E
esmanur
Misafir
Yazarın Önsözü
Hamd, Allah'a mahsustur, O'na hâmd ederiz, O'ndan yardım dileriz, O'nunla doğru yolu buluruz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötü*lüklerinden O'na sığınırız. O kimi hidayete erdirirse onu hiç kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu da hiç kimse hidayete erdiremez.
Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı da yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v), O'nun kulu ve resulüdür.
Bu girişten sonra, hadis ilmi, ilimlerin en şereflisi ve en değerlisidir. Nasıl olmasın ki! İnsanların komutanı ve önderi, Muhammed (s.a.v)'dir.
Yüce Allah, "(Kıyamet) günü bütün insanları önderleriyle çağıraca*ğız [1] buyurmaktadır.
Allah'ın benim üzerime olan nimetlerinden birisi de; küçüklüğümden iti*baren (devamlı bir surette) nebevi sünneti sevmem ve onunla meşgul olmam*dır.
Hamd ve cömertlik, Allah'a mahsustur...
Allah, şöyle diyen Emîr San'ânî'ye rahmet eylesin:
Selamım, hadisçilerin üzerine olsun.
Çünkü ben, doğru yolu gösterme mahiyetinde olan hadisleri sevmeye bağlıyım."
Cenab-ı Allah, ister tahkik ve isterse te'lif konusunda olsun hadis ilmi ve nebevi sünnet alanında bir çok kitap yazma hususunda beni başarıya ulaş*tırdı. Bu kitaplarla ancak Allah'ın rızasını ve ahiret hayatını arzulamaktayım. Belki de bu kitapların en önemlisi, İmam Beğâvî'nin "Zılâlu'l-cenneti fî'l-muhtasari's-sahîhi min şerhi's-Sünne"sidir. Allah bu kitabı tamamlamayı (bana) kolaylaştırsm.
Elinizdeki bu kitabı, "Husnu's-sınâati fî beyâni'r-ruvâtiilezîne ehrace hadîsehumu'l-cemâat" adlı kitabı yazarken hicri 1414/1993 yılında te'lif et*tim. Elinizdeki bu kitap, tür ve teknik açıdan bir ilki oluşturmaktadır... Çün*kü bu konuda basılmış ya da el yazması bir kitap olduğunu bilmiyorum.
Bu kitap üzerinde yaklaşık beş yıl ya da daha fazla çalıştım, günlerce uğ*raştım.
Bu kitap üzerine çalışmayı, "İmam Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye Ü-niversitesi"nin "Usûlü'd-Dîn Fakültesfnde iken başladım.
İlk önce Kütübü Sitte'yi okudum, sonra îmam Ahmed (rh.)'in "Müsned'ni okudum, ardından da Hafız el-Mizzî'nin "Tuhfetu'l-İşrâf" adlı kita*bını okudum...
Sonra da Hafız İbnü'I-Esîr'in "Câmiu'I-Usûl" adlı kitabını okudum ve burada muhtelif rivayetlerle ilgili hadislerin en sağlamını gördüm. Çünkü bu*rada hadisi rivayet eden tek ravi gösterilmiş. İşte ben de, bunu, bu kitapta uy*guladım.
Bu kitap üzerinde çalışırken sadece Cenab-i Allah'ın bildiği zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaştım.
Kütübü Sitte ile İmam Ahmed'in "Müsned"indeki hadisleri tahric ettim, mükerrerleri ise almadım.
Kitapta geçen hadisler ve sahabe isimleri için bir fihrist hazırladım.
Allah'ın, bu çalışmamı, (amel sahifelerinin) O'na sunulduğu günde iyi*liklerimizin (bulunduğu) terazinin içine koymasını; dinimize, akidemize hizmet etme hususunda bizi başarılı kılmasını ve cömertliğiyle, lütfuyla, rahmetiyle bizi kötülükler ile çirkin şeylerden uzaklaştırmasını diliyorum. Çünkü O, her şeyin sahibidir ve buna gücü yetendir...
Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim! Sana hamdde bulunu*rum! Şehadet ederim ki, Senden başka ilah yoktur. Senden bağışlanma dile*riz, Sana tevbe ederiz.....
İbrahim B. Abdullah El-Hâzimî
Rahman ve Rahîm Allah'ın olan Adıyla
Çevirenin Önsözü
Hadisler; ihtilafa düşülen konularda insanları aydınlatan, böylece hida*yet ve rahmet kaynağı olan Kur'an-i Kerim'in kendisine indirildiği [2] Peygamber'in sözü olarak üstün bir değer ifade eder ve büyük önem taşır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygula*nışını gösterdiği ilahî emirlerin başında; namaz, oruç, zekat ve hac gibi iba*detler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rekat ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekatın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın na*sıl yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmış, İslam hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme ka*vuşturulmuştur.
Yine Kur'an'da birkaç türlü yorumlanabildiği için manası kolayca anla*şılmayan (müşkil) ayetler, hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir.
Hadisler aynı zamanda Kur'an'da yer almayan bir çok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Örneğin bir kadı*nın âdet halinde kılamadığı namazları kaza etmeyeceği, bir erkeğin bir hanı*mının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı do*layısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlen*menin haram olduğu gibi hususlar, yine şuf'a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından çözümlenmiştir.
Kur'an-i Kerim'de temas edilmekle beraber hakkında fazla bilgi verilme*yen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, he*sap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesin*de öğrenilmektedir.
Ahlakî faziletler, manevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenler ile yönetilenler arasın*daki ilişkiler gibi konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.
Fıkıh kültüründe yer alan bazı bilgilerin, hadis kitaplarında yer alan bazı hadislere aykırı gibi görünmesi; alimlerin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti*nin sübûtu, hükme delaleti, mahiyeti ve gayesi konusunda farklı değerlen*dirmelere sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple de bir konuda mevcut bütün hadisleri gözden geçirmeden veya fıkıh literatüründe ve gele-neğindeki söz konusu ayrımları, sünnetle ilgili yaklaşım farklılıklarını ve tar*tışmaları bilmeden, bir hadisten ilk bakışta anlaşılan anlamı esas alıp fakihle-rin buna aykırı düşen görüşlerine eleştiri getirmek yanıltıcı olabilir. Bu sebeple de Kur'an ve Sünnet; İslam dininin, İslam akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli bir ilmî me*todun takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.
Kitap, 'konularına göre' (ale'l-ebvâb) usulüne göre hazırlanmış olup 41 bölüm bulunmaktadır.
Yazar, tahric yaparken Buhârî için cilt ve sahife numarası, hadis numa*rası, bölüm ve bab başlığı; Müslim için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; Ebu Dâvud için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; Tirmizî için hadis nu*marası, bölüm ve bab başlığı; Nesâî'nin "el-Müctebâ"sı için cilt ve sahife numarası, bölüm ve bab başlığı; İbn Mâce için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; İmam Ahmed'in "Müsned"i için ise çoğunlukla cilt ve sahife numa*rası, bazen de hadis numarası vermiştir.
Günümüz Türkiye'sinde genellikle hadis kitabı çevirilerinde Concordan-ce usulü esas alındığı için, bu doğrultuda şu ana kadar çevrilen hadis kitap*ları; Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Mâce, Dârimî ile Muvatta"dır. Diğerleri, Concordance usulüne göre tercüme edilmemiştir. Dolayısıyla bu kitabın çevi*risinde de Concordance usulü esas alınmış olup hadisler, Concordance usu*lüne göre verilmiştir. Bunun için de, bu doğrultuda hazırlanmış olan Kütüb-ü Tis'a (dokuz hadis kitabı) kitabı esas alınmıştır.
Yazar, bazen hiçbir işaret göstermeksizin Nesâî için çoğunlukla bölüm başlığı ve bazen de bölüm başlığı ile birlikte cilt ve sahife numarası göstermiş. Bununla Nesâî'nin "Sünemi'1-Kübrâ" adlı eseri kastedildiği için, bizzat konu ile ilgili hadislerin geçtiği yer tespit edilip okuyucuların rahatlıkla ulaşabile*cekleri farklı cilt, sahife ve hadis numarası verilmiştir.
Yazarın, İbn Mâce için verdiği hadis numarası, Concordance usulüne uymamaktadır. Dolayısıyla İbn Mâce ile ilgili hadis numaralan, Concordance usulüne göre verilmiştir.
Yazar, konu ile ilgili hadisin tahricine, hadislerin bitiminde yer vermiştir. Fakat hadislerin tek tek tahricini göstermek için, yazann genel mahiyette ver*diği tahric, ilk rivayetin bitiminde verilmiştir. Dolayısıyla da hadislerin tek tek tahricleri yapılmıştır. Dipnotta verilen bilgilerin çevirene ait olanını belirtmek için sembolü kullanılmıştır.
Yazar, ilk rivayetin geçtiği yer ile ilgili olarak Buhârî ile Müslim'i göster*mesine rağmen bazen farklı ve bazen de karma bir metne yer vermiş, bu se*beple de okuyucuyu yanıltmamak için kaynak olarak kullandığımız kitaplar-daki metin esas alınmıştır.
"Abd" kelimesine muzaf olarak gelen Abdullah, Abdurrahman gibi isim*lerin, maksûr {kesreli) ve meftûh (fethalı) durumları dikkate alınmamış, ayrıca "İbn-i" gibi bazı terkiplerde kullanılan kısa çizgi yaygın şekilde kullanılma*dığı için atılmıştır.
Kitapta, bölüm ve bab başlığında numara verilmemesine rağmen yararı olacağı düşünülürek numaralar verilmiştir.
Kitabın sonuna, kaynak olarak kullanılan kitapların neler olduğunu gös*teren bir kaynakça konulmuştur.
Okuyucuya hadis konusunda bilgi verme mahiyetinde "Hadisin Önemi ve Mahiyeti" ile ilgili bir bölüme de yer verilmiştir.
Bazen hadis metni içerisinde yer alan birtakım kelimeleri açıklamayâ yönelik müellifin bazı ifadeleri, ya normal metin içerisinde çevrildiğinden ya da faydalı görülmediğinden dolayı tercüme edilmemiştir.
Okuyucuya yararlı olacağı düşünülerek hadisin içinde geçen ifadeler ile ilgili olarak çeşitli açıklamalar yapılmıştır.
Kitap, sahabe ismine göre esas alınmış olup bu doğrultuda rivayet edilen hadislerin varyantlarına yer verilmiştir.
Kitabın çevirisi, beş ay gibi kısa bir sürede yapılmıştır.
Eserin tercümesi esnasında hadisin orijinal metnine bağlı kalınmıştır. Za*man zaman kastedilen mananın okuyucu tarafından iyice anlaşılması için "anlaşılabilir" bir dil kullanılarak, okuyucuya bıkkınlık vermemek için bazı durumlarda tekrarlardan kaçınılmıştır.
Azami dikkat ve gayretlere rağmen, gözden kaçan tercüme hataları ola*bilir. Yapıcı eleştirilerine ve uyanlarına her zaman ihtiyaç duyduğumuz ilim sahipleri ile okuyucuların tenkit, uyan ve katkılarına şimdiden şükranlarımı sunduğumu belirtirim.
Çalışmalarımı sürdürme noktasında yakın ilgi ve teşviklerini gördüğüm değerli hocam Yusuf Kerimoğiu'na, her zaman maddi ve manevi destekleri ile teşviklerini gördüğüm değerli dostlarım Abdulhalim Ünverdi Beye, Hanifi Yılmaz Beye, Zekeriyya Efiloğlu Beye, Salih Özbey'e, Abdulkadir Ermutaf a, Halid Kaygısız'a, Reşit Güngör Kalkan'a, tercüme edilen metinlerin bir kısmı*nı gözden geçiren Mahmut Demir'e ve özellikle de yoğun iş temposuna rağ*men tercüme edilen nüshalann bir kısmını gözden geçirip çeşitli değerlendir*melerde bulunan değerli dostum Mithat Sevin'e ve bu değerli eseri kısa za*manda okuyuculara ulaştırmada büyük gayret gösteren Karınca Yayınları'nin sahibi değerli dostum Feyzuflah Birışık'a şükranlarımı arzederim.
Hadisin Önemi Ve Mahiyeti
Hadîsin Etimolojik Yapısı ve Kapsamı
"Eski "anlamındaki "Kadîrtin zıddı olan "Hadîs" kelimesi, (çoğulu e-hâdîs) tahdîs masdanndan isim olup "haber" manasına gelir.
Hadîs kelimesi, İslamiyet'le birlikte farklı bir anlam kazanmış, âdeta o-nunla kadîm olan Kur'an-ı Kerim'in mukabili kastedilerek Resulullah (s.a.v)'in sözlerine "el-Ehâdîsu'l-kavliyye, fiillerine "el-Ehâdîsu'1-fi'liyye" ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) "el-Ehâdîsu't-Takrîriyye" denilmiştir.[3]
Hadis alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaratılışıyla ilgili özelliklerini (şemâil) ve ahlakî vasıflarını da hadisin kapsamı içerisine almışlardır.
Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadislere "merfû", sahabeye ait olanlara "mevkuf", tabiîne ait olanlara da "maktu" adını vermişlerdir.[4]
Sonraları merfû, mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere "haber" kelimesi kullanılmaya başlanınca, bir kısım alimler sadece sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uy*gun görmüşlerdir.
Yine ilk devirlerde Resulullah (s.a.v)'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sa*habe ve tabiîne ait her türlü haberi ifade etmek üzere "eser" kelimesi de kul*lanılmıştır.
Hadis ile "sünnet"in kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah (s.a.v)'in söz, fiil ve takrir*leri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüş*tür. Ayrıca hadis ile sünnetin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber (s.a.v)'in ahlakını, şemailini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıkla*rını da bu çerçeve içine alanlar da olmuştur.[5]
Bunun yanı sıra hadisin; Resulullah (s.a.v) tarafından vaz' edilen sözlü mesajlar plduğunu, sünnetin ise bazen bu sözlü mesajların kendisi ve bazen de bu sözlü mesajlardan istinbat edilen hükümler olduğunu belirtenler de olmuştur.
Hadislerin Tespiti
Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Arapların, ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Bununla beraber İslamiyet'in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke'de okuma yazma bi*lenlerin sayısı, Medine'ye nispetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslamiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber (s.a.v)'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'an-ı Kerim'i yazmakla meşgul olmuştu.
Sade ve tabiî yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hafızaya sahip bulunanlar vardı.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, bazı önemli sözlerini, üçer defa tekrarlaması [6] ve kelimeleri 'sayılacak derecede' yavaş telaffuz etmesi [7] sebebiyle dinleyiciler, söylediklerini kolayca öğrenebiliyor*lardı.
Resulullah (s.a.v)'in meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahabiler de [8] duyup öğrendikleri ha*disleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı.
Hz, Peygamber (s.a.v)'in, sahabilere; kendi sözlerini dinleyip öğrenmele*rini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayr duada bu*lunması [9] onların hadisleri bir ibadet şekliyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır.
Ayrıca Mescid-i Nebevî'nin bitişiğinde oturan ehl-i Suffe'de Resulullah (s.a.v)'den hadis tahsil ermişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Mekke'de iken hadisleri yazmak isteyen her*kese izin vermek istemediği bilinmekle birlikte Resulullah (s.a.v)'den bu konuda izin alan sahabiler, duyup öğrendikleri hadisleri, hem ezberlediler ve hem de yazdılar.[10]
"Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahabiler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden "es-Sahîfetü's-Sâdıka"nm sahibi Abdul*lah ibn Amr başta olmak üzere Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Hz. Ali, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semure b. Cündub, Abdullah ibn Abbâs, Câbir b. Abdul*lah, Abdullah b. Ebi Evfâ ile Enes b. Mâlik bulunmaktadır.
Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebu Hureyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan "Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih" (es-Sahîfetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamidullah tarafından yayımlanmıştır.
Ebu Musa el-Eş'arî'den oğlunun, ondan da torunun rivayet ettiği "Müsnedü Büreyd" adıyla tanınan 40 hadislik cüz de vardır.[11]
Hadislerin Tedvini
Hadis tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Galiye gibi siyasî fırkaların, 1 (7.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiye ve Mürcie, bir müddet sonra da Ceh-miyye ve Müşebbihe gibi mezheplerin ortaya çıkması gelir. Bu fırka ve mez*hep taraftarlarının, işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini güç*lendirmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir.
Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasî devleti taraftarlarının sultanlar lehinde rivayet icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçiler ile ırk ve mez*hep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhad-dislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirin iştir.
I (7.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette, isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup ravilerin ri*vayetleri kabul görmüş, Ehl-i bid'atin rivayetleri alınmamıştır.[12]
Bunun sonucu olarak; hadisi bir uzmanlık sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dine bağlılıkları ve dü*rüstlükleri, bid'atle ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söy*lemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştınlmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercüme*leri (biyografileri) hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Halife Ömer ibn Abdulazîz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine kar*şı çıkmayacağını anlayınca, hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar ver*mesini önlemek ve hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Bu sebeple de valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve kadısı Ebu Bekr ibn Hazm'a gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.v)'in ha*dislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir.[13]
Sahabilerin fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halife Ömer ibn Abdulazîz'e gön*dermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer ibn Abdulazîz'de, toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir.[14]
Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tespite göre; I. (7.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (8.) yüzyılın ilk yansında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.[15]
Hadislerin Tasnifi
Hadislerin tedvini tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline getiril*mesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
Bazı alimler, hadisleri konularına göre tasnif, etmeyi ve bu şekilde "Musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken, bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak "Müsned" denen türde kitaplar te'Iif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle birlikte Tirmizî [16] ve daha geniş bir şekilde Râ-mahürmüzî'nin verdiği bilgiye göre; bu konuda ilk çalışmayı, genellikle "el-Musannef [17] diye anılan eserleriyle Mek*ke'de İbn Cüreyc (ö. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Râşid, Basra'da İbn Ebi Arûbe ile Rebî' b. Sabîh (Subeyh) Küfe'de Süfyân es-Sevrî, Medine'de Mâlik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mübarek, Rey'de Cerîr b. Abdulhamîd, Şam'da Velîd b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır.[18]
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (8.) yüzyılın ortala*rında vefat etmesi, bu çahşmalann aynryüzyıhn ilk çeyreğinden itibaren ha*zırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır.
III. (9.) yüzyılında hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sis*temler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli hadislerin ravi adlarıyla (ale'r-Ricâl) ve konularına (ale'l-Ebvâb) göre tasnif edilmesidir.
Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlanın esas alarak her saha-binin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren "Müsned"lerin ilk musannefileri olarak Esed b. Mûsâ (ö. 212/827), Ubeydullah b. Mûsâ el-Absî, Yahya b. Abdulhamîd el-Himmânî, Müsedded b. Müserhed ve Nuaym b. Hammâd'ın adlarını zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Dâvud et-Tayâlisî (ö. 204/819)'nin "el-Müsned"i ile Mekke'de kaleme alınan ilk "Müsned"ler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî (ö. 219/834)'nin "el-Müsned" ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in "el-Müsned"i günümüze ulaşmıştır.
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan "Mu'cenT'lerde, ri*vayetler, sahabe adına göre yada "Mu'cem"i tasnif eden muhaddisin hoca*larının adlarına göre ya da ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberânî (ö. 360/970)'nin üç "Mu'cem"İ bu türün en tanınmış örnekleridir.
Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "Musannef" diye anılan hadis kitaplarının ilk Örnekleri de Ma'mer b. Râşid (ö. 153/770)'in "el-Câmi'"i ile Mâlik b. Enes (ö. 179/795)'in "el-Muvatta'"sıdır. Bu türün III. (9.) yüzyıhndakî örnekleri Abdurrezzâk es-San'ânî (ö. 211/826-827) "el-Mu-sannef'i ile Ebu Bekr ibn Ebi Şeybe (ö. 235/849)'nin "el-Musannef'i gös*terilebilir III. (9.) yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak "Kütübü Sitte" kabul edilmektedir. Bunların içinde sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim'in "el-Câmhı's-SahüTleri, Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes'in "el-Muvatta"smi yada Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî (ö. 255/868)'nin "es-Sünen"ini gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap, İbn Mâce (ö. 273/886)'nin "es-Sünen"idir. Diğerleri, Ebu Dâvud (ö. 275/888)'un "es-SüneiTi, Tirmizî (ö. 279/892)'nin "es-Sünen"i ve Nesâî (ö. 303/915)'nin "eI-Müctebâ"si diye bilinen "es-Sünen"idir.
Bu yüzyılda bir çok muhaddisin yetişmesinde emeği geçen, hadisler ile ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affân b. Müslim, Saîd b. Mansûr, İbn Sa'd, Yahya b. Maîn, Alî b. Medînî, İshâk b. Râhûye, Ebu İshâk el-Cüzcânî, Ebu'l-Hasan el-İclî, Ebu Zür'a er-Râzî, Baki' b. Mahled, Ebu Hatim er-Râzî, Ebu Zür'a ed-DImeşkî, İbn Ebi Asım ve Bezzâr'ın adları sayılabilir.
III. (9.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar yapılmış olup Ebu Ubeyd b. Kasım b. Sellâm (ö. 224/839)'ın kırk yılda meydana getirdiği "Garîbu'l-hadîs" adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmektedir. Daha sonra da bu tür de pek çok yazılmıştır.
IV. (10.) yüzyılda hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap te'lifi yerine daha ön*ceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır.
Bundan dolayı alimler, IV. (10.) yüzyılın başını; mutekaddimîn dönemi*nin sonu, müteahhirîn devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'lâ el-Mevsilî (ö. 307/919)'nin "el-Müsned"i, İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922)'nin "Tehzî-bu'l-âsâr"ı, İbn Huzeyme (ö. 311/923)'nin "es-Sahîh"i, Ebu Avâne el-İsfe-râyînî (ö. 316/928)'nin "el-Müsnedü'1-muhrec alâ Kitabi Müslim ibnü'I-Haccâc"ı, İsmâilî (ö. 371/982)'nin "eI-Müstahrec"i, Ebu Ca'fer et-Tahâvî (ö.321/933)'nin "Şerhu Meâni'l-Âsâr'ı, İbn Hibbân (ö. 354/965)'m daha önceki hadis kitaplanndan tamamen farklı bir tertipte hazırladığı "el-Müsnedü's-Sahîh"i, Taberânî (ö. 360/970)'nin hocalarının adlarına göre tertip ettiği "el-Mu'cemu'I-Evsat" ile "el-Mu'cemu's-Sağîr" adlı eserlerin*den daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği "el-Mu'cemu'l-Kebîr"i, Dârekutnî (ö. 385/995)'nin "es-Sünen"i ve Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014)'nin "el-Müstedrek ale's-Sahîhayn"ı tasnif edilmiş*tir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet ki*tapları da te'lif edilmiştir. Bunların içerisinde; İbn Ebi Hatim (ö. 327/938)'in hem sika ve hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair yazdığı "el-Cerh ve Ta'dîl"i, Râmehürmüzî'nin ilk hadis usûlü çalışması çalışması olduğu kabul edilen "el-Muhaddisu'1-fasl ve beyne'r-râvî ve vâî" adlı eseri, İbn Adiyy (ö. 365/975)'in zayıf raviler hakkında münekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği "el-Kâmii fî duafâi'r-ricâl"i, Hattâbî (ö. 388/998)'nin önce Ebu Davud'un "es-Sünen"ine "Meâlimu's-Sü-nen", ardından Buhârî'nin "el-Câmiu's-Sahîh"ine "İ'lâmu's-Sünen" adıy*la yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri, Halef el-Vâsitî ö. 401/1010)'nin Etraf" kitaplarının ilk örneklerinden olan "Etrâfu's-Sahîhayı ile Ebu Mes'ud ed-Dımeşkî (ö. 401/1010)'nin Etrâfu's-Sahî-hayn"i, Hâkim en-Nîsâbûrî (405/1014)'nin hadis usûlüne dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma'rifetu ulûmi'l-hadîs"i bu tür eserlerdendir.
V. (11.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfehânî (ö. 430/1038) "el-Müsnedü'I-müstahrec alâ Sahihi Müslim"i ve sahabenin hayatına dair "Ma'rifetu's-sahâbe"yi, Mısırlı mu-haddis ve tarihçi Kudâî hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak ama*cıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı "Şihâbul-Ahbâr"i yazmış, hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö. 458/1066} diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiîn sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte "es-Sünenü'l-Kübrâ"da bir araya getirmiş ve "Ma'rifetu's-sünen ve'1-âsâr" adlı eserinde ise Şafiî fıkhı*nın dayandığı 20.881 hadisi, sahab ve tabiîn sözünü toplamış, Endülüslü muhaddis İbn Abdilberr en-Nemerî (ö. 463/1071) ise bütün sahabilerin ha*yatını yazmak amacıyla başladığı "el-İsti âb fî ma'rifeti'l-ashâb"da tekrarla-riyla birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş ve "Câmiu'I-beyâni'l-ilm"de ise ilim ve ilmin öğrenilmesine dair Hz. Peygamber (s.a.v), sahabe, tabiîn ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş ve yine "et-Temhid limâ fi'1-Muvatta mine'l-meânî ve'l-esânid"de ise İmam Mâlik'in "el-Muvatta"sını şerhetmiştir.
V. (11.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri biraraya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandî (ö. 491/-1098)'nin İslam dünyasında o zamana kadar bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetleriyle birlikte 100.000 hadis ih*tiva ettiği belirtilen "Bahru'l-esânid fî sıhâhi'l-mesânid" adlı eserinin önemli bir yer vardır.[19] Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir.
Ferrâ el-Begâvî (ö. 516/1122)'nin 4931 yada 4719 hadis ihtiva eden "Mesâbîhu's-sünne" adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür.
Endülüslü muhaddis Rezîn b. Muâviye es-Sarakustî (ö. 535/1140) ise İbn Mâce'nin "es-Sünen"i yerine İmam Mâlik'in "el-Muvatta"sını koyarak Kütübti Sitte'deki hadisleri "et-Tecrîd li's-sıhâh ve's-sünen" adlı eserini toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecdüddin İbnü'1-Esîr (ö. 606/1209) bölüm adlarını alfabetik sıraya koyarak bu eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına "Câmiu'1-usûl li ehâdisi'r-resûl" adını vermiştir.
VII. (13.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnü's-Salâh (ö.643/1245) "Ulûmu'l-hadîs" olarak da bilinen ve hadis usûlü çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan "Mukaddime"sini kaleme almış*tır.
Radıyyuddin es-Sagânî (ö. 650/1252)'nin "Sahîhi Buhârî" ile "Sahihi Müslim"den seçtiği 2267 merfu' hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sırayla topladığı "Meşâriku'l-envâri'n-nebeviyye" adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur.
Hadis alanındaki te'lifleriyle biline Münzirî (ö. 656/1258), büyük rağbet gören "et-Tergîb ve't-Terhîb"ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir.
Bu yüzyılın en velûd alimlerinden olup hadis usûlü alanında da önemli eserler yazan Nevevî (ö. 676/1277), "el-Minhâc fi şerhi Sahîhi Müs*lim'den başka daha çok toplumsal ve ahlakî mahiyetteki hadisleri ihtiva et*mesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen "Riyâzü's-Sâlihîn" adlı ese*ri, dua ve zikir konusundaki hadisleri biraraya getiren "el-Ezkâr"ı tasnif et*miştir.
Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebî (ö. 748/1348)'de "Tezkiretü'I-Huffâz"i ve zayıf ravi*lere dair "Mîzanu'I-İ'tidâl" ve tanınmış muhaddislere dair "Siyerü a'lâ-mi'n-nübelâ" adlı kitapları yazmıştır.
Ebu'1-Fidâ İbn Kesîr (ö. 774/1372)'in Kütübü Sitte, İmam Ahmed'in "el-Müsned"i, Taberânî'nin üç "Mu'cenT'i, Bezzâr ve Ebu Ya'lâ el-Mevsilî'nin "Müsned'lerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti biraraya getirdiği "Câmiu'l-mesânid ve's-sünen el-hâdî li akvemi sünen" adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür.
Suyûtî (ö. 911/1505)'nin "Cem'u'l-cevâmr"iyîe İbn Kesîr'in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (15.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri, "Zevâid" kitapları*nın tasnifidir. Nureddin el-Heysemî (ö. 807/1405)'nin "Mecmâu'z-zevâid"i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekr el-Bûsirî (ö. 840/1436)'nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1447)'nin, İmam Ahmed'in de aralarında bulunduğu ta*nınmış 8 muhaddisin "Müsned"lerİn de bulunmakla beraber Kütübü Sitte'de yer almayan hadisleri biraraya getirdiği "el-Metâlibu'I-âliye"si bu tü*rün örneklerindendir.
İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce te'lifi arasında "Feth'1-Bârî bi şerhi Sahîhi Buhârî" ile "el-İsâbe fî temyizi s-sahâbe" adlı eserleri özellikle kay*dedilmelidir.
Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sözleri ve mevzu hadisleri biraraya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî ö. 902/1497'nin "el-Mekâsidu'l-hasene"si ile İsmail b. Muhammed el-Aclûnî (ö. 1162/1749)'nin kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki ge*niş eseri "Keşfu'1-hafâ ve müzîlü'1-Übâs amme 'ş-t eh ere mine'l-ehâdisi alâ elsineti'n-nâs" adlı önemli çalışmalardır.
Çeşitli eserleri yanında hadis derlemecilîğiyle de tanınan Suyûtî (ö. 911/-1505)'nin 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini biraraya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan 71 kaynağı tara*yarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı "el-Cem'u'I-cevâmi'" adlı eseri ile bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sırala*dığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden "el-Câmiu's-sağîr"i, bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır.
Muttaki el-Hindî (ö. 975/1567)'nin "Kenzu'l-ummâl fî süneni'l-akvâl vci-ef'âl"i, hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eser de, Suyûtî'nin söz konusu iki çalışması ile "Ziyâdetu'l-câmi's-sağîr"indeki ha*disler, bölüm ve bablara göre sıralanmış, ardından bu bölümler adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.
Muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda; Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisleri biraraya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farklılıkları azaltılmış, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatlan, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tespit edilmiştir.
İlk devirlerde yapılan seyahatler, hadisleri toplamayı hedef almakla bera*ber daha sonraları âlî isnad elde etmek ya da duyulmamış bir hadisi tespit edebiimek amacıyla sürdürüülmüştür.[20]
Şarkiyatçılar Ve Hadis
Şarkiyatçılar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisleri yasaklaması sebebiyle sahabiler tarafından pek az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını doldu*ran rivayetlerin çoğunun Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgisi bulunmadığını, bun*ların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm getirmek için II. (8.) ve III. (9.) yüz*yıllarda İslam hukukçuları tarafından uydurulduğunu ileri sürerler.
Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından ortaya atıl*ması yüzünden birbiriyle çeliştiğini esasen bir kısmının Tevrat'tan, İncil'den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler.
Şarkiyatçıların hadis konusunda farklı sonuçlara varmasının sebebleri arasında İslam alimleri tarafından güvenilir kabul edilmeyen Vâkidî, Ebu'l-Ferec el-İsfehânî gibi kişilere, ayrıca delil olarak kullanılmayan şaz, garîb, hat*ta mevzu rivayetlere fazlaca değer vermeleri zikredilebilir.
