedim. Ama inat değil mi bu, kabul etmiyor. Hesabı ödemiş, restorandan ayrılmıştık. Arabaya gidene kadar hala söylemesi için ikna etmeye çalışıyordum.

"Damla, hadi bir kerecik. Orada ne söylediysen, o şarkıyı bana da söyle."

Bana döndü ve bana doğru biraz eğilerek; "Ben lunaparka gitmek istiyorum." dedi ve yoluna devam etti. Ahh, inatçı keçi!

"Lunaparka gidince söyleyeceksin, değil mi?" dedim, bir yandan arabayı açarken.

"Hayır." diyerek arabaya girince ben de hemen atladım ve hala ısrar ediyordum.

"Neden bu kadar inatçısın ki? Bir kerecik sadece, çok mu şey istiyorum?"

"Evet, çok şey istiyorsun."

"Sadece bir şarkı, çok şey mi?"

"Benim için öyle."

"Off... Yaramaz." diyerek elimi direksiyona vurdum. Neden bu kadar inatçı ki? Bilerek yapıyor, biliyorum ben. Ama söyletmesini çok iyi bilirim ben. Yarım saat sonra vardığımız lunaparka Damla koşarak giriyor. Ben de arkasından ona yetişmeye çalışıyorum.

"Damla, yanımda durur musun?"

O ise, durmuyor, ileride ki tezgahı gösteriyor bana. Ve üstünde kocaman bir panda var.

"Ben o kocamaaaan pandayı istiyorum." dedi bana dönerek, elleri açılmış şekilde. Gülümsedim onun bu hallerine.

"Peki, yaramaz." diyerek onunla o tezgahın olduğu yöne ilerledik.

"Şu kocamaaaaan pandayı almak için kaç ördek vurmamız gerek?" dedim adama.

"12."

Ne? Yuh!

"Ne? Çok değil mi ağabey?"

"Ya, hadi. Vurursun hepsini." diyerek koluma yapışan elleri beni sarsıyordu.

"Ahh, tamam. Ver abi." dediğimde tüfeği bana uzatmış, ben de alıp kendimi hazırlamıştım. Elimde 12 tane tahta kurşunlar vardı. Eğer, hepsini vurursam, kocaman pandayı alacak ve Damla'ı mutlu edecektim. O da beni sabırsızlıkla bekliyordu. Tam art arda 8 ördek vurmuştum. Her ateşte kulaklarım sağır oluyor ama Damla için değerdi. Son dört ördeği de vurduğumda 12/12 yapmıştım. Damla heyecan ve mutluluktan boynuma sarılmış, adamın uzattığı kocamaaan pandayı almıştı.

"Teşekkürler."

"Tamam, bitti mi?" dedim, sabırsızlıkla. Ama eğlenmiştim, doğrusu. Aslına bakılırsa bu kadar eğlendiğimi sanmıyorum.

"Tabi ki de bitmedi. Daha çarpışan arabalara bineceğiz." der demez çarpışan arabaların olduğu yöne ilerledi. Elinde pandasıyla bir çocuk gibi yürüyordu ve bu durumda küçüklüğümü özlememe yol açıyordu. Ama sonuçta yol arkadaşım yanımdaydı. O, bilmese de...

-*-*-*-


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 4 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
YPLjb6.jpg

Sekizinci Bölüm
"Beni bekliyor olabilirler ama."

Sabahtan beri şu katıldığı şarkı yarışmasına gitmek için bana yalvarıyordu. Gönderecektim, elbette ama bana bir şarkı söyledikten sonra.

"Hayır." dedim kesin sesle. O, hala vazgeçmiyor, kafamı yiyordu durmadan.

"Her dediğini yaparım. Lütfen, gideyim."

"Yapıyorsun zaten."

"O zaman yapmam, her dediğini." diyerek kollarını birbirine bağlamış, bana meydan okuyordu. Oturduğum koltuktan kalktım ve Damla'ya yaklaştım biraz daha.

"Öyle mi? Şu yurt meselesini bir daha düşünürüz."

Bana bakışlarından hoşlanmamıştım, gerçekten. Kollarını birbirinden çözmüş, bana bakıyordu sinirli sinirli.

"Beni böyle mi tehdit ediyorsun? Dünkü olayı kullanıyorsun, bana karşı?" diyerek arkasına dönüp merdivenlere yöneldi. Kullanmıyordum, aslında. Sadece şaka yapıyordum. Yoksa hiç istemem, onun benden uzakta olmasını. Ne olursa olsun, hiç istemiyorum.

"Şaka yaptım." dediğim anda durdu ve arkasına baktı. Bakışları, hala değişmemişti. "Sadece şakaydı. Özür dilerim."

Hiçbir şey demeden merdivenlerden çıktı ve odasına girdiğini hızla vurduğu kapıdan anlamıştım. Ne aptalım. Damla, oldukça alıngan birisiydi ve büyük bir ağır sözle alınacak hisse sahipti. Ve bu yaptığım şakada, kalbini incitmişti.

"Damla?"

Kapısını vuruyorum, çok sakince. O da çok sakince cevap veriyor.

"Müsait değilim."

Çokta müsaitti. Buradan da benimle konuşmak istemediğini anlıyorum. Ben onu incitmek istememiştim.

"Beraber gidelim mi? Hem, ben de dinlemiş olurum."

Bir süre sessizlik doldu etrafa. Ardından kapı yavaşça açıldı ve kapıya yaslanan Damla bana baktı.

"Vazgeçtim. Gitmeyeceğim. Ders çalışıp biraz da internette takılacağım."

"Bak, şaka yaptım sadece. Öyle bir niyetim yoktu."

"Öyle bir niyetin yok mu?" dedi gözlerini kısarak. "Dün neredeyse babamı ikna etmiş, bugünde beni yurda yerleştiriyordun.Ufacık bir dediğini yapmadım diye neredeyse beni evinden kovuyordun. Haklısın, bu evin kurallarına uymam gerekiyor. Sonuçta ben bu evde lise bitinceye kadar bir misafirim. Babamında sana emanet ettiği bir emanetim."

Neler diyordu böyle? Gerçekten böyle mi düşünüyordu? Bir emanet olarak... Nasıl böyle düşünebilirdi? O, bu evin bir tanecik kızıydı. Bu ev, onunda eviydi. Böyle düşünmesi haksızlık. Biraz daha yaklaştım ona. Onun gerileyip şaşkın bakışlarına aldırmadan biraz daha yaklaştım. O da en sonunda geri gitmeyi bırakıp olduğu yerde kalmıştı.

"Eğer böyle düşünüyorsan, yanılıyorsun küçük hanım. Sen asla bana emanet değilsin. Bu evde misafirde değilsin. Hiçbir zamanda olmadın ve olmayacaksın da. Sen bu evin kızısın. Sen bu evde yaşıyorsun ve bu evdeki her şeyde senin. Dün ne yaptığımı bilmiyordum, evet. Çünkü sınırlarımı fazla zorladın. Dünkü olay, benim sözümü dinlememen değildi. Asıl mesele...boş ver. Şimdi dersini çalış ve internette takıl. Ne yapmak istiyorsan, onu yap."

Ondan uzaklaşıp odadan kendimi dışarı attım. Evde fazla duramayacağımı biliyordum. Hava almaya, biraz kafamı boşalmaya ihtiyacım vardı. Asıl mesele, ona gerçekleri söyleme isteğimden kaçmaktı. Kaçıyordum, onu kendimden uzak tutma isteğiyle kaçıyordum. Ama yapamadım. O arkadan bana sarıldığında, 'Gitmek istemiyorum' diye yakardığında ondan uzaklaşamayacağımı, kaçamayacağımı anladım. Yine onsuz 10 yıllar geçirmek istemedim. Peki, böyle nereye kadar gidecekti? Anlamayacak mıydı? Anlamaya başlarken, kendimi ondan nasıl uzak tutacaktım ki? Bunu nasıl başaracaktım? Asla başaramayacaktım. Ona olan gerçekler, yerlere döküldüğünde elbet Damla'ya ulaşacaktı. Belki, bir gün, gerçekleri sadece ben ona söylemeliydim. Sadece benden duymalıydı. Ona küçükken, ayrılmadan önce dediğim gibi; kulağına eğilip, Bir gün geldiğimde kulağına 'sobe' diyeceğim' diye fısıldayacağım. Bunu sadece ben yapacağım. Günü geldiğinde...