Şarkiyatçıların, ilmîlik iddiasıyla hadisleri tarihî olaylara göre uygun dü*şüp düşmediğine bakarak açıklamaya kalkışmalarını, en sahih hadislerin bile belli bir zamanda ve belli maksatlarla uydurulduğunu ileri sürmelerini ilmîlikle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların bu tutumunun ardında yatan te*mel fikir ise islam'ın ilahî vahye dayanmadığı ön yargısıdır. [21]
G. H. A Juynboll'ün belirttiğine göre; hadislerin büyük bir kısmının uy*durma olduğunu ilk defa Avusturyalı şarkiyatçı Aloys Spren ger iddia et*miştir. [22]
Hadis hakkında en geniş araştırmayı yapan ve daha sonraki şarkiyatçılar tarafından sözü senet kabul edilen Ignaz Goldziher'in kendini tarafsız gös*termeye gayret eden tavrı ile, açıkça İslam aleyhtarlığı yapmaktan kendilerini alamayan İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani ve papaz Henri Lammens gi*bilerinin tavırları ve kanaatleri; hadisin, Kur'an'dan sonra İslam'ın ikinci kay*nağı sayılabilecek güvene sahip olmadığı noktasında birleşmektedir.
Goldziher, başlangıçta hadislerin fazla bir yekûn tutmadığını, fakat son*radan uydurulan rivayetlerle bu miktarın arttığını ileri sürmekte, buna delil ol*mak üzere sahabilerin pek az hadis rivayet ettiklerini, rivayet sırasında son derece titiz davrandıklarını, ayrıca ilk zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadislerin yazılmasına izin vermediğini, bunun sonucu olarak ta daha sonraki zamanlarda bir çok alimin hadislerin yazılmasını uygun görmediğini söyle*mekte ve buradan hareketle, "Bana Kitap ile birlikte onun bir benzeri ve*rildi" mealindeki hadisi müslümanların uydurduğunu iddia etmektedir.[23]
Hadislerin, başta sahabiier olmak üzere son derece raviler tarafından da*ha sonraki nesillere aktarıldığını gösteren delilleri, Goldziher'in yaptığı gibi hadislerin aleyhine olacak şekilde değerlendirmek, en iyimser bir yorumla İslam'ın ilk temsilcilerinin dinî heyecanlarını, Resulullah (s.a.v)'e bağlılıklarını ve dinin ancak onun uygulamalanyla doğru bir şekilde anlaşılabileceğine olan inançlarını bilmemekle izah edilebilir.
Nitekim bazı sahabiler, hadis rivayetinde titiz olmakla beraber kişiyi bil*diğini gizlemekten sakındıran ayetler karşısında ölüm döşeğinde bile ken*dilerini hadis rivayetine mecbur hissetmişlerdir.
Öte yandan uzun bir hayat süren bir kısım sahabilerin karşılaştıkları olaylar üzerine Resulullah (s.a.v)'den duyup öğrendiklerini aktarmaları ve kı*sa ömürlü arkadaşlarına nispetle daha fazla rivayet etmeleri tabiî görülmeli*dir.
Aşere-i mübeşşerenin ittifakla naklettiği, Kütübü Sitte müellifleri başta ol*mak üzere bir çok hadis aliminin eserlerinde yer verdiği, en titiz muhaddis*lerin bile mütevatir hadisin yegane örneği kabul ettikleri, "Kim benim ağzımdan bilerek hadis uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın [24] mealindeki hadisi, uydurma hareketini önlemek amacıyla muhaddislerin Ürettiğini söylemesi [25] esasen Goldziher'in hiçbir bilimsel ölçeğe değer vermediğini göstermektedir.
Dinde önemli bir yeri bulunan "Yapılan işler, niyetlere göre değer kazanır [26] mealindeki hadisin de güvenilir bütün hadis kitaplarında yer alma*sına, hem İslam'ın ruhuna ve hem de "Herkes kendi mizaç ve meşrebine
göre iş yapar" mealindeki ayete [27] uygun olmasına, aynca Goldziher'in hadisleri değerlendirirken dikkate aldığı tarihi gelişmeyle ilgili bir yanının bulunmamasına rağmen sonradan uydurulduğunu ileri sürmesi [28] şaşırtıcıdır.
Goldziher'in "Hadislerin büyük bir kısmının eyaletlerde kendiliğinden ortaya çıktığı", bunlann "mevziî bir görüşü desteklemek için vücut bulduğu [29] şeklindeki iddiası, şarkiyatçıların ha*disler hakkındaki genel kanaatinin yansıtmaktadır. Onun, bizzat müslüman münekkitlerin pek çok rivayetin bölgesel özelliğine işaret ettiğini söyleyerek görüşünü desteklemek üzere "Süneni Ebu Dâvud" ve "Süneni Tirmi-zî"den verdiği örnekler, aslında bir şehre yerleşen bir sahabinin belki de tek başına Resululİah (s.a.v)'den duyduğu sebeplerle bölgesel özellik taşıyan ri*vayetleridir.
Hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yazılmaya başladığı konu*sundaki delilleri görmezlikten gelen, aynca tedvin ve tasnif çalışmalannı birbi*rine karıştıran Goldziher, meselenin içinden çıkamayınca İslamî kaynaklarda bu konuda çelişkili bilgiler bulunduğunu ileri sürmekte ve bu sebeple tedvinin başlangıcını III. (9.) yüzyılına kadar götürmektedir.
Böyle düşünen şarkiyatçılar ile tedvin faaliyetinin II. (8.) yüzyılında baş*ladığını söyleyerek daha mutedil görünenlerin maksatları farklıdır. Bu ikinci gruptakilerin amacı, o tarihten itibaren yazıya güvenildiği, bu sebeple hadis*leri ezberleyerek muhafaza etme geleneğinin terk edildiği düşüncesini ortaya atmaktadır.
III. (9.) yüzyılında başlatanların gayesi ise, geç bir tarihe kadar yazrlma-dığı için hadisleri sağlam bir şekilde korunamadığı kanaatini uyandırarak ha*dis tedvin edenlerin kendi görüşlerine uyan rivayetleri toplandıkları ve işlerine geldiği şekilde hadis uydurdukları hususundaki görüşlerine zemin hazırla*maktır.
Goldziher, hadislerin sonraki dönemlere güvenilir bir şekilde intikal etmediğişeklindeki tezine dayanak hazırlamak üzere önemli bazı hadis otori*telerinin güvenirlilii hakkında şüphe uyandırmaya çalışmış, bunun için de ha*dislerin resmi tedvininde birinci derecede rol oynayan İbn Şihâb ez-Zührî'yi seçerek onu hadis uydurmacılığıyla suçlamıştır.
İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani "Annali dell'Islam" İslam Ta*rihi adlı eserinde, "en mükemmel olan ve en şâyân-ı İ'timad isimlerden te-rekküb eden isnadlann bile II. Asır sonunda, belki III. asırda hadis uleması ta*rafından tertip ve adeta icat edilmiş olduğunu" iddia etmiştir.[30]
Hadislerin güvenirlilik ölçüsünü ilk kademede ortaya koyan isnad sistemi hakkındaki bu ağır ithamını hiç bir belgeye dayandırmaması, onun en öenmli konularda bile zan ve tahmin ile konuşmakta sakınca görmediğini kanıtla*maktadır. Kendi kaynaklarından biri olan ve II. (8.) yüzyılın başlarında yazı*lan İbn İshâk'ın küçük hacimli "es-Sîre"sinde bile 200'e yakın isnadın kul*lanılmış olduğunu görmezlikten gelmesi, tıpkı hadis metinleri gibi isnadınların da daha sonraları icat edildiğini kabul etmesi [31] sebebiyledir.
Caetani'nin hadisler hakkındaki peşin hükmünün örneklerinden biri de şudur: Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Dozy'nin bütün müsteşrikler gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in uydurup Allah'a nispet ettiğini ileri sürdüğü Kur'an'a ve Resululİah (s.a.v)'e ağır hakaretler etmesi yanında "Sahihi Buhârî"nin yarı*sını "en titiz münekkitlerce bile sahih sıfatına layık" bulması, hadislerin çoğu*nun şifahî olarak korunduğunu ve bunların genellikle hicretin II. asrında ya*zıldığını söylemesi [32] gibi olumlu sayılabilecek tavırlarını Ca*etani "ihtiyatsızca kendisini bıraki vermiş iyimser bir güven" olarak nitele*mektedir [33] Zira ona göre "Sahihi Buhârî" ile "Sahihi hadisler, İslamiyet'in en gelişmiş bir devresindeki dinî, siyasî, içtimaî şartların bir çevresinden ibarettir.
Bu hadisler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in söylediği sözler değil, hicretin II. (8.) yüzyilındaki müslümanların onun söylemiş olmasını istedikleri şeylerdir.[34]
Henri Lammens, Hz. Muhammed (s.a.v)'in erken vefat etmesinin Kur'-an'ı yeniden ele alıp ondaki bazı boşlukları doldurmasına fırsat vermediğini söylemekte, var olmayan sünneti ortaya çıkarmak veya mevcut fikirleri yer*leştirmek hadisin başvuru kaynağı olması gerektiğini, bu sebeple diğer hadis metinlerinin çok dikkatli ve titiz bir şekilde yeniden üretildiğini ileri sürmekte*dir.
David Samuel Margoliouth, Hz. Muhammed (s.a.v)'in kendinden son*ra bir hüküm ve dinî bir karar bırakmadığını söylemekte, ilk İslam cemaatinin uygulandığı sünnetin eski Arapların örfü olduğunu, bunların onun sünnetiyle bir ilgisi bulunmadığını, Peygamber'in temeli Kur'an'da olmayan bir kural ortaya koymadığını ileri sürmekte [35] şarkiyatçıların, fıkhı hüküm ve kararların Hz. Pey*gamber (s.a.v)'e izafe edildiği şeklindeki genel kanaatini paylaşmaktadır.
Reynold Alleyne Nicholson da, muhaddislerin birbirine zıt bir çok ha*disi Hz. Peygamber (s.a.v)'e isnad ettiklerini ve bunları te'lif imkanı bulama*dıklarını iddia etmekte, buna örnek olarak köpeklerin bir yerde öldürülmesini emreden, başka bir yerde de bunu yasaklayan rivayetleri göstermekte, ayrıca Ebu Hureyre gibi bazı sahabilerin tarlaları bulunduğu için köpek beslemeyi mubah gördüklerini, nitekim Abdullah ibn Ömer'in "Ebu Hureyre'nin tarlası vardır" diyerek onun bu konudaki açığını ortaya çıkardığını ileri sürmektedir.[36]
Nicholson'un, birbirini nakzeden pek çok hadis bulunduğu ve bunların metin tenkidine tabi tutulmadığı yolundaki iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Esasen birbirine zıt gibi görünen hadisler bulunmakla beraber bunlar diğer hadislere nispetle oldukça azdır.
İslam alimleri çok erken devirlerden itibaren hadisleri doğru anlamak, onların sahihini, zayıf ve mevzu olanını ayırmak için sened tenkidi yanında metin tenkidiyle ilgili prensipler de ortaya koymuşlar, özellikle birbirine mua*rız görünen rivayetler için geliştirdikleri şaz, münker, muzadarib, mensuh gibi ölçüler sayesinde bu tür problemleri çözmeye çalışmışlardır.
İmam Şafiî'nin "İhtilâfu'l-hadîs"i ile İbn Kuteybe'nin "Te'vîlu muhte*lifi hadîs"i, muhaddisler tarafından başından beri uygulanan bu prensipleri erken devirde getirdiğini ortaya koymaktadır.
Ebu Hureyre'nin tarlası bulunduğu ve bekçi köpeğine ihtiyacı olduğu için köpek beslemeyi mubah gördüğü, Abdullah ibn Ömer'in de, "Ebu Hureyre'nin tarlası vardır" diyerek onun bu konudaki hadisi uydurmakla suçla*dığı iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. "Ebu Hureyre benden daha hayrlıdır, rivayet ettiklerini de benden daha iyi bilir [37] diyen, daha sonra bu hadisi "tarla köpeği" ilavesiyle bizzar rivayet eden [38] Abdullah ibn Ömer'in Ebu Hureyre'yi suçlaması mümkün gö*rünmemektedir.
Joseph Schacht, Hz. Peygamber hukukî mahiyette bir şey ya*pıp söylemeyi hiçbir zaman düşünmediği, esasen onun buna yetkisinin bu*lunmadığı kanaatini taşıdığı için, Goldziher gibi bu tür hadislerin II. (8.) ve III. (9.) yüzyılda yaşayan İslam alimleri tarafından uydurulduğunu ileri sürmüş*tür.
Schacht'in müsteşrikler tarafından çok beğenilen "Origins of Mu hanımadan Jurisprudence" adlı eserindeki cüretkar iddialarını Muhammed Mustafa el-A'zamî "On Schacht's Origins of Mu ha m ma dan Jurîs-pru-dence" [39] adlı ça*lışmasıyla cevaplandırmıştır.
Siyasî, itikadî, hatta hukukî konularda hadis uydurulduğu tarihî bir vakıa olmakla birlikte bunların hadis otoriterleri tarafından zamanında tespit edilip değerlendirilmesi sebebiyle muteber fıkıh kitaplarında yer almadığı da bir gerçektir.
Philip Khuri Hitti, müslümanların hadisleri tıpkı Kur'an gibi vahiy mahsulü olarak kabul ettiklerini, halbuki hadislerin çoğunun Kitab-ı Mukad-des'ten, özellikle de İncil'den alındığını iddia etmekte; bunu ispatlamak ama*cıyla da suç işleyen kölesini dövmek için izin isteyen birine Hz. Peygamber (s.a.vj'in izin vermediği gibi onu günde 70 defa affetmesini öğütlediğine dair hadisin [40] Matta İncili'nden [41] Câbir b. Abdullah'ın, Medine'de Hendek Gazvesi'ne hazırlan ildiği sırada pişirdiği az bir yemeğin Resulullah (s.a.v)'in bereketiyle 1000 kişiyi doyurmasına dair hadisin de [42] Hz. İsa'nın da aynı şekilde 4000 kişiyi do*yurduğuna dair Matta încili'ndeki rivayetten (15/30-38) alındığını ileri sür*mektedir.[43]
Müslümanları Ehl-i kitaba benzemekten şiddetle sakındıran Hz. Pey*gamber (s.a.v)'in [44] Kitab-ı Mukaddes'ten faydalanması sözkonusu olamaz. Üstelik tahrifata uğrayan Kitab-ı Mukaddes'teki sözlerin Hz. İsa'ya aidiyeti kesin olmadığı, bu sebeple Resulullah (s.a.v)'in bu ifadeleri kabul veya reddetmeyi yasakladığı bilindiğine göre
[45]onun kendi yasağına uymaması, muhaddislerin de Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu emrine karşı gelmeleri imkansızdır. Eğer Kitab-ı Mukaddes'teki bu sözler tahrif edilmemişse, aynı ilâhî kaynaktan bes*lenen iki peygamberin birbirine yakın sözler söylemesi ve benzer mucizeler göstermeleri tabiîdir, .
Theodor William Juynboll, "Encyclopedie de İslam"ın ilk baskısına yazdığı "Hadis" maddesinde hadis uydurmacılığı konusunu Goldziher'in gö*rüşlerine dayanarak genişçe ele almış; muhaddislerin Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait söz ve fiilleri yeni zamanın düşüncelerine uygun şekle soktuklarını ve ga*yelerine uygun bir çok hadis ortaya çıkardıklarını belirterek bütün muhaddisleri suçlamıştır.