RyZb8Z.jpg


Dedikleri karşısında sevinmem mi gerekiyordu yoksa ağlamam mı gerekiyordu, bilemedim. Belki sevinmem gerekiyordu; çünkü bu evde hiç misafir olmadığımı ve emanet olmadığımı öğrenmiştim. Üzülmem de gerekiyordu; çünkü gözlerinde hüzün vardı ve çekip gitmişti, üstelik. Ve kafamı karıştıran bir diğer konu ise; dünkü olayın asıl meselesi... Söyleyecekti ama vazgeçti. Asıl mesele, demekki onun sözlerini dinlememem değilmiş ama asıl nedeni neydi ki? Yine beni sorulara boğup çekip gitmişti. Ona dediğim gibi; ne ders çalışıyordum, ne de internette takılıyordum. bir kutuya sakladığım, yol arkadaşım Mert'in fotoğrafına bakıyordum. İkimiz vardık bu fotoğrafta. Ben 4 yaşındaydım ve onun yanındaydım, fotoğraf çekilirken. Gitmeden evvel, fotoğrafı ortadan yırtmış, benim 4 yaşındaki fotoğrafım ondaydı, onun 10 yaşındaki fotoğrafı da bendeydi. Bir gün onu bulduğumda bu fotoğrafı ona gösterecektim.

"Nerdesin? Bak, gelmedin ve ben de başkasına aşık oldum. Sözümde de duramadım, üstelik. Senden başkasına aşık olmayacağım, demiştim geceleri yıldızlara. Ama o, karşıma ilk çıktığında gözlerine vurulmuştum. Bir hırsızın elinden kurtarmıştı beni. Gözleri, o anda almıştı beni benden. Sonra evimize geldi. Daha yakın hissettim kendime. Sanki... sanki tanıyormuşum gibi. Ama tanımıyordum. Nereye gittin ki? Neredesin ki? Şimdi çıksan, gelsen, bu sefer Mert'i bırakamam. Bu bir tesadüf mü? Yani, ikinizin mavi gözlü olmanız ve adınızın Mert olması; bir tesadüf mü? Ya da... Hayır, olamaz çünkü ben değilim demişti. Ya yalan söylediyse... Neden söylesin ki? Sebep ne? Üstelik, babam niye yalan söylesin ki?"

İşte, kafamda deli soruları, içimde biriken hisleri bu fotoğrafa döktüm. Gelseydi de hiçbir şey değişmezdi aslında. Ben, çoktan aşık olmuştum. Ve üstüne üstlük, yine Mert'in 'yol arkadaşım' olabileceği düşüncesi de aklıma yerleşmişti bile. Olabilir miydi? Eğer oysa; kesinlikle bu fotoğrafın yarısı ondaydı. Tek kanıt oydu. Ne ara odamdan çıktım, ne ara Mert'in odasının kapısının önüne geldim bilmiyorum. Bu yapacağım çok saygısızca. Odasına girdiğimi öğrenirse çok kızacak ama bu içimdeki şüpheyi yok etmek istiyorum. O fotoğrafı bulamadığımda, Mert'in 'yol arkadaşım' olmadığına üzülecektim belki ama bu içimdeki şüpheyi de yok etmek istiyordum. Bu yüzden hemen odasına girdim ve kapıyı kapattım. Muhteşem bir görüntüye sahip olan oda, pencereden içeri sızan güneşin ışığıyla aydınlanıyordu. Resmen çiçek kokuyordu oda. Onun odası da çiçek kokardı. Çünkü, Mert çiçek kokularını severdi. Annem hep böyle derdi. Odanın muhteşemliğini bırakıp, fotoğrafı nereye koymuş olabileceğini düşünmem gerekiyordu. Gardırobun içine, üst kısımlarına baktım, yoktu. Ve takım elbiseleri gerçekten çok düzenliydi. Aşağıdaki çekmecede düzenli duran kravatlarda çok harika görünüyordu. Hepsinin üstünde 'Mert'in kokusu vardı. Ve ben onları koklamadan geçmek istemiyordum. Komodinlerin çekmecelerini teker teker açtım. Yoktu. Bir an hayal kırıklığına uğramıştım. Değildi işte. Hayal kırıklığı akan gözlerim etrafa bakarken, yatak başlığının dayalı olduğu duvarda asılı duran büyük tablo dikkatimi çekmişti. Aklıma bir an gizli olan şeyler, kimsenin aklına gelmeyecek yere saklanırdı. Kasa gibi mesela... Çok film izlediğim için, bu tahminim. Bir filmde kapmıştım ama hangi film, unuttum. Hemen yatağa diz üstü çıkarak tabloyu yerinden çıkardım. Tam tahmin ettiğim gibi bir kasa vardı, karşımda. Açmalı mıydım? Bu çok tehlikeliydi ve Mert, bunu öğrenir öğrenmez benim canımı okurdu. Ama içimdeki ses yine galip gelmişti.

'Aç.'

Elimdeki tabloyu bir kenara bırakarak karşımdaki kasaya baktım. Şifre vardı. Ne olabilirdi? Genelde, kendileri için önemli bir şey koyarlardı. Eğer Mert, benim yol arkadaşım Mert ise; kesinlikle benim doğum günü tarihimi koymuş olabilirdi.

'22101994'

Ve kasa açıldı. Bu, asla bir tesadüf değildi. Kesinlikle.

'Sonradan değiştirmiş olamaz mı?' diyen içime lanet okudum. Haklı olabilirdi ama neden koysundu ki? Kasa açıldığında bir miktar para vardı ve alt köşesinde bir albüm vardı. Mavi renkte bir albümdü bu. Hemen elime aldığımda, bir fotoğraf albümü olduğunu gördüm. İlk sayfasını açar açmaz albümü elimden düşürdüm. Çünkü, aklımı kurcalayan sebeplerin doğru olmasıydı, albümü yere düşüren. Tekrar elime aldığımda daha net baktım. Benim, 4 yaşındaki resmimdi. O da, benim yol arkadaşım Mert'ti. O, beni bulmuştu çoktan. Ama, neden kulağıma eğilip 'sobe' diye fısıldamadı? Bu durumda bir şey daha öğrendim.

-Ben Mert'e, beni hırsızdan kurtardığı an, bize geldiği anda tutulmamıştım. Ben zaten ona baştan aşıktım. O, benim baştan ilk aşkımdı. ama neden sakladı? Niye yalan söyledi?

.


Kasayı kapatıp, tabloyu da yerine yerleştirdikten sonra odama geçtim. Bu yaptığım yanlıştı ama en büyük gerçeği öğrenmiştim. Ve yine bir ikilemdeydim. Sevinse miydim, ağlasa mıydım?

Odamda, yatağımın üstüne oturmuş, öylece karşımda duran duvara asılı saate bakıyordum. Mert, gelmemişti hala. Aramamıştı da beni. Ben yerimde öylece kıpırdanırken, aşağıdan kapı sesi gelmişti. Hemen yataktan kendimi zemine atarak kapıya koştum. Kapıyı açıp hemen merdivenlerden aşağıya indiğimde mutfaktan küçük tıkırtı sesleri duydum. Adımlarımı mutfağa yönelttiğimde karşımda Mert'i bir şeylerle ilgilenirken buldum. Benim varlığımdan bir haberdi şu anda. Islık çalıyor ve bir şeyler yapıyordu. Ne yapıyor olabilirdi? Hala inanamıyordum. O fotoğrafı görmeme rağmen, hala inanamıyordum. Onun, bu zamandan beri yanımda olduğuna inanamıyordum. Kokusu, nefesi, kendisi buradaydı, yanı başımdaydı. Bunu sakladığı için çok büyük bir ceza hak ediyordu. Kendini benden sakladı ve ben, o kulağıma 'sobe' demediği sürece onun benim yol arkadaşım Mert olduğunu bildiğimi asla söylemeyeceğim.



Yorumlarınız
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 4 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
9X13j5.jpg

Dokuzuncu Bölüm
Bu sabah bir farklı uyanıyorum. Hava güzel, odam zaten güzel, aynaya baktığımda kocaman gözlerim bile gülmekten yaşlanmak üzere. Ama yine bu cevabını bir türlü alamadığım sorular aklımda hala. Ve hala, kararlıydım. Mert’e söylemeyecektim. Bana sobe demeden olmazdı. Ya söyleyecekti ya da ben ağzından alacaktım. Bunun içinde bir plan yaptım tabi. Akıl almaz, insanı delirtecek cinsten bir plan… Bir hafta içinde söylemezse, bu planımı uygulayacaktım. Şimdilik bunları düşünmemeliyim. Hazırlanıp aşağıya inmeliyim. Dün benim için bir pasta almış-hem de çilek aromalı-bana kendini affettirmek adına sürpriz yapmıştı. Tabi, arkasında fazla durmadım ve odama gidip giyindim-tabiri caizse süslendim-. Neyse, hazırım ve aşağıya inip bir kahvaltı masası hazırlayacaktım. Bugünde benim ona sürprizim olacaktı. Sevil abla da hala uyanmadı, çünkü ben çok çok erken kalktım. Yavaşça indiğim merdivenlerin basamaklarını bitirdim ve mutfağa geçip dolapları karıştırdım. Aslında ben…evet, yemek yapmasını bilmiyordum. Ama omlet yapabilirdim. Üzerine de çilek ya da kiraz reçeli… Ben çok severim. 4 yaşındayken, Mert yedirmişti bana. Annem bana zorla yedirmeye çalışırken, ben kolayca Mert’ten almıştım bir ısırık. Yani, bana uzattığı reçelli omletten bahsediyorum. Neyse ki, omletimi yaptım ve diğer gerekli olanları da bahçedeki küçük masaya koydum. Hava gerçekten bugün çok güzeldi. Ya da bana öyle geliyordu. Ama hiçbir şey fark etmezdi, benim için. Doğradığım ekmekleri de sepete koyup masada yerini aldı, ekmek sepeti. Geriye kalan tek şey; aygazda tüten ve suyu fışkıran çayın masada yer almasını sağlamak ve Mert’in uyanıp bu muhteşem manzarayı görmesini sağlamaktı. Tabi ki, ben uyandıracaktım onu. Ama dünkü yaptığım o şeyden sonra o odaya tekrar girebileceğimi sanmıyordum. O odaya ne zaman girsem hep pişmanlık duyacaktım, bunu biliyorum. Ama öğrendiğim gerçekle yanlışta olsa doğru bir şey yapmıştım. Yoksa, bu da mı yanlıştı? Kafam çok karışık ve bu mutlu günümde kafamı böyle şeylerle yormak istemediğimde yukarı çıktım ve Mert’in odasının kapısını çaldım. Tahmin edildiği gibi, ses yoktu. Çare olarak içeri girmek ve onu dürtüp uyandırmak olacaktı ve yaptım da. Kapıyı yavaşça açtım ve başımı kapıdan geçirip Mert’e baktım. Yüzüstü yatan vücudu, perdenin aralık kalan boşluğundan sızan gün ışığıyla neredeyse altın gibi parlıyordu. Ya da gümüş, her neyse. Yutkunduğumun farkında bile değildim, ona yaklaşırken. Yüzü, öyle masumdu ki. Öyle güzel ve pürüzsüzdü ki… Daha yeni çıkan sarı sarı sakalları bile bir başka yakışıklı yapıyordu, onu. Mavi gözlerini kapayan göz kapaklarını açması için elimi yavaşça omzuna uzattım ve yavaşça dürttüm, seslenerek.

“Mert?”

Sadece kıpırdanıyor ama ses vermiyordu. Bu sefer biraz daha bastırdım, dokunuşlarımı ve sesimi de biraz daha açtım.

“Mert, hadi uyan.”

Yine başarısız olmuştum ama ben sabahları insanları uyandırmak için kullandığım bazı yöntemler vardı. Bunu babamda uyguluyordum hep, mesela. Şimdi Mert’e kısmetmiş. Hava güzel, güneş havada parlıyor ve bunu Mert’ten esirgemek istemezdim. Halihazırda, başını pencereye doğru çevirmişken, bu acayip kaçınılmaz olacaktı. Bir kamera lazımdı aslında bana ama bunun olacağını bilmediğimden… Neyse, uzatmaya gerek yok. Perdeyi sonuna kadar açtım ve gün ışığının içeriye girmesine izin verdim. Bu arada arkama döndüğümde Mert, gözlerini yarı açmış ve koluyla gözlerini içeri sızan gün ışığından korumaya çalışıyor ve anlamsız fısıltılar yağıyordu odaya.

“Bu ne ya, sabah sabah?”

“Uyan uykucu. Sabah oldu bile.” Diye eğildim ona doğru, gülümseyerek. O da kolunu gözlerinden çekmiş, hala kısık gözleriyle bana bakıyordu. Ve tabi olağanlıkla bana kocaman gülümsemesini göndermiş bulundu.

“Sana da günaydın. Bugün Pazar sanıyordum.”

“Evet, Pazar ama dışarıda çok güzel bir manzara var. Yani bahçede. Bence gelip görmelisin. Bu yüzden önce giyinmelisin.” Diyerek dolabına yöneldim, arkasındaki tabloya bakmamaya çalışarak. Dolaptan çıkardığım beyaz tişörtle ona döndüm ve elimdeki tişörtü ona doğru fırlatmamla hemen tek eliyle havadan kaptı.

“Pekala. Hemen aşağıdayım.”

O tişörtünü altın veyahut gümüş gibi parlayan vücudundan geçirirken ben de çoktan odadan çıkmış, kendimi hemen bahçeye atmıştım bile. Bayılacaktı. Kesinlikle bayılacaktı çünkü bayılmamasının imkanı yoktu. Böyle muhteşem görüntüye bayılmamak söz konusu olamazdı, bir kere. Çok geçmeden onun merdivenlerden indiğine dair ayak sesleri alıyordum. Masada yaptığım son düzenlemeleri-gereği yoktu-yapıp arkama döndüm ve ona gülümseyerek baktım. Masa arkamda, o bana doğru geliyordu ve gözleri gözlerimden hiç ayrılmıyordu. Ve gülümsemesi de hiç eksik olmadı, yanıma yaklaştığında.

“Hava güzelmiş. Sanırım asıl güzel olan, senin arkanda gizli olmalı?” dedi arkaya bakmaya çalışarak ama ben izin vermiyordum. O sağdan bakmaya çalışsa ben sağa doğru eğiliyordum.

“Valla benden güzelse, hiç göstermem.” Dedim bakışlarımı, onun mavi gözlerinden ayırmadan ve çok ciddi bakıyordum.

“Senden güzelse zaten hiç oturmam ki, yaramaz.” Deyip burnumu sıktı ve kollarımdan tutup beni bir kenara çekip masaya baktı. Üzerinde benim yaptığım omlet ve zeytin, peynir, domates, cacık dolu olan masadan ayırdığı gözlerini benim üzerime dikti.

“Bu…Bunu sen mi yaptın?”

“Evet, ben yaptım. Beğenemedin mi?”

Sabahtan beri eksik etmediği gülümsemesiyle yanaklarımı sıktı ve ben bundan hiç hoşlanmıyordum.

“Yaahh.”

“Beğendim, prenses. Senin yaptığın her şeyi beğeniyorum ben.”

Acaba bu konuşmaları bir ipucu muydu? Belki de öyleydi. Anlamamı istiyordu. Ama söylemiştim, ona. Ama ‘değilim’ demişti. Neden yalan söyledi? Niye böyle bir şey yapmıştı? Öğrenecektim elbette. Ama onun ağzından öğrenecektim bu sefer. Dün şeytan kafama girdi ve yapmıştım bir şeyler. Bir yandan yaptığım iyi oldu diye düşünüyordum ama bir yandan da bu yaptığımın yanlış olduğunu düşünüyordum. Öyleydi de.

“Hıh, seni yalancı!”

“Yalancı, hım? Ben sana asla yalan söylemem, Damla. Gerçekten çok beğendim.”

Ama söyledin, Mert. O uçurumun kenarında söyledin. ‘Değilim’ dedin ama sendin. Benim ‘yol arkadaşım Mert’tin.

**

Mert, gelen telefonla çalışma odasına çekilmişti hemen. Ben de salonda yalnız başıma kalmıştım. Babam, biliyor mudur Mert’in gerçekte kim olduğunu? Tabi ki biliyordur. Hep merak ettiğim bir şey daha açığa kavuşmuş oldu, böylece. Ne kadar babamın eski arkadaşının oğlu olsa dahi, asla emanet etmezdi babam beni Mert’e. Demek ki, biliyordu. Bildiği için beni Mert’e bıraktı. Ve o da bana yalan söyledi. ‘Eski bir arkadaşım geliyor, sen tanımazsın’ demişti bana. Bu da bir yalandı. ‘Mert geliyor. Senin yol arkadaşın Mert geliyor, bugün bize’ derdi. Evet, böyle derdi. Çünkü onu beklediğimi biliyordu. Onu unutmamak için adını duvarlarıma, dolaplarıma yazdım. Ama ben onu baştan kalbime yazmıştım. Duvara, dolaba yazdığım Mert isimleri silinse dahi, kalbimdeki Mert’i kimse silemezdi. Yol arkadaşım Mert olduğunu bilmediğim Mert’e aşık olduğum düşüncesiyle bir an sildim sanmıştım ama aslında ben yine aynı kişiye aşık olmuştum. Bu yakınlık beni çekiyordu ona ve çekmeye de devam ediyordu.