Juynboll da, diğer teşrikler gibi Hıristiyan akidelerinden, İncil'in ve apokrif kitapların fıkralarından, Yahudi fikriyatından, Yunan filozoflarının na*zariyelerinden faydalan ildiğini ileri sürmüş; akaid esasları, ahkâm, helal ve haram medenî ve cezaî hukuk, muaşeret, âhiret hayatı, yaratılış ve geçmiş peygamberler hakkında vb. dinî konulara dair hadis uydurulduğunu belirte*rek bütün hadisler üzerinde şüphe uyandırmak istemiştir.
Buna karşılık kötü niyetli uydurmacıların oyununu boşa çıkarmak mak*sadıyla gerçek muhaddislerin verdikleri mücadele ve geliştirdikleri tenkit me*todundan söz etmemiş; hadis uyduranların birer hadis otoritesi olmadığı, bu sebeple onların ortaya attığı rivayetlere herkesin itimat etmediği ve bu sözle*rin önemli muhaddislerin eserlerinde yer almadığı gerçeğini de dile getirme*miştir.
Juynboll, müslümanlarm hadis uydurma hareketini doğru bulmadıkla*rını belirtmekle birlikte Hz. Peygamber (s.a.v)'e izafe edilen, özellikle dinî ve ahlakî düstur mahiyetindeki sözler için haffiletici sebepler ileri sürdüklerini iddia ederek onların "terğîb ve Terhîb" konusunda hadis uydurulmasına göz yumduklarını söylemektedir.
Halbuki uydurma hadisleri konu alan bütün kitaplarda, Allah rızası için hadis uydurduklarını ifade eden sözde zâhidler hadislerin ruhundan ve ma*nasından haberdar olmayan en zararlı sınıf olarak kabul edilir.[46]
Juynboll'un, "Ebu Hureyre'nin doğru sözlülüğü pek çok kimselerce ka*bul edilmeyerek şiddetli itirazlarla karşılandı" demesi, çok hadis rivayet ettiği için Ebu Hureyre'yi gözden düşürme maksadına, "En büyük zaman tenakuzlarını ihtiva eden hadisler bile umuca itimada layık görüldü" sözü de ha*disler hakkında şüphe uyandırma hedefine yönelik asılsız iddialardan ibaret*tir. Onun "Hadis" maddesindeki gerçek dışı görüşleri, bu ansiklopedinin Arapça tercümesinde Ahmed Muhammed Şâkir tarafından cevaplandırılmıştır.[47]
Müsteşriklerin üzerinde en fazla durdukları hususlardan biri de; muhad*dislerin bütün gayretlerini sened tenkidine yönelttikleri, şeklen kusursuz olan rivayetleri güvenilir sayarak metin tenkidiyle meşgul olmadıkları iddiasıdır. Halbuki hadislerin sağlamlık derecesini tespit etmek üzere muhaddislerin or*taya koyup geliştirdiği sened tenkidi, rivayetleri bir tür ön elemeden geçirme faaliyeti olup bundan sonra hadis metinleri de incelenerek bunların Kur'an'a, mütevatir sünnete, te'vil edilemeyecek kadar akla, duyu ve müşahadeye ve tarihî gerçeklere aykırı olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Muhaddis-ler, bu ölçülere göre hadisin lafzında ve manasında bir bozukluk bulunmasını ondan şüphelenmek için yeterli sebep kabul etmişlerdir.
Erken devirlerden itibaren metin tenkidi alanında yapılan çalışmalar ge*niş araştırmalara konu olmuştur. Bu çalışmalara örnek olarak, Selahaddin b. Ahmed Edlibî'nin "Menhecü nakdi'1-metninde ulemâi'l-hadîsi'n-nebevî" [48] Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî'nin "Mekâyisü nakdi mütûni's-sünne [49] Muhammed Lokman es-Selefî'nin "Ihtimâmü'l-muhaddisîn bi-nakdi'1-hadîs seneden ve metnen [50] ve Muhammed Tâhir el-Cevâbf nin "Cühâdü'l-muhaddisîn fî nakdi metni'l-hadîs" [51] adlı eserleri zikredilebilir.
Şarkiyatçıların hadis ve sünnet aleyhindeki görüşlerinin Arapça metinleri yeterince anlayamadıklarından kaynaklandığı fikrinde [52] gerçeklik payı bulunmakla beraber söz konusu aleyhtar*lığı sadece bu sebebe bağlamak fazla iyimserlik olur.
Hadislerin güvenilir olmadığı hususunda müsteşrikler gibi düşünen Emi*le Dermenghem'in, şarkiyatçıların yazdığı kitapların "kabataslak fikirler ihti*va ettiğini ve yıkıcı mahiyette" olduğunu [53] söyle*mesi, şüphesiz daha gerçekçidir.
Eserlerinde polemiğe girmekten kaçındığı, hadis ve sünnet hakkında da*ha insaflı bir görüşe sahip olduğu anlaşılan Johann W. Fueck'ün söyledileri de, bu kanaati doğrulamaktadır. Ona göre; İslamî tenkit sistemi, hadise ilave edilmek istenen sahte unsurları ayıklamakta başanlı olmuştur. Bu sebeple sünnetin dayandığı malzeme sahihtir. "Sünnetin ilk iki yüzyılın bir icadı oldu*ğunu ve onun sadece daha sonraki nesillerin Peygamber ve ashabı hakkında*ki düşüncelerini yansıttığını ileri süren bazı şarkiyatçılar, Muhammed'in şah*siyetinin ashabı üzerindeki büyük etkisini ciddi bîr şekilde küçümsemektedir" diyen Fueck'e göre; müsteşriklerin her hukukî sünneti ispatlayıncaya kadar uydurma kabul etmeleri, hiçbir sınır tanımayan ve tamamen şahsî arzuya da*yanan bir şüpheciliği beslemektedir.[54]
İslam Dünyasında Hadis Muhalifleri
İslamî konuları farklı açılardan ele alipn tartışan siyasî ve itikadı fırkaların ortaya çıktığı hicri I. (7.) .yüzyıldan günümüze kadar bazı grup veya şahısların hadisler üzerinde genel kabule ters düşen fikirler ileri sürdükleri bilinmektedir.
Günümüzde ve yakın geçmişte büyük ölçüde şarkiyatçıların etkisinde ka*lan çoğu Mısırlı bazı alimler ile Hindistan'da ortaya çıkan bazı gruplar, eldeki hadislerin sağlamlığı ve Hz. Peygamber'e aidiyeti hususunda şüphe uyandır*mışlar; bunun sonucunda bir kısım aşırı görüş sahipleri hadislere hiçbir şekil*de güven ilmem e. si ve tamamen Kur'an'la yetinilmesi gerektiğini ileri sürerken, nispeten mutedil bazı kimseler de cennet ve cehennemin tasviri gibi (gaybî) olayalara dair hadislere güvenilemeyeceğini savunmuşlardır.
İslam dünyasındaki hadis muhaliflerinin belli başlı iddialarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Hz. Peygamber, hadislerin yazılmasını yasaklamışken, daha sonraki devirlere binlerce hadis güvenilir şekilde intikal edemez; dolayısıyla III. (9.) yüzyıl gibi çok geç bir dönemde derlenip tedvin edilen hadis kitaplarına güvenilemez.
Hadisin tarihi incelenirken belirtildiği gibi, Resulullah (s.a.v), kendi söz*lerinin Kur'an ile karışması ihtimalinin bulunduğu ilk dönemlerde hadislerin yazılmasını genel olarak yasaklamakla beraber bazı sahabilere özel şekilde yazma izni vermiş ve bir müddet sonra da bu yasak kalkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaptığı anlaşmalar, krallara, kabile liderlerine, kendi komutan ve valilerine gönderdiği mektuplar, zekat memurlarına verdiği yazılı emirler, onun hadislerinin ilk yazılı belgeleridir. Yine bazı sahabilerin hadisleri yazdığı yada yazdırdığı sahifeler de sünnetin ilk yazılı örneklerinden*dir.
Öte yandan Araplar, kültürlerini daha sonraki nesillere aktarma konu*sunda yazılı edebiyat kadar sözlü rivayete de önem vermişler, ezberlediği hiç*bir şeyi unutmadığını söyleyen Ibn Şihâb ez-Zührî gibi hadis hafızları [55] yetiştirmişlerdir.
Hadislerin ilk ravileri olan şahabı ve tabiîler ise hadislerin nakli hususun*da Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Size öğrettiklerimi iyice belleyip buraya ge*lemeyen halka öğretiniz [56] "Burada bulunanlar bulun*mayanlara tebliğ etsin [57] şeklindeki tavsiyelerini dinî so*rumlulukla yerine getirerek hadisleri, hem yazılı ve hem de şifahî olarak riva*yet etmişlerdir.
İleri gelen sahabilerin pek az rivayet ettiği iddiası da; temelsiz olduğu gibi Resulullah (s.a.v)'in hadislerin nakledilmesine karşı çıktığı, buna gerek gör*seydi onları mutlaka yazıyla tespit ettireceği sözü de isabetli değildir.
Hadislerin tedvini, daha I. (7.) yüzyılda başlamış, II. (8.) yüzyılda hemen hemen kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi "Müsned"Ierin ya*nı sıra konularına göre tasnif edilen "Muvatta'", "Cami"' ve "Sünen" türü eserler meydana getirilmiştir.
2. Hadislerin büyük bir kısmı, mana ile rivayet edildiğinden onların Pey*gamber'e aidiyeti şüphelidir.
Hadislerin, Resulullah (s.a.v)'in kullandığı lafızlarla değil aynı manaya gelen ve az çok değişik olan lafızlarla rivayetin caiz olup olmadığı veya buna ne ölçüde izin verileceği konusu alimler tarafından ilk devirlerden itibaren tartışılmıştır.
Kısa ve özlü hadislerin, veciz konuşmaktan hoşlanan Hz. Peygamber'in bu özelliğiyle bağdaştığı belagat âlimlerince de kabul edilmekte, ibadet metinlerini oluşturan dua ve zikir hadislerinde mâna ile rivayete izin verilmediği bilinmek*tedir.
Uzun hadislerin çeşitli rivayetleri bii araya getirilip karşılaştırılınca ara-lannda farklar bulunmakla beraber bunların abartılacak kadar fazla olmadığı, lafızlan farklı bile olsa aynı mânanın isabetli bir şekilde ifade edildiği görülür.
Sahabe devrinden itibaren hadis âlimlerinin çoğunun, rivayet esnasında hadisin metninde "vav" ve "fa" gibi atıf harflerinin bile değişmesine göz yummadığı, hatta Hz. Peygamber'in söylediği bir kelimenin yerine eş an*lamlısının konulmasına bile izin vermediği, ilk üç nesilde birçok hadis râvi-sinin mâna ile rivayeti caiz görmediği bilinmektedir.
Hadisin mâna İle rivayetinde sakınca görmeyenler ise bu şekilde rivayet edecek kimselerin sarf. nahiv ve lügat ilimlerini, lafızlar arasındaki anlam far*kını iyi bilen, hadisi lahinsiz rivayet eden, lafızların delâlet ettiği mânayı ve maksadı anlayan râviler olmasını şart koşmuşlardır.
Bazı âlimler, mâna ile rivayeti, fesahat ve belagattaki üstünlükleriyle ta*nınan ve Resûl-i Ekrem'in sözünü işitip yaptığını gören sahabe neslinden baş*kasının yapamayacağını söylemişler ve Iafzen rivayeti esas kabul ettikleri için bu yola sadece ihtiyaç duyulduğunda başvurulabileceğini söylemişlerdir. İmam Mâlik gibi âlimler, merfû oimayan metinlerin mâna ile rivayetine izin vermekle beraber Resûl-i Ekrem'in sözlerinde bunun mümkün olamayaca*ğını belirtmişlerdir.[58]
Resûlullah'tan duyup öğrendiklerini yine onun emri gereğince duyma*yanlara nakletmek için hadisleri kendi aralarında titizlikle müzakere eden ve kültürlerini ezbere nakletme konusunda geniş bir tecrübeye sahip olan ilk nesil*lerin gayreti, titizliği ve bu nakli dinî bir heyecanla yaptıklan göz ardı edilme*meli, aynca hadislerin tedvininden sonra manen rivayete izin verilmediği de unutulmam alfair.
3. Hicrî I (7.). yüzyılın ilk yansından itibaren bazı itikadı ve siyasî fırkala*rın hadislerin yazılmamasını fırsat bilerek kendilerinin lehinde, muhaliflerinin. aleyhinde uydurdukları sözler sahih hadis kitaplarına bile girmiş ve bunlar, ki*taplardan yeterince ayıklanmamiştır.
Mensup olduğu grubu başarıya ulaştırmak, insanları dine yöneltmek veya zındıkların yaptığı gibi dinden soğutmak, şahsî çıkar elde etmek vb. amaçlarla hadis uyduranlar ve uydurdukları sözlerin müslümanlar tarafından benimsen*mesini temin etmek için çeşitli yollara başvuranlar bulunduğu bir gerçektir.
Esasen muhaddisler de hadis diye uydurulan sözlerin İslâm'a getireceği za-ran önlemek için isnad sistemini icat etmişlerdir. Bu sistemle birlikte hadislerin bir hocadan alınıp rivayet edilme yöntemleri sağlam esaslara bağlandığı gibi hadis râvisini dürüstlük, güvenilirlik ve rivayet ehliyetine liyakat açılanndan titiz bir şekilde değerlendiren cerh ve ta'dîl prensipleri sayesinde zayıf ve uydur*ma haberlerin ayıklanması sağlanmıştır.
Nitekim her devirde yetişen hadis münekkitleri bu prensipleri uygulamak suretiyle bir râvinin nerede ve ne zaman doğduğunu, nerelerde yaşadığını, ha*dis tahsiline ne zaman başladığını, kimlerle arkadaşlık yaptığını, hocalarını, ta*lebelerini, hadisi kaynağından alıp rivayet etme usullerine ne ölçüde riayet ettiğini araştırmışlar, öte yandan onun davranışlannı, karakterini, inanç du*rumunu, akıl ve hafıza sağlamlığını, dolayısıyla ne ölçüde güvenilir olduğunu ortaya koymuşlardır.
Bir râviyi. kendisinden hadis almadan önce böylesine sıkı bir denetimden geçiren hadis münekkitleri bununla da yetinmeyerek onu yaşadığı sürece gözet*leyip hafızasını sık sık kontrol etmişler, zihnî gerileme gibi bir değişiklik tesbit ettikleri andan itibaren ondan hadis alınamayacağını ilgililere duyurmuşlardır.
Buhârî ve Müslim'in "el-Câmiu's-Sahîh"leri gibi sahih hadis kitaplarının en belirgin özelliği, ihtiva ettikleri hadislerin güvenilir râviler tarafından rivayet edilmesidir. Bunlann içinde uydurma rivayetlerin bulunduğu iddiası ise bun*dan dolayı gerçek değildir.
Hadisi Allah elçisinin sözü olarak bilen ve onu Peygamber'in tavsiyesine uyarak daha sonraki nesillere aynen aktarmayı ibadet kabul eden kimselerin icat ettiği isnad sistemleriyle gelen rivayetlere güvenmeyenler, böyle bir itina ile nakledilmeyen, medeniyetin aynlmaz bir parçası sayılan tarih, kültür ve ede*biyat rivayetlerine nasıl itimat edeceklerdir?