“Üzgünüm, Damla. Çok önemli bir telefon olmasaydı inan açmazdım.”

Mert, merdivenlerden inerek yanıma yaklaşıyor ve açıklama yapıyordu.

“Önemli değil.”

“Haftaya Cuma seninle bir şehir dışına çıkalım. Ne dersin?”

“Harika derim.” Diyerek gülümsedim. Mert’le bir yolculuk beni bekliyordu ve içimden bir his bunun harikadan öte mükemmel olacağını söylüyordu.


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 4 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
rLkWYV.jpg

Onuncu Bölüm
(1.Gün)
Sabah uyandığımda hemen kendimi banyoya attım. Yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçaladıktan sonra aşağıya indim. Mert, çoktan uyanmış, masada yerini alıp gazetesini okumaya başlamıştı bile. İnsan bir odama uğrar, değil mi? Yanağımdan öperek uyandırsa ya.

“Günaydın” deyip karşısına oturduğumda gazetesini indirip, hasret olduğum mavi gözlerini bana dikti.

“Günaydın, yaramaz. Çok erkencisin, bakıyorum da.”

“Bu güzel kokulara uyanmamak olmazdı. Oysa ki, çok güzel rüyanın ortasındaydım.” Dedim, tabağıma peynir koyarken. Meraklı gözleri yine beni buldu.

“Neymiş o güzel rüya?” dedi son cümlenin adını bastırarak.

“Rüyamda Mert’i görüyordum. Yani, görmeye çalışıyordum.” Dedim, ekmeğime çilek reçeli sürerken. “Mavi gözleri, beyaz teni… 11 yaşındakinden 24 yaşındaki halini görmek istedim ama olmadı. Arkadan sarı saçları gözüküyordu. Tam arkasını dönecekti ki, uyandım. Günışığı yüzüme vurdu işte.”

Çilek reçelli ekmeğimden bir dilim alıp meyve suyumdan bir yudum içtim. Ve devam ettim, tabi.

“Üstelik, onda benim 4 yaşındayken fotoğrafım vardı. Daha doğrusu, ikimizin çektirdiği fotoğrafı ikiye ayırmıştık ve onun 10 yaşındaki fotoğrafı ben de, benim 4 yaşındaki fotoğrafım onda. Bir gün birbirimizi bulduğumuzda o fotoğraflar kanıtı olacak, bizim yol arkadaşımız olduğuna. Beni bulacağını biliyorum.”

“Seni bulacağına emin misin?”

“Evet, eminim. Ben nerede olursam olayım, o gelir beni bulur.”

“Evinin yolunu biliyordu. Neden bu zamana kadar gelip seni görmedi?”

Ne yapmaya çalışıyordu bu? Böyle bir soruyu neden sordu ki şimdi? Üstelik, yol arkadaşım Mert’ken kendisi.

“Bir sebebi olmalı, mutlaka. Yoksa gelirdi. Gelir ve kulağıma sobe diye fısıldardı.”

“Ya hiç gelmezse ve kulağına hiç sobe demezse?”

Gerçekten bunlar ne demek oluyordu? Benim bundan çıkardığım sonuç; Mert, asla ortaya çıkmayacak ve bana gerçekleri itiraf etmeyecekti. Hayır, gerçek tam önümdeydi ve ben gerçekleri ortaya dökecektim. Bunda kararlıydım.

“O zaman ben derim. Ne olursa olsun, onu bulacağım.”

Mendille ağzımı silip kalktım, masadan. Mert’in ne yaptığını bilmiyorum ama amacı neyse, onu yapmasına müsaade etmeyecektim. Buna izin vermeyeceğim, asla.

“Sana afiyet olsun. Ben okula geç kalmayayım.”

“İyi dersler.”

(5.Gün)

Bugün, beşinci gün. Geride kalan günlerde hiç Mert’ten bahsetmedim, Mert’e. İlk günde söyledikleri hep aklımdaydı ve Mert’in ne yapmak istediğini düşündüm. Bugün beşinci gün ve üstelik, Mertle çıkacağımız yolculuğu gerçekleştirme günümüzdü. Bir iş için gidiyordu ve ben de ona eşlik edecektim. Pazar akşamı da dönecektik, geriye. O toplantıdayken ben de odamda ya da dışarıda vakit geçirecektim. Hayal ettiğim gibi Mert ile vakit geçiremeyecektim.

“Hazır mısın?” dedi, Mert kapımın açık olan aralığından kafasını uzatarak.

“Evet. Zaten fazla kalmayacağız. Çok şey almama gerek yok.” Dedim, küçük bavulu ona gösterirken.

“Tabii. Hadi, gidelim de çok geç kalmayalım.” Dedi, içeri girip elimdeki küçük bavulu alırken. Ben de çantamı alıp arkasından ilerledim. Arabaya bindiğimizde Mert’e baktım. Gerçekten çıkmayacak mıydı, ortaya? Bana hiç söylemeyecek miydi, kulağıma sobe diye fısıldamayacak mıydı? O söylediklerinden bunları anlamıştım. Nefret ettirmeye çalışıyor ve ondan vazgeçmemi istiyordu. Ama neden? Bunları yapacaktı madem ki, neden geri geldi ve beni evine kabul etti? Neden?

“İyi misin, Damla?”

Mert’in, anlayamadığım endişeli sesiyle kendime geldim. Gözleri çok endişeli bakışıyordu.

“İyiyim, nedenki?”

“Ağlıyorsun.”

Oysaki ağladığımın farkında bile değildim. Ağlıyormuşum. Bunun nedeni, Mert’in hayatımdan çıkmak istemesi… Yol arkadaşım Mert’in benden uzaklaşma düşüncesiydi.

“Yok canım. Toz kaçtı galiba.” Dedim elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken. Daha doğrusu, Mert kaçmıştı gözüme.

“Pekala. O zaman yolculuğumuza başlıyoruz.” Diyerek arabayı çalıştırdı ve 2 günlüğüne evimizden uzaklaşmıştık, çoktan.


**

Hava kararmış, sadece arabaların ışıklarını görebiliyordum. Dükkanlar, ışıklarının hepsini açmış, sokakları aydınlatmışlardı teker teker. Ardından ormanlık alana geldiğimizde, arabanın ön farından sızan ışığa bakarak ağaçları izleyebiliyordum. Gerçekten, her iki yanı ağaçlarla dolu olan yoldan geçiyorduk.

“Şarkı söyleyebilir miyim?” dedim, sanki izin istemem gerekirmiş gibisine.

“Tabi ki. Hem zaten sesini duymak istiyordum. Ayrıca, nerden esti böyle?”

“Hiç. Canım sıkıldı.”

“Tamam. Sizi dinliyoruz, Damla hanım.”

Derin nefesler aldım ve geri koyuverdim aldığım nefesleri.

“Merhaba dedin sandım
Veda etmişsiz meğer anlayamadım.

Ağlama ardımdan ağlama.
Beni sevdiysen eğer
Hiç unutma.

Arıyorum seni her yerde
Yokluğun büyürken içimde
Biliyorum bir yerdesin.
Söyle nerdesin söyle.

Yanıma geldin sandım
Çekip gitmişsin meğer, alışamadım
Dönemem, geriye dönemem
Yenik düşersen eğer beni hatırla

Bekliyorum seni her gece
Çıkıp gelirsin diye
Biliyorum bir yerdesin
Neden gittin söyle?

Arıyorum seni her yerde
Yokluğun büyürken içimde
Biliyorum bir yerdesin.
Söyle nerdesin söyle.

Bekliyorum seni her gece
Çıkıp gelirsin diye
Biliyorum bir yerdesin
Neden gittin söyle?"


Bu şarkı, bana Mert’i hatırlatıyordu. Ortaya çıkmasını bekliyorum. Yol arkadaşımı bekliyorum, ben. Sobe demesini bekliyorum.

“Vay canına. Gerçekten sesin harika.”

“Bu şarkının sözleri, benim duygularımı anlatıyor.”

“Nasıl yani?”

“Ben, yol arkadaşımı hep bekledim. Hala da bekliyorum. Gelmesini, bana sobe demesini ve bana sarılmasını bekliyorum. Aynı o parçada dediği gibi, onu bekliyorum. Yokluğu içimde büyüyor. Hep rüyalarıma giriyor. Arkasından görüyorum ama önü, bana yasak sanki. Bir de… Bir de içimde öyle bir his var ki. Yanımda, yakınımda sanki. Onu çok özlüyorum, Mert. Bana dönmesini bekliyorum. Bu yüzden hep uyumak istiyorum, belki de. Yüzü bana dönsün diye.”