Hz. Peygamber'in otoritesini kötüye kullanarak hadis uydurmaya kalkan-lann ortaya çıktığı günden itibaren muhaddislerin samimi olmayan hadis talebe*lerini tanımak ve tanıtmak için geliştirdikleri rical bilgisi ve edebiyatı ile rivayetleri anlamaya ve onlar arasında görülebilecek uyumsuzluğu gidermeye yönelik ilim*ler hadisler üzerinde titizlikle çalışıldığını göstermektedir.
4. Hadis kitaplarında Kitâb-i Mukaddes'ten alınmış pek çok rivayet bulun*maktadır.
Bazı hadislerin, Kitâb-ı Mukaddes'teki bir kısım metinlere benzemesine bakarak bunlann yahudi veya hıristiyan asıllı râviler tarafından hadis kitaplarına sokulduğunu ileri sürmek, eğer bir maksada dayanmıyorsa bir vehim veya bil*gisizlik ürünüdür.
Bazı Ehl-i kitap âlimlerinin, müslüman olduktan sonra herhangi bir art niyet taşımadan eski kültürleriyle ilgili birtakım rivayetlerden söz ettikleri ve İsrâiliyat denen bu haberlerin cahil insanlar tarafından dine sokulduğu bir gerçektir. Hadis âlimleri bunları belirleyip asılsız olanlarını tenkit etmek için büı, çaba harcamışlardır.
Ehl-i kitap'tan intikal eden bilgilerin bir kısmı, İslâmî nakillere uyduğu için doğru, bir kısmı gerçeklere ters düştüğü için yanlış, bir kısmı da doğruluğu veya yanlışlığı bilinmeyen haberlerdir.[59] Bu sebeple Resûl-i Ekrem, Kitâb-ı Mukaddes'teki mahiyeti bilinmeyen hususlar konusunda ashabına ihtiyatlı davranmayı tavsiye etmiş, bu nevi haberleri doğru*lamayı veya yalanlamayı uygun görmemiştir.[60]
Buna göre Ehl-i kitabın İslâmiyet'e uygun haberlerini nakletmekte bir sa*kınca bulunmadığı gibi bu rivayetler peygamberlerin aynı ilâhî kaynaktan bes*lendiği gerçeğini ortaya koyması bakımından da faydalıdır,
Meseleye bu açıdan bakarak bütün semavî dinlerde bazı haber, hüküm ve ahlâk esaslarının birbirinin aynı olacağını kabul etmek yerine, Kitâb-ı Mu*kaddes'teki rivayetlere benzeyen bazı hadislerin ihtida etmiş olan sahâbî veya tabiîler tarafından uydurulduğunu iddia etmek yahut Ehl-i kitap asıllı tabii âlimi Kâ'b el-Ahbâr gibi râvilerin çok hadis rivayet etmekle ünlü sahâbîleri etki*leyerek İsrâiliyat'ı onlar vasıtasıyla hadislere kanştırdığını ileri sürmek bu sahâbİ-lere iftira olur.
5. Kur'an âyetleri tevatür yoluyla geldiği için kesinlik ifade eder; fakat ha*dislerin tamamına yakını haber-i vâhid sayıldığı, yani Peygamber'e aidiyeti ke*sin olmadığı için zan ifade eder; din ise zan üzerine kurulamaz.
İmam Şafiî'nin belirttiğine göre; II. (8.) yüzyılın sonuna doğru hadislerin, özellikle haber-i vâhidlerin zan ifade etmeleri sebebiyle hukukî bakımdan kay*nak olamayacağını ileri süren kimseler görülmeye başlanmıştır.[61]
Hadislere güvenmeyenlerin, gerekçe olarak onların Kur'an âyetleri gibi ke*sinlik ifade etmediğini söylemeleri doğru değildir. Zira sübût ile delâlet ta*mamen farklı şeylerdir. Sübûtun da şüphe edilmeyen Kur'ân-ı Kerim'de de de*lâleti kafi olmayan âyetler bulunduğu halde hiç kimse bu âyetlerden şüphe et*memiştir.
Öte yandan iki kişinin şehâdetini yeterli gören Kur'an [62] tevatür şartını aramadığı gibi, ne Resûl-i Ekrem ne de kendilerine sa*dece bir kişi vasıtasıyla mektup veya talimat gönderdiği krallar, müslüman ku*mandanlar veya kabile mensupları habercinin birden fazla olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Zira haberi getiren kimsede aranan en önemli şart; zabtının sağlam, şahsiyetinin güvenilir olmasıdır.
Sahih sünnete zayıf ve mevzu haberlerin karışmaya başladığı tarihten iti*baren İslâm âlimlerinin hadisleri koruma amacıyla ortaya koyup geliştirdikleri hadis ilimleri ve metotları, şâhidlik sırasında aranan şartlardan daha hassas ve sağlam ölçülerdir. Hiçbir haber Kur'ân-ı Kerim gibi en güvenilir şekilde gelme*mekle beraber Hz. Peygamberin sözü olduğu bilinciyle titiz bir surette rivayet edilen haberci vâhidlerin kesinlik ifade ettiği hususunda İslâm âlimlerinin ço*ğu, özellikle de muhaddisler görüş birliğine varmışlardır.
Esasen bir haberin güvenilir sayılması için onun mütevâtir rivayette oldu*ğu gibi büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi şartı; ne diplomatik konu*larda, ne ticarî meselelerde, ne de günlük hayatın herhangi bir muamelesinde hiçbir zaman aranmamaktadır. Zira böyle bir şartın gerçekleşmesi nadiren mümkün olacağı için haberi verenin güvenilirliği sözünün kabul edilmesi için yeterli görülmektedir.
Dinin anlaşılıp yaşanmasında Kur'an'ın yeterli olduğunu ileri sürenler, eğer ibadetlerin vazgeçilmezliğini kabul ediyorlarsa, bu dinî merasimlerin, Hz. Peygamber zamanındaki şekilleriyle ifa edilebilmesinin ancak hadis ve sünnet sayesinde mümkün olacağını göz ardı etmemeleri gerekir.
Dinin anlaşılması hususunda hadislerin dikkate alınmamasının doğuracağı en büyük tehlike; şahsi görüşlerin ön plana çıkması ve bunun tabii sonucu olarak herkesin kendi anlayışını isabetli görmesi yüzünden dinde büyük bir kargaşanın yaşanmağıdır.
Bu gerekçelerin ve benzeri görüşlerin hadislere güvenilemeyeceğini ortaya koyduğu, Kur'an'da her şeyin bulunduğu, dolayısıyla dinin yaşanması hususun*da Kur'an'ın yeterli olduğu ve hadise ihtiyaç bulunmadığı yönündeki görüşler, ilk devirlerden beri ileri sürülmektedir. Nitekim sahâbî İmrân b. Husayn'ın hadis*lerden bahsettiği sırada orada bulunan birinin: "Bize Kurandan söz et" demesi bu kanaatlerin eskiliğini ortaya koymaktadır. Ancak İmrân'ın, hadisler olmadan namazın ve zekâtın ifa edilemeyeceğini söylemesi üzerine o şahsın itirazından vaz*geçmesi [63] ilk zamanlarda meseleleri sadece Kur'an'la çözmek isteyenlerin bu görüşü fikrî bir akım haline getirmeyen mutedil kimseler olduğunu göstermektedir.
Esasen Kur'an'da her şeyin açıklandığını [64] onda hiçbir şeyin ek*sik bırakılmadığını [65] belirten âyetlere dayanarak hadislere ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmek doğru değildir. Zira Kur'ân-ı Kerîm. Hz. Peygamberin Allah'ın âyetlerini açıklamakla görevlendirildiğini ifade etmektedir.[66] Onun açıklamalan ise ancak hadisle sabit olur.
Aynca Peygamber'in emrettiğini yapıp yasakladığından-uzak durmayı [67] ve ona itaat etmeyi gerekli kılan âyetler, Resûl-i Ekrem'irMıadis veya sün*netle tesbit edilebilen buyruklanna ve açıklamalanna uymayı zorunlu hale getirmektedir. Bundan dolayı, hüküm koyma yetkisinin sadece Allah'a âit olduğunu belirten bazı âyetleri öne sürerek ahkâm hadislerini kabul etmeyen kimselerin görüşleri de tutarlı değildir.
Günümüzdeki hadis muhaliflerinin bazen birbirlerine ters düştükleri de görül*mektedir. Meselâ bir kısmı,, muhaddislerin sadece sened tenkidi yapıp metin tenkidiyle meşgul olmadıklannı ileri sürerken, bazılan hadislerin hem senedlerinin hem de metinlerinin tenkit edildiğini, bu sebeple tenkit edilen bir şeyin din sayıla*mayacağını belirtmektedir.[68]
Hadislere karşı kesin .şekilde tavır alan Hindistan'daki Ehl-i Kur'an'ın (Kur'â-niyyûn) bazı mensuplan, Kur'an'ın, müslümarilan birliğe çağırdığını, ancak rastgele insanlann rivayetlerinden meydana gelen ve Hz. Peygambere itaati emreden ha*dis kitapları terkedilmedikçe birliğin ve ilerlemenin sağlanamayacağını ileri sürmektedirler.
Bunlar, ayrıca Kütüb-i Sitte gibi hadis kitaplarının çok büyütüldüğünü, esasen bu kitapların Fslâm'a ve müslümanlara zarar vermek için Arap olma*yanlar ve özellikle İranlılar tarafından meydana getirildiğini söylemekte bile sakınca görmezler.[69]
Kur'an ile yetinmenin birliği sağlayacağını iddia edenlerin, namazın rekat*ları ve kılınış şekli bir yana, günde kaç vakit kılınacağı konusunda bile fikir birliği edemedikleri, dolayısıyla kendilerini yalanladıkları görülmektedir.
Hadise karşı tavır alan İslâmî gruplann sistemleşmemiş mahiyetteki gö*rüşlerini benimseyen çağdaş bazı hadis muhalifleri, bu görüşlere yenilerin ek*leyerek kanaatlerini sistemleştirmeye gayret etmişlerdir.
İslâm dünyasında XX. (20). yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde; Avrupalı araştırmacıların Kitâb-ı Mukaddes'e yönelttik*leri, dinî metinleri insan ürünü gibi düşünerek eleştirme fikri (tarihî tenkit metodu) yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen müslüman araştırmacılar İslâm'ın dinî metinleri olan Kur'an ve ha*dislere uygulamak istemiş, hadisleri birer birer tenkit etmek yerine kurulacak bir sistem çerçevesinde onları daha kapsamlı bir şekilde değerlendirme*yi düşünmüşlerdir.
Buna göre gramer kurallarına bağlı kalarak haedisleri anlamaya çalış*mak veya onların, Peygamber'e nisbetini araştırmak verimli bir yol olmadı*ğından, hadislerden genel prensipler çıkarıp bu prensiplere göre toplumun ihtiyaçlarına çözümler getirmek daha isabetli bir yoldur. Bu tutum, muhad*dislerin ve fakihlerin anladığı İslâm'ın yerine, bundan büyük ölçüde farklı ve modern dünyada yaşanan hayata daha yakın bir din olan onlann zihnindeki Müslümanlığı koymakta, Kur'an ve hadisin hüküm vazetme yetkisine bakış*ları ise bu tavırlarını daha da netleştirmektedir. Buna göre Kur'an'daki hüküm âyetleri son derece azdır; bunlar da nazil olduğu zaman ve mekanın dışında bir hukukî metin kabul edilmeyip dolaylı hukuk malzemesi niteliğinde görül*melidir.
Resûl-i Ekrem, ortaya çıkan meselelere hukukî çözümler getiren bir pey*gamber değil, daha ziyade ahlâkî bir ıslahatçı kabul edilmelidir.[70]
Modem zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadislerin büyük bir kısmının Hz. Peygamberle ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddisle-rinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an ve hadislerdeki hukukî çö*zümleri, Peygamber devriyle sınırlayan bu zihniyetin sahipleri, âlimlerin kendi çağlarının, ihtiyaçlanna göre kanun koyabileceklerini iddia etmişlerdir.[71]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in Davranışlarının Sınıflandırılması
Hz. Peygamber (s.a.v)'in sıfat ve davranışlarında hakim olan peygam*berlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız ayet ve hadiste ona uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılmması istenmiştir, islam'ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcıları, hadislerin, hangi sıfattan kay*naklandığını ve bu bakımdan bütün Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadı*ğını araştırmak ve göz önüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar söz konusu sıfat ve durumları 12'ye kadar çıkarmışlar*dır.
1. Dini Tebliğ Etmek ve Tamamlamak:
Resul, kendisine gelen vahyi, hem uygulamak ve hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre onun önde gelen vazifesi- tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir... Resulullah (s.a.v)'in şu hadisle*rinde bu sıfat ve selahiyetlerini anlatmaktadır:
"Gafil olmayın! Bana Kur'an verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir. Bilin ki, yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur'an'dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu helal, haram bulduğu*nuza da haram bilin.[72]
Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır: Örneğin, Veda Hutbesini okurken herkes duysun di*ye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğciler koymuştur, "burada bulunanlar, bulunmayanlara duyursun" demiştir. Veda haccını ifâ ederken de "yaptık*larıma bakarak hac ibadetini öğrenin" buyurmuştur.
2. Fetva Vermek:
Dini tebliğ ve\ tamamlama mahiyetinde olan fetvanın farkı, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır.
Abdullah ibn Abbâs'm nakline göre; Veda Haccmda Resulullah (s.a.v) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevap*landırmıştır. Bu cümleden olarak birisi: "Kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "Şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler. Bir ikincisi gelerek "Şeytan taşlamadan önce gidip Kabe'yi tavaf ettim, ne ya*payım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuşlar.
Hâsılı; bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce veya sonra yaptıkları her iş için "zararı yok, yap" cevabını vermişlerdir.[73]
Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, so*ranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şa*rap yapılan bazı kaplarda haram olmayan- nebiz (bir nevi şerbet) yap*mak isteyenleri bundan menetmiştir. Çünkü hem bu kaplann kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüş*mektedir.
İbnu'l'Kayyim, "İ'lâmu'l-muvakkiîn" isimli eserinin dördüncü cildinin so*nunda, Resûlullah'm fetvalanni 147 sayfada toplamıştır.
3. Dâvaları Hükme Bağlamak (Kazâ):
Kazanın iki yönü vardır:
a. Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımın*dan kaza, fetva gibi bir tebliğ ve teşridir. Aynı durumlarda aynı hükmün verile*ceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir.
b. İspat delillerine göre adaletin tevziî bakımından kaza isabetli de, hatalı da olabilir, İsbat delilleri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kurtulmuşlardır.
Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf is-batta daha başanlı ol*muş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adaleti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Re-sûlullah (s.a.v) kazanın bu yönünü şöyle anlatıyor: "Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu ko*nusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verir*sem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum.[74]
Hz. Peygamber'in kazâî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolay*dır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadis kitaplarının kaza bölümleri de birçok ömek ihtiva etmektedir.
4. Devlet Başkanlığı (İmaret, İmamet):
Resûlullah'm devlet başkanlığı; peygamberlik, iftâ ve kaza selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir.
Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfaatini gözetmek, sosyal adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygam*bere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır.
Peygamberimiz'in risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bü*tün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunlann icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet baş*kam izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler tarafından re'sen elde edi*lemez.
Ganimetin paylaştınlması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekil*de kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların tertibi ve şevki, isyan ve terör hareketlerinin basünlması, toprak, maden, su gibi kaynakların Özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi; devlet başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bun*ların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan amme menfaatini gö*zeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermeyi terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir...
Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selahi*yetine dahil olduğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayış*ları olmuştur:
a. Buhârî'nin, Hars 15'te rivayet ettiği hadiste; Peygamberimiz: "Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur" buyurmuştur.
Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfaatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerin*de tasarrufta bulunurlar ve toprak iman mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağlı bulunur.