Bu yaptığım aptallıktı belki ama hissettiklerimdi bunlar, gerçekte. Yalan değildi, oyun değildi. Gerçekti, tüm söylediklerim. Yanımda olduğunu biliyordum ama ortaya çıkmasını bekliyorum.

Ne olduğunu anlayamadan Mert, arabayı sağa çekti ve öylece ileri bakıp durdu. Ben de susmak zorunda kaldım.

“Anlıyorum, Damla. Gerçekten seni anlıyorum ama…”

“Anlıyor musun? Nerden anlayacaksın ki?”

İtiraf etmek için çok az kaldı. Çok az…

“Çünkü…çünkü benimde geçmişim var. Benimde beklediğim birisi var. Ama asla ona kavuşamayacağımı biliyorum. O kadar.”

Bu demek oluyordu ki, ortaya hiç çıkmayacaktı Mert. Hayal kırıklığım, içime bir kez daha oturdu ama ben bundan vazgeçmeyecektim. Ben kavuşmak isteyenlerdendim, kaçanlardan değildim.

“Nereden biliyorsun?”

Hiçbir şey demedi. O mavi gözlerini benden çekip yoluna devam etti. Ben ise, hala ona bakıyor ve cevap bekliyordum.

“Nereden biliyorsun?” diye tekrarladım. Sesim sanki kısılmış gibiydi ve duyabileceğinden emin değildim.

“Biliyorum işte. İmkansız. Sadece… sadece… Aahh! Damla, yolumuz uzun ve ben yol boyunca araba süreceğim. Bu yüzden bu konuyu kapatalım. Olur mu?”

Sanırım ben Mert’i hiç anlamayacaktım. İmkansız olan neydi? İmkansız değildim, işte. Tam karşısındaydım. Asıl engeli koyan kendisiydi. Her şeyi bildiğimi söylesem, gerçekte kim olduğunu söylesem imkansız denen şey kalmazdı. Yoktu zaten. Ama söyleyemezdim. Onun ağzından duymak istiyordum. Kulağıma eğilip sobe diye fısıldamasını istiyorum. Ortaya çıkmayacağını ima ediyordu, tüm cümlelerinde ama ben ortaya çıkartacaktım onu. Ne pahasına olursa olsun.


**

Neredeyse gece yarısı varmıştık, otele. Arabadan indiğimizde Mert, arabanın anahtarını valeye vermiş ve ikimiz de valizlerimizi alıp otele girmiştik. Resepsiyona doğru ilerlediğimizde Mert’in koluna girdim.

“İki yataklı tek oda olsun.” Diye söylendim, resepsiyona ilerlerken.

“Neden?”

“Korkarım, çünkü. Yanımda olsan iyi olur.” Diye açıklama yaptığımda resepsiyona vardığımızda görevli bayan bizi gülerek karşılamıştı.

“Hoşgeldiniz, efendim. Odalarınız hazır. Buyrun. 108 ve 109 nolu odanızın anahtarı.” Diyerek elindeki iki anahtarı bize uzatmıştı.

“Daha önceden rezervasyon mu yaptın?”

“Evet. Oteller çok çabuk doluyor, maalesef. Şey, iki yataklı tek odanız var mıydı?” diyerek benden çevirdiği bakışlarını görevli bayana dikmişti.

“Evet, efendim. Bir tane kalmış olmalı. Kimin içindi?”

“İkimiz için.” Diyerek beni ve kendisini gösterdi gülerek.

“Tamam. 120 No’lu odaya alıyorum sizi.” Deyip, diğer anahtarları yerine takıp başka bir anahtar uzattı bize. Mert, anahtarı alıp görevli kadına teşekkür ettikten sonra elimden tutup asansöre doğru çekti beni. Elimden tuttu. Mert, benim elimden tuttu. Yanlışlıkla yapmış olacağından korkuyordum. Yanlışlıkla yapmamış olsun. Lütfen!

Asansöre bindiğimizde anca fark ediyor, elimden tuttuğunu. Elini elimden ayırdığında, bir şey eksildi sanki içimde. Bir sıcaklık gibi…

“Özür dilerim. Farkında değildim.” Diye açıklamada bulundu, çıkacağımız katın tuşuna basarken.

“Sorun değil.” Dedim sadece ve asansör duruncaya kadar tek bir laf etmedik. Asansör durduğunda, hemen asansörden çıktık ve sağa döndük. Mert, biliyor gibiydi ve normal bir şeydi. İş gezilerinde çok fazla otelde kalmışlığı vardı. 120 No’lu odanın önüne geldiğimizde kendimi bir garip hissettim. Mert, kapıyı açtığında elini uzattı içeriye doğru.

“Hadi gir içeri, korkak.”

“Korkak mı?”

“Korktuğunu söylemiştin ya.”

“Çok gıcıksın.” Diyerek içeri geçtim ve bavulu bir köşeye koydum. Mert’te arkamdan kapıyı kapatmış, pencereye doğru ilerlemişti.

“Üstünü değiştir de artık uyuyalım. Saat 2’ye geliyor.”

Bakışlarını pencereden çektiğinde benimle buluştu.

“Sen banyoda üstünü değiştirirken, ben de burada değiştiririm. Tamam?”

“Tamam.” Diyerek bir köşeye koyduğum bavulumu alıp banyoya girdim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Aynı odada kalacaktık ve ben bunu teklif etmiştim. Ne var ki, o da reddetmemişti. Vakit kaybetmeden pijamalarımı giydim ve içeriye, Mert’e seslendim.

“Giyindin mi?” diye bağırdığımda ‘Evet’ cevabını aldığımda bavulumla dışarı çıktığım gibi içeri girdim tekrardan. Bana yalan söyledi.

“Hani giyinmiştin?”

“Ee, giyindim ama.”

“Üstünde bir şey yok.”

“Hava geceleri bile çok sıcak. Ne olmuş ki yani? Hadi çık dışarı.”

“Üstüne bir şey giymeden çıkmam.”

“Neden öyle diyorsun? Okulların ilk açıldığı günde hiç tereddüt etmemiştin, girmiştin içeri. Geçen hafta da sabah görmüştün bir de.”

Aman Allah’ım! O gün, yarı çıplaktı ve gerçekten tereddüt etmeden girmiştim. Ve o bunu unutmadı. Yüz kızartıcı bir durumla karşı karşıyaydım.

“Öyle mi? Hiç hatırlamıyorum.”

“Damla. Çocukluğu bırak da hadi geç içeri. Çok uykum var ve biliyorsun, ışık açıkken uyuyamam.”

El mahkum, kapıyı açtım ve içeri girdim. Mert, yatağına geçmişti çoktan. Gözleriyle lambayı işaret etmişti, kapatmam için. Bakışlarımı ondan çekip hemen ışığı kapattım ve ben de yerime geçtim. Diğer geçen günler ve bugün onun ağzından bir itiraf alamamıştım. Bu yüzden başka bir plana ihtiyacım vardı. Ve yarın bu yeni planımla güne başlamak bana farz olmuştu. Eni sonunda itiraf edeceksin, yol arkadaşım. Eni sonunda kavuşacağız.


Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 5 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
heart-love-romantic-sea-sun-Favim.com-110190.jpg

Bölüm 11
Gözlerimi başka bir odada, başka bir yerde açıyordum. İlk Mert’in evinde açtığım gibi… Gözlerimi açtığımda Mert’i yanı başımda oturmuş halde buldum. Elleriyle alnıma dokunuyor sonra geri çekiyordu. Yüzünde de endişe dolu bir hal vardı. Ve ben çok üşüyordum. Etrafa baktığımda bir otel odasında değil, bir hastane odasındaydım. Ben buraya ne ara geldim ve neden geldim?


“Ben-neden buradayım?” dedim çatallaşmış sesimle.

“Biraz ateşin çıktı. Seni hastaneye getirdim ama yok bir şey. Geçecek.” Dedi, yanağımı okşarken. Gülümsedim.

“Çok sorunlu birisiyim. Seninde başına bela oldum. Hem, toplantın vardı senin. Gitmelisin.”

“Bir daha öyle sözler duymak istemiyorum, senden. Benim için toplantı değil, sen önemlisin.”

“Çok mu ateşim var?”

“Evet. 39 derece neredeyse ve sanırım hava değişikliği yaramamış sana. Ya da kötü bir rüya gördün. Kötü rüya gördüğünde ateşin yükselir.”

“Bunu sen nereden biliyorsun?”

“Baban uyarmıştı. Şimdi doktor gelip tekrar ateşini ölçecek, tamam? Şimdi konuşma ve dinlen.”

Üstümü örtüp kalktığında elinden yakalayıp durdurdum onu.

“Gitme. Yanımda kal.”

Mavi gözleri, benim kahverengi gözlerimle buluştuğunda gülümseyerek yanıma oturdu. Ellerimi hiç bırakmadan benim uyumamı izledi. Zaten kendimi fazla tutamamıştım. Gözlerim kapanmıştı çoktan. Tek hatırlayabildiğim, Mert’in sesinin kulağıma değmesiydi.

“Bu da geçecek, yaramaz.”

(14 Yıl Önce)
*
Çok kötü bir rüya görmüştüm. Ter içinde kalmış, ateşim anında yükselmişti. Annem, bir gece beni kontrol etmek adına odama geldiğinde beni ter ve ateşler içinde bulmuştu. Evde çok telaş vardı. Hemen hastaneye gittiğimizde, ateşlendiğim Mert’lere kadar gitmişti. Sonradan öğrendiğime göre Mert ailesine yalvar yakar hastaneye, benim yanıma gelmiş. Gözlerimi açtığımda onu görmüştüm. Bana gülümsüyor ve elimi tutuyordu. Ben de ona gülümsemeye çalıştım. Ve gözlerim çok yorgun olduğundan kapanmıştı. Zaten tek hatırlayabildiğim, Mert’in elimi tutup kulağıma değen sesiydi.

“Bu da geçecek, yaramaz.”

Gözlerimi açtığımda, ne üşüdüğümü hissetmiştim ne de yorgun bir bedene sahiptim. Ateşim düşmüş ve herkes benim uyanmamı bekliyordu. Mert, yanıma gelip tekrar elimi tuttu ve gözlerimi kapatmadan önce duyduğum o tatlı, güven verici ses yine kulaklarıma doldu.

“Sana geçecek, demiştim.”

(14 Yıl Sonra)
*
Gözlerimi açtığımda Mert, hala elimi tutuyordu. Üzerimden giden yorgunluğu hissedebiliyordum. Üşüme hissi de yok olmuştu, bir anda. Karşımda duran Mert, gülümseyerek bakmıştı bana ve elini alnıma koydu.

“Sana geçecek, demiştim.”

14 yıl önceki hastalanmamı hatırladım da, sanki tarih tekerrür ediyordu. 14 yıl önce de bana böyle demişti.

‘Bu da geçecek, yaramaz.’
‘Sana geçecek, demiştim.’

Ve kesinlikle benim yol arkadaşımdı. Aradığım, beklediğim yol arkadaşım Mert… Bunu hatırlamam bile olağanüstü bir şey olmalı. Belki de annem bana hiç unutturmadığı içindir. Geceleri hep prenses masalları yerine Mert’le geçirdiğim zamanları anlatırdı bana.

“İyileştiğime göre, çıkabilir miyiz artık?”

“Tabi, yaramaz. Çıkış işlemlerini hallettim, zaten.”

“Sahile gidelim mi?”

“Bugün iyice dinlenmen lazım, Damla. Daha ateşin yeni düştü, sayılır.”

“Ama lütfen! Yarın gidiyoruz zaten.”

“Daha bir şey bile yemedin. Hadi, giyin ve gidelim. Biraz dinlen sonra gideriz.” Dediğinde heyecanları ellerimi birbirine çarptım. Mert ise bu halime sadece gülmüştü.

“Teşekkür ederim. Teşekkür ederim.” Dediğimde çoktan giysilerimi elime almıştım. Mert’te gülümsemesi hala yüzünde dışarı çıkmıştı. Çok vakit kaybetmeden ben de hemen giyindim ve dışarı çıktım. Mert, duvara yaslanmış beni bekliyordu. Beni görür görmez hemen elimdeki çantayı aldı ve elini belime koyarak çıkışa doğru ilerledik.

“Dışarıda yapalım mı kahvaltıyı? Şöyle manzarası güzel bir yerde?”

“Olur. Açılmış olursun, sen de. İyi gelir.”

“Çilek reçelli omlet yaparlar mı sence?”

“Yapmazlarsa yaptırırız, güzelim. Hadi, arabaya bin de kemerini bağla.” Diyerek açtığı kapıdan girmemi bekledi. Ben de bekletmeden hemen girdim ve kemerimi bağladım; o da şoför koltuğuna geçip kemerini bağlarken.

**

Beni gerçekten manzarası güzel olan bir restoranda getirmişti. İçeri girdiğimizde garson bizi karşılamış ve manzarayı gösteren cam kenarına götürmüştü bizi. Restorandın içi de çok güzeldi ama manzaranın güzelliği bunu görmemi engelliyordu. Başta, Mert engelliyordu, her ikisini. Çünkü onun güzelliğinden başka bir güzellik benim dikkatimi çekmiyordu.

“Beğendin mi?” dedi, ona baktığımda.

“Çok.” Dediğimde garson gelip siparişlerimizi aldı. Ben dışarıyı seyrederken, çoktan siparişlerimiz gelmiş, masamız donatılmıştı. Mert’in söylediği çilek reçelli omlet önüme koyulunca heyecanlanmıştım.

“İster misin?” dedim, omlet tabağımı ona uzatırken.

“Neden olmasın.” Diyerek bir dilim kendi tabağına koydu, omletten. Ben de tabağı önüme koyarak yemeye başladım. Gerçekten çok acıkmıştım.

“Saat kaç?”

Tüm yol boyunca hiç sormamıştım, bunu. Aklıma dahi gelmemişti.

“12:45.”

“Ne? Hastaneye götürdüğünde kaçtı saat?”

“Sabahın beşi. İnliyordun ve sağa sola dönüp duruyordun. Bir şey oldu sanıp kalktım ve ışığı açtım. Baktım ki terler içindesin ve ateş gibi yanıyorsun. Ben de vakit kaybetmeden hastaneye götürdüm seni.”

“Benimle uğraştığın için teşekkür ederim.”

“Ah, Damla. Senin için her şeyi yaparım ben.”

O zaman itiraf et, Mert. Gel de kulağıma fısılda. Ne diye bekliyorsun ki daha?

**

Güzel bir kahvaltının ardından otele gelmiş, odamıza geçmiştik. Mert, benim biraz dinlenmem gerektiğini ve kendisinin de birkaç iş yapması gerektiğini söyleyip odadan çıkmıştı. O çıkar çıkmaz hemen yataktan kalkmıştım. Dinlenmek istemiyordum. Ben gerçekleri istiyordum. Bunu nasıl yapmak gerekiyor, bilmiyordum. Kendi ağzıyla söylemek zorunda kalacaktı. Bunu yapmalıydım. Zorla ağzından almalıydım. Öyle bastırmalıyım ki itiraf etsin, öyle sıkmalıyım ki, koyuversin. Bazı kimseler, birinin ağzından laf almak için küçük bir çapta yalan uydururlar. Bazı diğer kimselerse; bir kenara sıkıştırıp cımbızla alırlardı ağızlarından, lafı. Peki ben hangisini yapacaktım ve en önemlisi nasıl yapacaktım? İkinci söylediğimde, onu denemiştim. Daha doğrusu içimdeki bu şüpheyi uçurumun kenarındayken boşaltmıştım ve dolayısıyla olumsuz bir yanıt almıştım. Sonucu ise, umursamazlığa, dik başlılığa dönmüştü. İlk söylediğim ise, bir yalan ama nasıl? Sonuç olarak; benim yol arkadaşım Mert’i aradığımı biliyordu. Eğer bulduğumu söylersem, ortaya sıkışacaktı. Bunun gerçek olması için birini ayarlamam gerekti ancak bu işleri hiç bilmiyordum ki ben. Kendi başıma nasıl yaparım, hiç bilmiyorum. Ama yapacaktım. Birini ayarlayacaktım. Çünkü temeller sağlam olmalıydı. Mert’i tanıyorsam, kesinlikle araştıracaktı. Eğer, birini bulmazsam bu oyunu oynayacak, anlayacaktı. Belki de itiraf edecekti ya da başka bir şey uyduracaktı. Bu yüzden temellerim iyi olmalıydı. İstanbul’a geri döner dönmez ilk yapacağım iş, bu olmalıydı. Bu plan, benim son çaremdi. Ya olacaktı…ya olmak zorunda.

**

“Deniz çok güzel. Hadi gel.”

Kumların üzerine oturmuş Mert’i çağırıyordum. Ayakkabılarımı çıkarmış, karaya vuran suların üzerinde zıplıyor, hatta koşuyordum. Çok eğlenceliydi ve insanı mükemmel rahatlatıyordu.

“Yok, almayayım ben. Sen eğlen.”