Ebû Hanîfe'nin içtihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, imam Şa*fiî bu hadisi fetva ve tebliğ sıfatına bağlamış, "Çünkü Resûlullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlamak gerekir" demiştir. Hadisin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabî ol*maz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. îmam Mâlik bu konuda şehir ve mücavir alan topraklan ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkamlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaat*lerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.
b. Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a başvurarak "Kocası Ebû Süfyân'ın cimri bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna yetecek nafakayı vermediğini" söyledi, Peygamberimiz ona "normal ölçülerde sa*na ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu.[75]
Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden müctehidler (Şâfiîler ve kısmen Hanefîîer) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına teka*bül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı cinsinden ma*lını alabilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kaza sela*hiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan malı bizzat alamaz" demişlerdir.[76]
c. Hz. Peygamber "Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuştur.[77]
Şafiî gibi bazı müctehidler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için "her za*man, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şafiî gibi düşünen müc*tehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komu*tanların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir.[78]
5. Daha İyiye Teşvik (İrşâd):
Ayet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir.
Güzel ahlâkı teşvik eden hadisler, cennetliklerin vasıflarını anlatan hadis*ler, nafile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadisler böyle yorumlanmıştır. Ebû Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi "bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resulüne şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşi eri nizdîr, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giy*dirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!.[79]
Bu hadiste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama, köleye yar*dımcı olma emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür
6. Arabulmak, Anlaştırmak (Sulh):
Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın kısa yoldan anlaştırmak için yapılan teşebbüsler sul*ha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip istediklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa çağırırlar; bu iseteklif onları bağlamadığı için kabul et*memişlerdir.
Yine Peygamberimiz Kâ'b b. Mâlik ile Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Ka'b1-a, alacağının yansından vazgeçip geri kalanım almasını tavsiye etmiş, o da bu nü kabul ederek sulh olmuşlardır.[80]
Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçe*rek ikincisinin bahçesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçlannı sulayinca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!" buyurdu.[81]
Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde, ikincisi ise karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hak*kını kullanması şeklinde ifade buyrulmuştur.
7. Danışmada Bulunana Yol Göstermek (İstişârî Rey):
Burada Resûlullah (s.a.v) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol gösterici olarak hareket etmek*te, çözümler teklif etmektedir.
Hz. Aişe, Berîre isimli bir cariyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (şerîate göre) bir köleyi âzâd eden kişi ile o köle arasında bir velayet ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu velayet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Aişe, hak*kından vazgeçmeden cariyeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (s.a.v) ile istişare etti, Peygamberimiz ona şöyle dedi: "Sen onların şartını kabul et ve onu al; sonuç*ta velayet hakkı ancak âzâd edene aittir." Hz. Aişe bunun üzerine gidip cariyeyi satın aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah minbere çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürüyor*lar!.. Velayet hakkı yalnızca âzâd edene aittir.[82]
Eğer Peygamberimizin ilk ifadesi "teşrî, tebliğ, fetva, kaza" kabilinden ol*saydı şart muteber olacak ve velayet hakkı satanda kalacaktı; sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını, ilk ifadesinin ise "meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişârî reyden ibaret" olduğunu göstermektedir.
Medine'de zirâatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaşmadan ağaç üze*rinde satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı de*nir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığım görünce şöyle buyur*du: "Böyle olup gidecekse (anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeye çekse) ağa*cın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın.[83]
Hadisin Buhârî'deki rivayetinde râvî Zeyd b. Sabit şu yorumda bulun*maktadır: "Hz. Peygamber bu yüzden anlaşmazlıkların çoğaldığını gördüğü için ashaba, istişârî olarak yol göstermiştir." Bunun mânâsı, hadisin bağlayıcı olmadığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadiğidir.
Peygamberimiz adetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demekte*dir.
8. Öğüt Vermek (Nasihat):
Peygamberimiz, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranışları çerçevesine girmektedir.
Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahabi, oğlu Nu'mân'a bir hiz*metçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısı*nın isteği üzerine bu bağış-olayına Hz. Peygamber'i şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşîr'e "bütün çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca "beni haksız bir davranışa şahit kılma" dedi; bir başka rivayette "bütün çocuklarının sana eşit derecede itaatli ve bağlı olmalarını ister misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da "öyleyse olmaz" dedi.[84]
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî bu hadiste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını ko*rumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu" söylemişlerdir. Mezkûr müctehidler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın bu konuda bağlayıcı bir yasaklama*sının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivayette "başkasını şahit tut" de*diğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müc-tehidler hadiste geçen yasaklamayı bağlayıcı ve kesin olarak almışlardır.
Aynı çerçevede başka bir örnek, Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamışü, iddeti dolunca Peygamber Efendimiz'e gelerek kendisini, hem Muâviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediğini söyledi. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir, sen Usâme b. Zeyd ile evlen!" Fâtıma önce Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın isran üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur.[85]
Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.
9. Takva Ve Kemâl Eğitimi Vermek:
Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla vâki davranışları daha çok ashaba yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müstesna özellikleri dile getirilmiştir.
Peygamberimiz nasıl en kâmil örnek insan ve peygamber ise, ashabı da öyle kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken, eğitirken onlann bu ö/elliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler getirmiş, vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde ya*şanmış, Peygamberimiz tarafından herbiri bir muhacire kardeş kılınan Ensâr (Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır.
Sahabeden Berâ b. Azib rivayet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi em*retti, yedi şeyi de yasakladı: Hasta ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Allah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin yeminine riâyet et*meyi, haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm vermeyi ve davete katılmayı emretti. Altın yüzük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eyer yas*tığı kullanmayı,.kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kul*lanmamızı yasakladı.[86]
Bu ondört maddenin bazılan farz, bazılan haram olmakla beraber, meselâ aksırana dua etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı kullanmak da haram değil*dir. Buna rağmen hepsinin bir arada zikredilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını ön*lemek içindi.
Sahabeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr: "Resûlullah bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi: "Resûlullah ne demij ise o haktır, yerinde*dir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz: "Öyle yapmayın, yi kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" bu*yurdu. Râfi amcasından bunu duyunca "emri başımın üstüne!" dedi. Müctehidlerin çoğu, Peygamberimiz'in bir sahâbi aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için bağlayıcı saymamışlardır. Buharı de bu sebeple hadisi zikrettiği bö*lümün başlığında şöyle demiştir: "Ashabın aralarındaki yardımlaşmalar bölü*mü.[87]
Resûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutumunda, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takva ve örneklik" eğitiminin müstesna örnekle*ri vardır.
Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi; yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazife*ler vermesi; hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, takıp takıştır*mak isteyince "Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: 'Eğer siz dünya hayatı*nı, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istediklerinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Resulü nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamıştır [88] mealindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız birkaçıdır.
10. İnce Ve Yüce Gerçekleri Öğretmek:
İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmakta*dır, îman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede ola*mazlar, "insanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağıni anlaması, anlamanın ta kendisidir" diyen Ebû Bekir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü göstererek ce*vap veren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının idrâki aynı se*viye de tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb ile anlatılamaz.
Resûlullah (s.a.v) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağını göstererek şöyle demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım olsa, üç dinar hariç, hepsini -Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim.[89]
Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışını dile ge*tirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alı*koyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi, Ebû Zerr bunu böyle anlayacağı yerde müslümamn zarurî ihtiyaçları dışında para ve servet sahibi olmasının, bunları dağıtmayrp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz ol*madığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.
11. Eğiterek Sakındırmak (Te'dib):
Bağlayıcı, farz ve zarurî olmadığı halde, iyi, güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıldığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu, engelleyici ifadeler kullanılmış*tır.
Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bı ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğeı delil ve karineleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Pey*gamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemâate gelmeyenler hakkında şöyle bu*yurmuşlardır:
"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, em*redeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan okunsun, sonra birisi*ne emredeyim cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evle*rinde kalan adamların yanlarına varayım ve onlar içeride iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim kî onların her biri yağlı bir kemik, ya*hut iyisinden iki ayak (paça) bulacağını bilse hemen yatsı namazına gelirdi.[90]
Şüphe yok ki Allah Resulü, cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak de*ğildir, aynca "yağlı kemik..." gibi sözleri nadiren söylemektedir; burada mak*sat, cemâatle namazın önemini anlatma'k ve cemâate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslümanlar cemâat sevabından ve bereketinden istifade etmelerini sağlamaktır.
Peygamberimiz yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman et*miş olmaz" ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır.
Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resti lullah?" diye sorarlar, devam eder: "Komşusu, kötülüklerindi de olmayan kimse.[91]
Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin deliller ile bilin*mektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışla*rın mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.
12. Örneklik İle İlgisi Olmayan Tabiî, Beşerî Davranışları:
Peygamberimiz bir insan olduğu, her İnsanda bulunan normal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir.
Günah ve yasak çerçevesine girmemek 'şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerindi günlük hayatında bu kabil davranışlarda bu*lunmuş, ümmetini de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yat*ma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve teknolojinin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.
Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, ağaçlarının tozlaştırıİması konusundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer verilmişti.
Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını buyurmuştur. [92]
Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şeklindeki görüşlerine, "Peygamberimiz yaşlandığı zaman, önce dizlerini ye*re koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır, sünnet olan önce dizleri koymaktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet için de olsa, beşeriyet icabı bir davranıştır.
Peygamberimiz Veda Haccmda, Veda Tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah düzlüğünde konaklamış, burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve Veda Tavafı için Mekke'ye gelmiştir. Abdullah ibn Ömer bu düzlükte konak*lama, namaz ve istirahatı sünnet (tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Âişe ise şöyle demektedir: "Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz buna halka kolaylık olsun burası müsait ol*duğu için rahatça toplanıp hazırlıklarını yaparak veda tavafına gidebilsinlerf. diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz.[93]
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat etmesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş; bazıları bunu sünnet telakki ederken bazıları be*şerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlardır.
Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'm (s.a.v) sofrasına kızartılmış çöl ke*leri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bunun keler olduğunu söyledi*ler ve elini geri çekti, "bu haram mıdır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu bizim memleketimizde yoktur, ondan hoşlanmıyorum" dedi. Hadisi rivayet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'm gözü önünde keleri önüme çekip yedim.[94]
Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamberin keleri yememesini bun*dan hoşlanmamasına, keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına dayanmaktadır. Helal olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve tercih meselesidir.
Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in çeşitli sıfatlarla ortaya koyduğu, bağlayıcılık bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını gördük.
Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygamberliktir, tebliğdir ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlannm çoğu bu sıfatına dayanmaktadır.
Bunun en açık işareti de herkesin duyması için gayret sarfetmesi, herke*sin gözü önünde uygulaması, buna uygun üslûblâr kullanmasıdır. Ancak veri*len ve çoğaltılması mümkün bulunan örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağ*layıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri herkesin duyması için gay*ret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme in*tikalinden önceki hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere bir kâğıt istedi*ği zaman yanında bulunan sahabe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde olduğunu, dinin tamamlandığının bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i bunlarla rahatsız etme ve yormanın doğru olmayacağını" veri süre*rek kâğıt getirmeyelim demiş, bazılan İse getirmek istemişlerdi. Peygamberi*miz tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi.[95]
Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik görevinin gereği bulun*saydı, "güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeç*mezdi", ısrar eder ve vazifesini yerine getirirdi. [96]
YEDİ HADİS İMAMININ KISA BİYOGRAFİSİ
1. Bühârî: Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm ibnü'1-Mu-ğîre b. Berdizbeh (belde yönünden), el-Buhârî (ki bu nispet, Buhara şehrine'dir), el-Cu'fî (ki bu, azadhk nispetidir), ezberleme zirvesi, alimlerin imamı. H. 194/809 yılında doğdu, H. 256/870 yılında ise öldü.
2. Müslim: Ebu'I-Hüseyin Müslim ibnü'l-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî (kabilesine nispet yönünden) en-Nîsâbûrî (şehir yönünden). H. 204/819 yı*lında doğdu, H. 261/875 yılında öldü.
3. Ebû Dâvud: Süleyman ibnü'l-Eş'as b. İshâk b. Beşîr b. Şeddâd el-Ezdî (Yemen'deki bir kabileye nispet yönünden) es-Sicistânî (şehir yönün*den). H. 202/817 yılında doğdu, H. 275/888 yılında Basra'da öldü.
4. Tirmizî: Ebû îsâ Muhammed b. îsâ b. Sevre b. Mûsâ ibnu'd-Dah-hâk es-Sülemî (Benû Süleym kabilesine nispet yönünden) et-Tirmizî (belde' yönünden). H. 209/824 yılında doğdu, H. 279/892 yılında öldü.
5. Nesâî: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Alî b. Sinan b. Bahr en-Nesâî (Horasan şehirlerinden Nesâyâ nispet yönünden). H. 225/839 yı*lında doğdu, H. 303/915 yılında öldü.
6. İbn Mâce: Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd er-Rebe'î (ki bu, azadlıları olduğu Rebîa'ya nispettir), el-Kazvînî (Irak'ta meşhur bir şehir olan Kazvîn'e nispet yönünden). İbn Mâce el-Kazvînî adıyla meşhur oldu. H. 209/824 yılında doğdu, H. 273/886 yılında öldü.
7. İmam Ahmed B. Hanbel Eş-Şeybânî: Ehl-i Sünnet ve'l-ce-maâtin imamı. H. 164/780 yılında doğdu, H. 241/855 yılında öldü. [97]
Rahman ve Rahîm Allah'ın Adıyla
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm (her şeyi bilen) ve hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) olan ancak Sensin.[98]
Hamd, Allah'a mahsustur, O'na hâmd ederiz, O'ndan yardım dileriz, O'nunla doğru yolu buluruz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötü*lüklerinden O'na sığınırız. O kimi hidayete erdirirse onu hiç kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu da hiç kimse hidayete erdiremez.
Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, ortağı da yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v), O'nun kulu ve resulüdür.
Bu girişten sonra, hadis ilmi, ilimlerin en şereflisi ve en değerlisidir. Nasıl olmasın ki! İnsanların komutanı ve önderi, Muhammed (s.a.v)'dir.
Yüce Allah, "(Kıyamet) günü bütün insanları önderleriyle çağıraca*ğız [1] buyurmaktadır.
Allah'ın benim üzerime olan nimetlerinden birisi de; küçüklüğümden iti*baren (devamlı bir surette) nebevi sünneti sevmem ve onunla meşgul olmam*dır.
Hamd ve cömertlik, Allah'a mahsustur...
Allah, şöyle diyen Emîr San'ânî'ye rahmet eylesin:
Selamım, hadisçilerin üzerine olsun.
Çünkü ben, doğru yolu gösterme mahiyetinde olan hadisleri sevmeye bağlıyım."
Cenab-ı Allah, ister tahkik ve isterse te'lif konusunda olsun hadis ilmi ve nebevi sünnet alanında bir çok kitap yazma hususunda beni başarıya ulaş*tırdı. Bu kitaplarla ancak Allah'ın rızasını ve ahiret hayatını arzulamaktayım. Belki de bu kitapların en önemlisi, İmam Beğâvî'nin "Zılâlu'l-cenneti fî'l-muhtasari's-sahîhi min şerhi's-Sünne"sidir. Allah bu kitabı tamamlamayı (bana) kolaylaştırsm.
Elinizdeki bu kitabı, "Husnu's-sınâati fî beyâni'r-ruvâtiilezîne ehrace hadîsehumu'l-cemâat" adlı kitabı yazarken hicri 1414/1993 yılında te'lif et*tim. Elinizdeki bu kitap, tür ve teknik açıdan bir ilki oluşturmaktadır... Çün*kü bu konuda basılmış ya da el yazması bir kitap olduğunu bilmiyorum.