“Ama hadi. Yoksa…yoksa…”

Kahkaha atmaya başladım. Kahkahalarım, eğilip dizlerime vurmaya kadar devam etti. Tabi amacımda başarılı oluyordum ve merakına yenik düşüp kalkmıştı oturduğu yerden.

“Yoksa ne?”

İşaret parmağımı ona uzatıyor, ardından geli çekip kahkaha atıyordum. O da bana doğru gelmeye başlamıştı bile.

“Sana diyorum.”

Bana yaklaştığında hemen koşmaya başladım. O beni kovalıyor, ben ise koşuyordum; ayaklarıma vuran suya aldırmadan. Tabi Mert beni belimden yakalamış, havaya kaldırarak döndürmeye başlamıştı bile.

“Hey, indir beni.” Desem de dinlemiyor, döndürmeye devam ediyordu. Bıraktığında bedenimi kendine çevirdiğinde başım fena halde dönüyor olmalıydı ki, Mert’i iki Mert olarak görüyordum.

“Damla hanım, yoksa ne? Yani bu kadar kahkahaatmanıza neden olan bu ‘yoksa’nın ne olduğunu öğrenebilir miyim?”

“Aslında hiçbir şey.”

“Nasıl?”

Bedenimi ondan uzaklaştırdığımda gülerek; “Amacım; seni kışkırtmaktı ve başarılı oldum da.” Dedim. Tek kaşını kaldırarak bana yaklaştı ve tek eliyle belimi kavrayıp beni kendine çekti. Aramızdaki mesafe ya var ya yok arasındaydı ve verdiği nefesleri yüzüme değiyordu. O mavi gözlerini şimdi daha yakından görebiliyordum.

“Sizi tebrik ederim. Çok başarılı oldunuz.” Diye fısıldadığında yüzüme daha çok yaklaşmıştı sanki. Bu da nefesimi tutmama ve yutkunmama neden olmuştu. Ardından gelen sıcaklık dudağıma değince, ne yapacağımı bilemedim. Aman Allah’ım! Mert, beni öpüyordu. O sıcacık nefesi, dudaklarımın arasından içeri giriyordu ve ben hala hiçbir şey yapamıyordum. Karşılık vermek istiyordum ama buna engel olan bir şey vardı.

Gerçekler… İtiraflar ve söylenmesi gereken sözler…

Ama kalbim bu engeli hemen kırmıştı, çoktan. Duygular, galip gelmiş; mantıkta bir kenara çekilmişti. Bu sefer, ben alabiliyordum, onun dudaklarındaki tadı. Şimdi ben hissediyordum, bu hazzı.

Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 5 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 
OP
Claraa

Claraa

Üye
Katılım
17 Haziran 2014
Mesajlar
70
Tepki
65
Puan
18
Konum
Bartın
0VoLlD.jpg

12.Bölüm
-FİNAL-

“Deniz çok güzel. Hadi gel.”

Kumların üzerine oturmuş Mert’i çağırıyordum. Ayakkabılarımı çıkarmış, karaya vuran suların üzerinde zıplıyor, hatta koşuyordum. Çok eğlenceliydi ve insanı mükemmel rahatlatıyordu.

“Yok, almayayım ben. Sen eğlen.”


“Ama hadi. Yoksa…yoksa…”

Kahkaha atmaya başladım. Kahkahalarım, eğilip dizlerime vurmaya kadar devam etti. Tabi amacımda başarılı oluyordum ve merakına yenik düşüp kalkmıştı oturduğu yerden.

“Yoksa ne?”

İşaret parmağımı ona uzatıyor, ardından geli çekip kahkaha atıyordum. O da bana doğru gelmeye başlamıştı bile.

“Sana diyorum.”

Bana yaklaştığında hemen koşmaya başladım. O beni kovalıyor, ben ise koşuyordum; ayaklarıma vuran suya aldırmadan. Tabi Mert beni belimden yakalamış, havaya kaldırarak döndürmeye başlamıştı bile.

“Hey, indir beni.” Desem de dinlemiyor, döndürmeye devam ediyordu. Bıraktığında bedenimi kendine çevirdiğinde başım fena halde dönüyor olmalıydı ki, Mert’i iki Mert olarak görüyordum.

“Damla hanım, yoksa ne? Yani bu kadar kahkahaatmanıza neden olan bu ‘yoksa’nın ne olduğunu öğrenebilir miyim?”

“Aslında hiçbir şey.”

“Nasıl?”

Bedenimi ondan uzaklaştırdığımda gülerek; “Amacım; seni kışkırtmaktı ve başarılı oldum da.” Dedim. Tek kaşını kaldırarak bana yaklaştı ve tek eliyle belimi kavrayıp beni kendine çekti. Aramızdaki mesafe ya var ya yok arasındaydı ve verdiği nefesleri yüzüme değiyordu. O mavi gözlerini şimdi daha yakından görebiliyordum.

“Sizi tebrik ederim. Çok başarılı oldunuz.” Diye fısıldadığında yüzüme daha çok yaklaşmıştı sanki. Bu da nefesimi tutmama ve yutkunmama neden olmuştu. Ardından gelen sıcaklık dudağıma değince, ne yapacağımı bilemedim. Aman Allah’ım! Mert, beni öpüyordu. O sıcacık nefesi, dudaklarımın arasından içeri giriyordu ve ben hala hiçbir şey yapamıyordum. Karşılık vermek istiyordum ama buna engel olan bir şey vardı.

Gerçekler… İtiraflar ve söylenmesi gereken sözler…

Ama kalbim bu engeli hemen kırmıştı, çoktan. Duygular, galip gelmiş; mantıkta bir kenara çekilmişti. Bu sefer, ben alabiliyordum, onun dudaklarındaki tadı. Şimdi ben hissediyordum, bu hazzı.
Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında mavi gözleriyle karşılaştım. Gülümseyen yüzü ve ‘Damla’ diyen sesi, ne harikaydı.

“Damla.”

Sanki kalbimde yankılanıyordu, sesi.

“Damla?”

Ama neden dürtmeye çalıştığını anlayamamıştım, beni.

“Hah, Mert?” deyip gözlerimi açtım, doğrularak. Karşımda omuzlarımdan tutmuş endişeli bir Mert duruyordu. Yine endişeli…

“Damla, iyi misin?”

Etrafa baktığımda odada olduğumuzu gördüm ve ben yataktaydım. Az önce Mert beni öpmüştü. Yoksa…

“Rüya mıydı? Hepsi rüya mıydı?”

“Ne? Damla, gerçekten çok korktum.”

“Neden ki?”

“Birkaç dakikadır seni dürtüyorum ama uyanmadın bir türlü, bir şey oldu sandım. Ama iyisin.” diyerek sarıldı bana. Ben ise hala ne olduğunu çözmeye çalışıyordum. Çözdüğümde ise, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordum. Hepsi rüyaydı. Mert, beni öpmemişti. Sahile de gitmemiştik. Belki gitmiş olabiliriz. Mutluluktan bayıldığımda beni odaya taşımışta olabilirdi, hani.

“Sahile indik mi?”

“Hayır. Birkaç saattir uyuyordun. Ben de rahatsız etmek istemedim. Akşam yemeği de yemedin, üstelik. Seni o yüzden uyandırdım.” Dedi, benden ayrılarak. Demek ki rüyaymış.

“Peki iner miyiz? Söz vermiştin.”

“Elbette. Önce bir şeyler yemeliyiz. Hadi, elini yüzünü yıkayalım.” Diyerek elimden tuttu ve beni yataktan kaldırdı. İkimiz banyoya girdiğimizde suyu açtı ve avcuna su doldurup yüzüme serpti.

“Ben yapardım.” Diye itiraz ettim ama dinlemedi. Devam etti. Ardından temiz havluyla yavaş ve narin hareketlerle kurulamaya başladı, yüzümü.

“Teşekkür ederim.”

“Ne demek, yaramaz. Bu gece uyumazsın artık.”

“Gerçekten mi? O zaman sahilde sabahlarız. Gün doğumunu izleriz, beraber. Olur mu?”

“Olur, canısı. Neden olmasın.”

“Yaşasın. O zaman yemeğimizi hemen yiyelim ki sahile inelim.” Diyerek banyodan çıktım. O da arkamdan gelmiş, dolaba yönelip bir hırka çıkarmıştı. Bana dönerek elindeki hırkayı bana uzattı.

“Hadi giy şunu. Üşütürsün.”

“Önce yemeğimizi yeseydik.”

“Kumsalda yesek olmaz mı? Yıldızların ışığı altında…”

“Gerçekten mi?” dediğimde gülerek başını salladı sadece. Ardından dolaptan bir battaniye çıkardı.
“Gidelim.”

“Gidelim.”