Bu kitap üzerinde yaklaşık beş yıl ya da daha fazla çalıştım, günlerce uğ*raştım.
Bu kitap üzerine çalışmayı, "İmam Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye Ü-niversitesi"nin "Usûlü'd-Dîn Fakültesfnde iken başladım.
İlk önce Kütübü Sitte'yi okudum, sonra îmam Ahmed (rh.)'in "Müsned'ni okudum, ardından da Hafız el-Mizzî'nin "Tuhfetu'l-İşrâf" adlı kita*bını okudum...
Sonra da Hafız İbnü'I-Esîr'in "Câmiu'I-Usûl" adlı kitabını okudum ve burada muhtelif rivayetlerle ilgili hadislerin en sağlamını gördüm. Çünkü bu*rada hadisi rivayet eden tek ravi gösterilmiş. İşte ben de, bunu, bu kitapta uy*guladım.
Bu kitap üzerinde çalışırken sadece Cenab-i Allah'ın bildiği zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaştım.
Kütübü Sitte ile İmam Ahmed'in "Müsned"indeki hadisleri tahric ettim, mükerrerleri ise almadım.
Kitapta geçen hadisler ve sahabe isimleri için bir fihrist hazırladım.
Allah'ın, bu çalışmamı, (amel sahifelerinin) O'na sunulduğu günde iyi*liklerimizin (bulunduğu) terazinin içine koymasını; dinimize, akidemize hizmet etme hususunda bizi başarılı kılmasını ve cömertliğiyle, lütfuyla, rahmetiyle bizi kötülükler ile çirkin şeylerden uzaklaştırmasını diliyorum. Çünkü O, her şeyin sahibidir ve buna gücü yetendir...
Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim! Sana hamdde bulunu*rum! Şehadet ederim ki, Senden başka ilah yoktur. Senden bağışlanma dile*riz, Sana tevbe ederiz.....
İbrahim B. Abdullah El-Hâzimî
Rahman ve Rahîm Allah'ın olan Adıyla
Çevirenin Önsözü
Hadisler; ihtilafa düşülen konularda insanları aydınlatan, böylece hida*yet ve rahmet kaynağı olan Kur'an-i Kerim'in kendisine indirildiği [2] Peygamber'in sözü olarak üstün bir değer ifade eder ve büyük önem taşır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygula*nışını gösterdiği ilahî emirlerin başında; namaz, oruç, zekat ve hac gibi iba*detler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rekat ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekatın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın na*sıl yapılacağı gibi hususlar Kur'an'da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmış, İslam hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme ka*vuşturulmuştur.
Yine Kur'an'da birkaç türlü yorumlanabildiği için manası kolayca anla*şılmayan (müşkil) ayetler, hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir.
Hadisler aynı zamanda Kur'an'da yer almayan bir çok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Örneğin bir kadı*nın âdet halinde kılamadığı namazları kaza etmeyeceği, bir erkeğin bir hanı*mının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı do*layısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlen*menin haram olduğu gibi hususlar, yine şuf'a hakkı ile ilgili hükümler, nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından çözümlenmiştir.
Kur'an-i Kerim'de temas edilmekle beraber hakkında fazla bilgi verilme*yen âhiret hayatıyla ilgili hususlar, kabir hayatı, yeniden dirilme, mahşer, he*sap, mîzan, cennet ve cehennemdeki hayat gibi konular da hadisler sayesin*de öğrenilmektedir.
Ahlakî faziletler, manevî ve ruhî gelişimi sağlayacak kurallar, düzenli bir aile hayatı için gerekli olan davranış biçimleri, insanlar arasında içtimaî ve ticarî münasebetleri düzenleyen hükümler, yönetenler ile yönetilenler arasın*daki ilişkiler gibi konularda da hadislerde geniş bilgi bulunmaktadır.
Fıkıh kültüründe yer alan bazı bilgilerin, hadis kitaplarında yer alan bazı hadislere aykırı gibi görünmesi; alimlerin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in sünneti*nin sübûtu, hükme delaleti, mahiyeti ve gayesi konusunda farklı değerlen*dirmelere sahip oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu sebeple de bir konuda mevcut bütün hadisleri gözden geçirmeden veya fıkıh literatüründe ve gele-neğindeki söz konusu ayrımları, sünnetle ilgili yaklaşım farklılıklarını ve tar*tışmaları bilmeden, bir hadisten ilk bakışta anlaşılan anlamı esas alıp fakihle-rin buna aykırı düşen görüşlerine eleştiri getirmek yanıltıcı olabilir. Bu sebeple de Kur'an ve Sünnet; İslam dininin, İslam akaid ve fıkhının iki aslî kaynağı olmakla birlikte bu iki kaynağı anlama ve yorumlamada belirli bir ilmî me*todun takip edilmesi, bu kaynaklar etrafında oluşan bilgi birikiminin, fıkıh kültür ve geleneğinin göz önünde bulundurulması kaçınılmaz olmaktadır.
Kitap, 'konularına göre' (ale'l-ebvâb) usulüne göre hazırlanmış olup 41 bölüm bulunmaktadır.
Yazar, tahric yaparken Buhârî için cilt ve sahife numarası, hadis numa*rası, bölüm ve bab başlığı; Müslim için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; Ebu Dâvud için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; Tirmizî için hadis nu*marası, bölüm ve bab başlığı; Nesâî'nin "el-Müctebâ"sı için cilt ve sahife numarası, bölüm ve bab başlığı; İbn Mâce için hadis numarası, bölüm ve bab başlığı; İmam Ahmed'in "Müsned"i için ise çoğunlukla cilt ve sahife numa*rası, bazen de hadis numarası vermiştir.
Günümüz Türkiye'sinde genellikle hadis kitabı çevirilerinde Concordan-ce usulü esas alındığı için, bu doğrultuda şu ana kadar çevrilen hadis kitap*ları; Müslim, Ebu Dâvud, Nesâî, İbn Mâce, Dârimî ile Muvatta"dır. Diğerleri, Concordance usulüne göre tercüme edilmemiştir. Dolayısıyla bu kitabın çevi*risinde de Concordance usulü esas alınmış olup hadisler, Concordance usu*lüne göre verilmiştir. Bunun için de, bu doğrultuda hazırlanmış olan Kütüb-ü Tis'a (dokuz hadis kitabı) kitabı esas alınmıştır.
Yazar, bazen hiçbir işaret göstermeksizin Nesâî için çoğunlukla bölüm başlığı ve bazen de bölüm başlığı ile birlikte cilt ve sahife numarası göstermiş. Bununla Nesâî'nin "Sünemi'1-Kübrâ" adlı eseri kastedildiği için, bizzat konu ile ilgili hadislerin geçtiği yer tespit edilip okuyucuların rahatlıkla ulaşabile*cekleri farklı cilt, sahife ve hadis numarası verilmiştir.
Yazarın, İbn Mâce için verdiği hadis numarası, Concordance usulüne uymamaktadır. Dolayısıyla İbn Mâce ile ilgili hadis numaralan, Concordance usulüne göre verilmiştir.
Yazar, konu ile ilgili hadisin tahricine, hadislerin bitiminde yer vermiştir. Fakat hadislerin tek tek tahricini göstermek için, yazann genel mahiyette ver*diği tahric, ilk rivayetin bitiminde verilmiştir. Dolayısıyla da hadislerin tek tek tahricleri yapılmıştır. Dipnotta verilen bilgilerin çevirene ait olanını belirtmek için sembolü kullanılmıştır.
Yazar, ilk rivayetin geçtiği yer ile ilgili olarak Buhârî ile Müslim'i göster*mesine rağmen bazen farklı ve bazen de karma bir metne yer vermiş, bu se*beple de okuyucuyu yanıltmamak için kaynak olarak kullandığımız kitaplar-daki metin esas alınmıştır.
"Abd" kelimesine muzaf olarak gelen Abdullah, Abdurrahman gibi isim*lerin, maksûr {kesreli) ve meftûh (fethalı) durumları dikkate alınmamış, ayrıca "İbn-i" gibi bazı terkiplerde kullanılan kısa çizgi yaygın şekilde kullanılma*dığı için atılmıştır.
Kitapta, bölüm ve bab başlığında numara verilmemesine rağmen yararı olacağı düşünülürek numaralar verilmiştir.
Kitabın sonuna, kaynak olarak kullanılan kitapların neler olduğunu gös*teren bir kaynakça konulmuştur.
Okuyucuya hadis konusunda bilgi verme mahiyetinde "Hadisin Önemi ve Mahiyeti" ile ilgili bir bölüme de yer verilmiştir.
Bazen hadis metni içerisinde yer alan birtakım kelimeleri açıklamayâ yönelik müellifin bazı ifadeleri, ya normal metin içerisinde çevrildiğinden ya da faydalı görülmediğinden dolayı tercüme edilmemiştir.
Okuyucuya yararlı olacağı düşünülerek hadisin içinde geçen ifadeler ile ilgili olarak çeşitli açıklamalar yapılmıştır.
Kitap, sahabe ismine göre esas alınmış olup bu doğrultuda rivayet edilen hadislerin varyantlarına yer verilmiştir.
Kitabın çevirisi, beş ay gibi kısa bir sürede yapılmıştır.
Eserin tercümesi esnasında hadisin orijinal metnine bağlı kalınmıştır. Za*man zaman kastedilen mananın okuyucu tarafından iyice anlaşılması için "anlaşılabilir" bir dil kullanılarak, okuyucuya bıkkınlık vermemek için bazı durumlarda tekrarlardan kaçınılmıştır.
Azami dikkat ve gayretlere rağmen, gözden kaçan tercüme hataları ola*bilir. Yapıcı eleştirilerine ve uyanlarına her zaman ihtiyaç duyduğumuz ilim sahipleri ile okuyucuların tenkit, uyan ve katkılarına şimdiden şükranlarımı sunduğumu belirtirim.
Çalışmalarımı sürdürme noktasında yakın ilgi ve teşviklerini gördüğüm değerli hocam Yusuf Kerimoğiu'na, her zaman maddi ve manevi destekleri ile teşviklerini gördüğüm değerli dostlarım Abdulhalim Ünverdi Beye, Hanifi Yılmaz Beye, Zekeriyya Efiloğlu Beye, Salih Özbey'e, Abdulkadir Ermutaf a, Halid Kaygısız'a, Reşit Güngör Kalkan'a, tercüme edilen metinlerin bir kısmı*nı gözden geçiren Mahmut Demir'e ve özellikle de yoğun iş temposuna rağ*men tercüme edilen nüshalann bir kısmını gözden geçirip çeşitli değerlendir*melerde bulunan değerli dostum Mithat Sevin'e ve bu değerli eseri kısa za*manda okuyuculara ulaştırmada büyük gayret gösteren Karınca Yayınları'nin sahibi değerli dostum Feyzuflah Birışık'a şükranlarımı arzederim.
Hadisin Önemi Ve Mahiyeti
Hadîsin Etimolojik Yapısı ve Kapsamı
"Eski "anlamındaki "Kadîrtin zıddı olan "Hadîs" kelimesi, (çoğulu e-hâdîs) tahdîs masdanndan isim olup "haber" manasına gelir.
Hadîs kelimesi, İslamiyet'le birlikte farklı bir anlam kazanmış, âdeta o-nunla kadîm olan Kur'an-ı Kerim'in mukabili kastedilerek Resulullah (s.a.v)'in sözlerine "el-Ehâdîsu'l-kavliyye, fiillerine "el-Ehâdîsu'1-fi'liyye" ve tasvip ettiği şeylere de (takrir) "el-Ehâdîsu't-Takrîriyye" denilmiştir.[3]
Hadis alimleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaratılışıyla ilgili özelliklerini (şemâil) ve ahlakî vasıflarını da hadisin kapsamı içerisine almışlardır.
Bazı alimler, hadis teriminin kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiînin şahsî beyan ve fetvalarını da bu kapsama almışlar, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadislere "merfû", sahabeye ait olanlara "mevkuf", tabiîne ait olanlara da "maktu" adını vermişlerdir.[4]
Sonraları merfû, mevkuf ve maktu terimlerinin hepsini ifade etmek üzere "haber" kelimesi kullanılmaya başlanınca, bir kısım alimler sadece sadece merfû rivayetlere, bazıları da merfû ve mevkuf rivayetlere hadis demeyi uy*gun görmüşlerdir.
Yine ilk devirlerde Resulullah (s.a.v)'in söz, fiil ve takrirleriyle birlikte sa*habe ve tabiîne ait her türlü haberi ifade etmek üzere "eser" kelimesi de kul*lanılmıştır.
Hadis ile "sünnet"in kapsamları konusunda farklı görüşler bulunmakla beraber bu iki terimin eş anlamlı olarak Resulullah (s.a.v)'in söz, fiil ve takrir*leri için kullanılması özellikle hadis alimleri arasında daha fazla kabul görmüş*tür. Ayrıca hadis ile sünnetin çerçevesini daha da genişleterek Hz. Peygamber (s.a.v)'in ahlakını, şemailini, peygamberlikten önce söylediklerini ve yaptıkla*rını da bu çerçeve içine alanlar da olmuştur.[5]
Bunun yanı sıra hadisin; Resulullah (s.a.v) tarafından vaz' edilen sözlü mesajlar plduğunu, sünnetin ise bazen bu sözlü mesajların kendisi ve bazen de bu sözlü mesajlardan istinbat edilen hükümler olduğunu belirtenler de olmuştur.
Hadislerin Tespiti
Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Arapların, ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Bununla beraber İslamiyet'in doğuşu sırasında önemli bir ticaret merkezi konumunda bulunan Mekke'de okuma yazma bi*lenlerin sayısı, Medine'ye nispetle daha çoktu. Bunlardan Müslüman olanlar, İslamiyet'in ilk devirlerinde Hz. Peygamber (s.a.v)'in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur'an-ı Kerim'i yazmakla meşgul olmuştu.
Sade ve tabiî yaşayışları sebebiyle zihinleri berrak olan bu insanların içinde, işittikleri uzun bir şiiri veya hitabeyi hemen ezberleyebilecek kadar güçlü hafızaya sahip bulunanlar vardı.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, bazı önemli sözlerini, üçer defa tekrarlaması [6] ve kelimeleri 'sayılacak derecede' yavaş telaffuz etmesi [7] sebebiyle dinleyiciler, söylediklerini kolayca öğrenebiliyor*lardı.
Resulullah (s.a.v)'in meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahabiler de [8] duyup öğrendikleri ha*disleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı.
Hz, Peygamber (s.a.v)'in, sahabilere; kendi sözlerini dinleyip öğrenmele*rini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayr duada bu*lunması [9] onların hadisleri bir ibadet şekliyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır.
Ayrıca Mescid-i Nebevî'nin bitişiğinde oturan ehl-i Suffe'de Resulullah (s.a.v)'den hadis tahsil ermişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Mekke'de iken hadisleri yazmak isteyen her*kese izin vermek istemediği bilinmekle birlikte Resulullah (s.a.v)'den bu konuda izin alan sahabiler, duyup öğrendikleri hadisleri, hem ezberlediler ve hem de yazdılar.[10]
"Sahîfe" adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahabiler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden "es-Sahîfetü's-Sâdıka"nm sahibi Abdul*lah ibn Amr başta olmak üzere Sa'd b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Hz. Ali, Amr b. Hazm el-Ensârî, Semure b. Cündub, Abdullah ibn Abbâs, Câbir b. Abdul*lah, Abdullah b. Ebi Evfâ ile Enes b. Mâlik bulunmaktadır.
Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebu Hureyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih'e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan "Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih" (es-Sahîfetü's-Sahîha) ilk defa Muhammed Hamidullah tarafından yayımlanmıştır.
Ebu Musa el-Eş'arî'den oğlunun, ondan da torunun rivayet ettiği "Müsnedü Büreyd" adıyla tanınan 40 hadislik cüz de vardır.[11]
Hadislerin Tedvini
Hadis tedvinini çabuklaştıran sebeplerin başında, Hz. Osman'ın şehid edilmesi olayından hemen sonra Havâric ve Galiye gibi siyasî fırkaların, 1 (7.) yüzyılın sonlarından itibaren Kaderiye ve Mürcie, bir müddet sonra da Ceh-miyye ve Müşebbihe gibi mezheplerin ortaya çıkması gelir. Bu fırka ve mez*hep taraftarlarının, işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, görüşlerini güç*lendirmek maksadıyla hadis uydurmaları, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir.
Özellikle Şia'nın kendi grupları, daha sonra Abbasî devleti taraftarlarının sultanlar lehinde rivayet icat etmeleri, ayrıca bazı menfaatçiler ile ırk ve mez*hep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi, tedvine taraftar olmayan muhad-dislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirin iştir.
I (7.) yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette, isnad konusu gündeme gelmiştir. İsnadın başlamasından itibaren Ehl-i sünnete mensup ravilerin ri*vayetleri kabul görmüş, Ehl-i bid'atin rivayetleri alınmamıştır.[12]
Bunun sonucu olarak; hadisi bir uzmanlık sahası olarak gören kimseler tarafından raviler titizlikle takip edilmiş; yaşayışları, dine bağlılıkları ve dü*rüstlükleri, bid'atle ilgileri bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söy*lemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı araştınlmış ve böylece daha I. yüzyılda cerh ve ta'dil ilmi doğmuş, bunun sonucunda ravilerin hal tercüme*leri (biyografileri) hakkında geniş bir birikim meydana gelmiştir.
Halife Ömer ibn Abdulazîz, ileri gelen alimlerin hadisleri yazma işine kar*şı çıkmayacağını anlayınca, hem samimiyetsiz kişilerin hadislere zarar ver*mesini önlemek ve hem de o güne kadar bir araya getirilmemiş olan sahih hadisleri kaybolmaktan kurtarmak için tedvin işini resmen başlatmaya karar vermiştir. Bu sebeple de valilere, Medine halkına, tanınmış alimlere ve kadısı Ebu Bekr ibn Hazm'a gönderdiği yazıda alimlerin ölüp gitmesiyle hadisin yok olmasından endişe duyduğunu, bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.v)'in ha*dislerinin ve sünnetlerinin araştırılıp yazılmasını istediğini ifade etmiştir.[13]
Sahabilerin fetvalarını sünnet olduğu düşüncesiyle yazan, hatta duyduğu her rivayeti kaydettiği çok sayıda kitaba sahip bulunan İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742), ulaşabildiği hadisleri derleyerek halife Ömer ibn Abdulazîz'e gön*dermek suretiyle onun emirlerini ilk uygulayan muhaddis olmuştur. Ömer ibn Abdulazîz'de, toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir.[14]
Sahabe tarafından kaleme alınan sahifeler bir yana, bir tespite göre; I. (7.) yüzyılın ikinci yarısı ile II. (8.) yüzyılın ilk yansında 400 kadar muhaddis tarafından hadislerin yazıldığı artık belgeleriyle bilinmektedir.[15]
Hadislerin Tasnifi
Hadislerin tedvini tamamlanınca, bunların sistemli bir kitap haline getiril*mesi ve böylece aranan hadisleri kolayca bulmaya imkan verecek usullerin geliştirilmesi yönündeki çalışmalar ağırlık kazanmıştır.
Bazı alimler, hadisleri konularına göre tasnif, etmeyi ve bu şekilde "Musannef" adı verilen türde eserler yazmayı denerken, bazıları da hadisleri ilk ravileri olan sahabilerin adlarına göre sıralayarak "Müsned" denen türde kitaplar te'Iif etmeyi tercih etmiştir.
Hadisleri bablara göre sıralamaya kimin daha önce başladığı bilinmemekle birlikte Tirmizî [16] ve daha geniş bir şekilde Râ-mahürmüzî'nin verdiği bilgiye göre; bu konuda ilk çalışmayı, genellikle "el-Musannef [17] diye anılan eserleriyle Mek*ke'de İbn Cüreyc (ö. 150/767), Yemen'de Ma'mer b. Râşid, Basra'da İbn Ebi Arûbe ile Rebî' b. Sabîh (Subeyh) Küfe'de Süfyân es-Sevrî, Medine'de Mâlik b. Enes, Horasan'da Abdullah b. Mübarek, Rey'de Cerîr b. Abdulhamîd, Şam'da Velîd b. Müslim gibi muhaddisler yapmıştır.[18]
İlk tasnif çalışmalarıyla tanınan bazı muhaddislerin II. (8.) yüzyılın ortala*rında vefat etmesi, bu çahşmalann aynryüzyıhn ilk çeyreğinden itibaren ha*zırlanmış olduğunu göstermekte, dolayısıyla tedvin ve tasnif işlerini kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaya imkan bulunmadığını ortaya koymaktadır.
III. (9.) yüzyılında hadis kitaplarında değişik ihtiyaçlara göre muhtelif sis*temler uygulanmıştır. Bunların en yaygın iki şekli hadislerin ravi adlarıyla (ale'r-Ricâl) ve konularına (ale'l-Ebvâb) göre tasnif edilmesidir.
Hadislerin ilk ravisi olan sahabilerin adlanın esas alarak her saha-binin bütün rivayetlerini sağlamlık derecesine bakmadan bir araya getiren "Müsned"lerin ilk musannefileri olarak Esed b. Mûsâ (ö. 212/827), Ubeydullah b. Mûsâ el-Absî, Yahya b. Abdulhamîd el-Himmânî, Müsedded b. Müserhed ve Nuaym b. Hammâd'ın adlarını zikredilmektedir. Bunların eserleri hakkında fazla bilgi bulunmamakla beraber Ebu Dâvud et-Tayâlisî (ö. 204/819)'nin "el-Müsned"i ile Mekke'de kaleme alınan ilk "Müsned"ler arasında sayılması gereken Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî (ö. 219/834)'nin "el-Müsned" ve en hacimli hadis külliyatından biri olan Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in "el-Müsned"i günümüze ulaşmıştır.
Ravi adlarına göre tasnif edilen kitaplardan olan "Mu'cenT'lerde, ri*vayetler, sahabe adına göre yada "Mu'cem"i tasnif eden muhaddisin hoca*larının adlarına göre ya da ravilerin yaşadığı şehirlere göre tertip edilmiştir. Taberânî (ö. 360/970)'nin üç "Mu'cem"İ bu türün en tanınmış örnekleridir.
Konularına göre tasnif edilen, bu sebeple genel olarak "Musannef" diye anılan hadis kitaplarının ilk Örnekleri de Ma'mer b. Râşid (ö. 153/770)'in "el-Câmi'"i ile Mâlik b. Enes (ö. 179/795)'in "el-Muvatta'"sıdır. Bu türün III. (9.) yüzyıhndakî örnekleri Abdurrezzâk es-San'ânî (ö. 211/826-827) "el-Mu-sannef'i ile Ebu Bekr ibn Ebi Şeybe (ö. 235/849)'nin "el-Musannef'i gös*terilebilir III. (9.) yüzyılda tasnif edilen en önemli hadis kitapları olarak "Kütübü Sitte" kabul edilmektedir. Bunların içinde sadece sahih hadisleri toplamayı hedef aldıklarından Buhârî ile Müslim'in "el-Câmhı's-SahüTleri, Kur'an'dan sonra İslam'ın en güvenilir iki kitabı sayılır. Bu altı kitabın sonuncusu olarak Mâlik b. Enes'in "el-Muvatta"smi yada Abdullah b. Abdurrahman ed-Dârimî (ö. 255/868)'nin "es-Sünen"ini gösterenler olmuşsa da yaygın kanaate göre altıncı kitap, İbn Mâce (ö. 273/886)'nin "es-Sünen"idir. Diğerleri, Ebu Dâvud (ö. 275/888)'un "es-SüneiTi, Tirmizî (ö. 279/892)'nin "es-Sünen"i ve Nesâî (ö. 303/915)'nin "eI-Müctebâ"si diye bilinen "es-Sünen"idir.
Bu yüzyılda bir çok muhaddisin yetişmesinde emeği geçen, hadisler ile ravileri ve hadis kitaplarına dair tenkitlerinden faydalanılan diğer muhaddisler arasında Affân b. Müslim, Saîd b. Mansûr, İbn Sa'd, Yahya b. Maîn, Alî b. Medînî, İshâk b. Râhûye, Ebu İshâk el-Cüzcânî, Ebu'l-Hasan el-İclî, Ebu Zür'a er-Râzî, Baki' b. Mahled, Ebu Hatim er-Râzî, Ebu Zür'a ed-DImeşkî, İbn Ebi Asım ve Bezzâr'ın adları sayılabilir.
III. (9.) yüzyılda hadislerin muhtevasıyla ilgili çalışmalar yapılmış olup Ebu Ubeyd b. Kasım b. Sellâm (ö. 224/839)'ın kırk yılda meydana getirdiği "Garîbu'l-hadîs" adlı eseri bu yeni türün örneği olarak zikredilmektedir. Daha sonra da bu tür de pek çok yazılmıştır.
IV. (10.) yüzyılda hadislerin kitaplarda toplanmış olması sebebiyle şifahî rivayet yavaşlamaya başlamış, genellikle orijinal kitap te'lifi yerine daha ön*ceki yüzyıllarda meydana getirilen hadis kitaplarından derleme ve ihtisarlar yapılmaya başlanmıştır.
Bundan dolayı alimler, IV. (10.) yüzyılın başını; mutekaddimîn dönemi*nin sonu, müteahhirîn devrinin başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir.
Bu dönemin en tanınmış muhaddislerinden Ebu Ya'lâ el-Mevsilî (ö. 307/919)'nin "el-Müsned"i, İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922)'nin "Tehzî-bu'l-âsâr"ı, İbn Huzeyme (ö. 311/923)'nin "es-Sahîh"i, Ebu Avâne el-İsfe-râyînî (ö. 316/928)'nin "el-Müsnedü'1-muhrec alâ Kitabi Müslim ibnü'I-Haccâc"ı, İsmâilî (ö. 371/982)'nin "eI-Müstahrec"i, Ebu Ca'fer et-Tahâvî (ö.321/933)'nin "Şerhu Meâni'l-Âsâr'ı, İbn Hibbân (ö. 354/965)'m daha önceki hadis kitaplanndan tamamen farklı bir tertipte hazırladığı "el-Müsnedü's-Sahîh"i, Taberânî (ö. 360/970)'nin hocalarının adlarına göre tertip ettiği "el-Mu'cemu'I-Evsat" ile "el-Mu'cemu's-Sağîr" adlı eserlerin*den daha hacimli olup sahabe adlarına göre alfabetik olarak tasnif ettiği "el-Mu'cemu'l-Kebîr"i, Dârekutnî (ö. 385/995)'nin "es-Sünen"i ve Hâkim en-Nîsâbûrî (ö. 405/1014)'nin "el-Müstedrek ale's-Sahîhayn"ı tasnif edilmiş*tir.
IV. yüzyılda daha sonraki çalışmalara kaynaklık eden önemli dirayet ki*tapları da te'lif edilmiştir. Bunların içerisinde; İbn Ebi Hatim (ö. 327/938)'in hem sika ve hem de zayıf hadis ravilerinin tenkidine dair yazdığı "el-Cerh ve Ta'dîl"i, Râmehürmüzî'nin ilk hadis usûlü çalışması çalışması olduğu kabul edilen "el-Muhaddisu'1-fasl ve beyne'r-râvî ve vâî" adlı eseri, İbn Adiyy (ö. 365/975)'in zayıf raviler hakkında münekkitlerin görüşlerini aktardığı ve bu ravilerin rivayetlerinden örnekler verdiği "el-Kâmii fî duafâi'r-ricâl"i, Hattâbî (ö. 388/998)'nin önce Ebu Davud'un "es-Sünen"ine "Meâlimu's-Sü-nen", ardından Buhârî'nin "el-Câmiu's-Sahîh"ine "İ'lâmu's-Sünen" adıy*la yazdığı sahasında ilk çalışmalar olarak kabul edilen hadis şerhleri, Halef el-Vâsitî ö. 401/1010)'nin Etraf" kitaplarının ilk örneklerinden olan "Etrâfu's-Sahîhayı ile Ebu Mes'ud ed-Dımeşkî (ö. 401/1010)'nin Etrâfu's-Sahî-hayn"i, Hâkim en-Nîsâbûrî (405/1014)'nin hadis usûlüne dair ilk ve önemli kaynaklardan biri olan Ma'rifetu ulûmi'l-hadîs"i bu tür eserlerdendir.
V. (11.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde yapılan çalışmaların temel özelliği değişmemiş, tanınmış hadis kitaplarının farklı şekillerde yeniden tertip edilmesinden ibaret olan tasnifler devam etmiştir. Bu yüzyılın başlarında Ebu Nuaym el-İsfehânî (ö. 430/1038) "el-Müsnedü'I-müstahrec alâ Sahihi Müslim"i ve sahabenin hayatına dair "Ma'rifetu's-sahâbe"yi, Mısırlı mu-haddis ve tarihçi Kudâî hadislerden kolayca faydalanılmasını sağlamak ama*cıyla kısa metinli 897 hadisi yarı alfabetik olarak sıraladığı "Şihâbul-Ahbâr"i yazmış, hadise dair çeşitli eserleri bulunan Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî (ö. 458/1066} diğer hadis kitaplarında bulunmayan pek çok hadisi, sahabe ve tabiîn sözlerini muhtelif rivayetleriyle birlikte "es-Sünenü'l-Kübrâ"da bir araya getirmiş ve "Ma'rifetu's-sünen ve'1-âsâr" adlı eserinde ise Şafiî fıkhı*nın dayandığı 20.881 hadisi, sahab ve tabiîn sözünü toplamış, Endülüslü muhaddis İbn Abdilberr en-Nemerî (ö. 463/1071) ise bütün sahabilerin ha*yatını yazmak amacıyla başladığı "el-İsti âb fî ma'rifeti'l-ashâb"da tekrarla-riyla birlikte 4225 kadar sahabiye yer vermiş ve "Câmiu'I-beyâni'l-ilm"de ise ilim ve ilmin öğrenilmesine dair Hz. Peygamber (s.a.v), sahabe, tabiîn ve daha sonraki alimlerin tavsiye ve tecrübelerine dair rivayetleri senedleriyle birlikte derlemiş ve yine "et-Temhid limâ fi'1-Muvatta mine'l-meânî ve'l-esânid"de ise İmam Mâlik'in "el-Muvatta"sını şerhetmiştir.
V. (11.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli hadis kitaplarından seçmeler yapmak, hatta bütün hadisleri biraraya getirmek düşüncesiyle çeşitli boyutlarda derleme eserler kaleme alınmıştır. Geniş kapsamlı hadis kitapları tasnif etme gayretleri arasında Hasan b. Ahmed es-Semerkandî (ö. 491/-1098)'nin İslam dünyasında o zamana kadar bir benzerine rastlanmadığı ve 800 cüz içinde muhtemelen mükerrer rivayetleriyle birlikte 100.000 hadis ih*tiva ettiği belirtilen "Bahru'l-esânid fî sıhâhi'l-mesânid" adlı eserinin önemli bir yer vardır.[19] Ancak bu eser günümüze kadar gelmemiştir.
Ferrâ el-Begâvî (ö. 516/1122)