**

Yıldızların ışığı altında çok güzel bir akşam yemeği yemiştik. Önceden organize etmiş, Mert. Kumsala geldiğimizde yerdeki çarşaf ve üzerindeki yemekler olduğundan daha önceden hazırlandığı belli oluyordu. Yemeğimizi yedikten sonra hemen dalgalarını kumsala vuran denizin olduğu yere koştum. Bu sefer, dalgalar kumsala değil, benim ayaklarıma vuruyorlardı. Ve insanın içini serinletici bir dokunuşu vardı, dalgaların. Arkama bakıp Mert’e seslendim.

“Hadi, sen de gel.”

Onun kalktığını ve yanıma gelişini gördükten sonra önüme döndüm. Solumda durduğunu anladığımda başımı yukarıya kaldırdım ve yıldızlara baktım.

“Çok harikalar.”

“Evet.”

“Sence onlarında bir bekleyenleri var mıdır?”

“Bilmem. Belki. Bir şey sormak istiyorum?” dediğinde ona döndüm ve bana bakan mavi gözleriyle karşılaştım.

“Sorabilirsin, tabi.” Dedim, ona döndüğümde ve ellerimi göğüs hizamda birleştirerek.

“Baban sana yalan söylemiş olsaydı, onu affeder miydin? Hatta ona yalan söylemeye teşvik eden kişiyi de?”

“Anlamadım? Yan, bu soru, babam ne alaka?”

“Babanın sana asla yalan söylemeyeceğini biliyorum, Damla. Eğer söyleseydi affeder miydin?”
Anlaşılan neden itiraf etmediğini şimdi anlamıştım. Babamla aramın bozulacağından korktuğu için itiraf etmemişti, anlaşılan. En büyük engel bu olmalıydı ama yine de olmamalıydı.

“Affedebilirdim, eğer gerekçeli bir açıklaması varsa. Sonuçta o benim babam ve ondan başka kimsem yok benim. Ne olursa olsun, affederdim.”

Tuttuğu nefesini sesli biçimde geri verdi, Mert. Rahatlamış gibiydi. Yüzünden belli olan rahatlamış hali, bakışlarını benden çekmesine neden olmuş ve gökyüzüne bakmıştı. Ardından bakışları yine benimle buluşmuştu.

“Yıldız kaydı. Bir dilek tutmamız gerekiyor.” Dediğinde ben de gökyüzüne baktım. Ardından gözlerimi kapatıp dileğimi tuttum. Zaten, tüm dileklerim, doğum gününde dilediğim, her yıldız kaydığında dilediğim dilek; yol arkadaşım Mert’in yanımda olmasıydı ve dileklerim gerçek olmuştu. Şimdi ki dileğim ise;

“Sonsuza kadar Mert’le olmak istiyorum.”

Gözlerimi açtığımda, Mert’te benimle birlikte açmıştı gözlerini ve birbirimizin gözlerinin içine baktık.
“Ne diledin?” diye sordu bana.

“Dileğimi söylersem, kabul olmaz ama.” Diye itiraz ettim. Ama o ne dilemişti, çok merak ediyordum. “Peki sen ne diledin?” Sorduğum soru, az önce verdiğim cevaba göre çok saçma ve aptalcaydı.

“Dileğimi söylersem, kabul olmaz ama.” Deyip bana baktı gülümseyerek. “Ama, kulağına söylersem belki kabul olur.” Dediğinde bana bakıyordu. Ben ise, ne diyeceğini aşırı derecede merak ediyordum.

“Tamam.” Der demez, omuzlarımdan tuttu ve kulağıma eğildi. Heyecandan küt küt atan kalbim, duymamı engelliyordu ama tüm konsantremi Mert’in kulağıma söyleyeceği kelimeye vermiştim.

“SOBE.”

Sobe. Aman Allah’ım! Beklediğim an gelmişti. Kurduğum plana bile gerek kalmamıştı ve dileğim de kabul olmuştu. Benden ayrıldığında şaşkın bakışlarımı ona diktim. Gözlerimde birikmiş olan yaşları hiç umursamadım ve özgür bıraktım. Onun elleri yüzümde dolaşırken, ben hala öylece durmuş ona bakıyordum. İçimde ateşler yanıyor, bir türlü sönmek bilmiyordu.

“Ben hep senin yanındaydım, yol arkadaşım. Hep seninleydim.”

Yutkundum ve ağzımı araladım, en sonunda.

“Bi-Biliyorum. Biliyordum.”

“Şimdi buradayım.” Dedi, yüzümü okşamaya devam ederken.

“Biliyorum.”

“Sana söylemek istedim ama yapamadım.”

“Neden ki?”

“Çünkü sen…babana çok bağlısın. Üzgünüm, üzgünüm.” Dedi tekrarlayarak cümlelerini, alnını alnıma dayarken. “Ben istedim babana o sözleri söylemesi için. Çünkü senin anlamanı, beni yeniden tanımanı istedim.”

“Anlamıştım ama sen itiraz ettin. Neden?”

“Çünkü ‘babam asla yalan söylemez’ demiştin. Ona çok güveniyordun, Damla. Yapamazdım. Belki seni bir yurda yerleştirirsem, her şey düzelirdi.”

“Düzelir miydi?” diye bağırdım, onu göğüslerinden geri itelerken. Bunu yaptığıma bile inanamıyorum ama böyle düşünmesi kalbimi kırmaya yetmişti.

“Ben hep seni bekledim, Mert. Yani hiç mi çıkmayacaktın ortaya?”

“Damla…”

“Evet, hiç çıkmayacaktın. Hiçbir zaman gelmeyecektin, sen. Babamda bir bahane, aslında. Sen gelmeyi hiç istemedin.”

“Hayır, beni dinle…”

“Dinlemek istemiyorum. Son bir haftadır senin benim yol arkadaşım Mert olduğunu biliyordum ve ağzından laf almak için çok uğraştım ama sen itiraf bile etmedin. Şimdi?”

“Ne? Biliyor muydun?”

“Evet, ben…”

Söylemeli miydim acaba? Ama kızardı, çünkü eşyalarının karıştırılmasından hiç hoşlanmazdı, Mert.

“Damla…”

Ellerimi ellerinin arasına alıp gözlerime baktı. Beklediğim an değil miydi bu? Öncekilerin ne önemi vardı? Mert, yanımdaydı. Önemli olan buydu.

“Korktum. Tamam mı? Çok korktum. Babanla küsersin, onu affetmezsin diye düşündüm ama yanıldım. Çünkü en son isteyeceğim, babanla aranın bozulması. Ama ne olursa olsun, artık söylemem gerektiğini düşündüm. Ve evet, başarılı da oldun. Tüm söylediklerin, anlattıkların beni perişan etti. İçimi lime lime etti, resmen. Senin kadar ben de çok özledim, yol arkadaşımı.”

“Ben de çok özledim. İçim yana yana özledim, hem de.”

Yüzümü elleri arasına aldı ve gözlerini kapattı.

“Kalbim kanaya kanaya…”

Rüyamda gördüğüm her sahne, sanki şimdi de yaşanıyordu. Mert’in nefesi yüzüme değiyor, dudaklarının sıcaklığı ise dudaklarıma değiyordu. Yavaşça araladığım dudaklarımın arasına dalıyor ve yavaşça hareket ediyordu. Ben de hareketlerine ayak uyduruyordum ve hep beklediğim anı yaşıyordum, şimdide. Allah’ım, bir kez daha teşekkür ederim. Dualarımı kabul ettin, her tuttuğum dileği gerçekleştirdin. Gerçek olmasını istediğim rüyaları gerçekleştirdin. Şimdi ben nasıl mutlu olmam? Adeta, şu an mutluluktan ölüyorum.

Dudaklarımız birbirimizden ayrıldığında, gözlerimiz birbirine değdi.

“’Bir Damla Aşk’ın Bir tanecik Damla’sı, benim yol arkadaşım; benimle sonsuza kadar yaşamaya var mısın?”

“Evet, varım. Sonsuza kadar, varım.”


SON

Yorumlarınız:
Bir Damla Aşk - Okuyucu Yorumları - Sayfa 5 - Hanimefendi.com - Kadın sitesi
 

nk83

࿐*⁀➷
Sitenin Hikaye Yazarı
Katılım
24 Ağustos 2010
Mesajlar
64.250
Tepki
85.175
Puan
113
Konum
İstanbul
Hikaye yazarı tarafından final yaptığı için kapatılıp "Final Yapan Hikayeler" bölümüne alınmıştır
Hikaye hakkındaki görüşlerinizi aşağıdaki linke tıklayıp yazarıyla paylaşabilirsiniz

Claraa'nın Hikayelerine Yorumlarınız
 
Son düzenleme:

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst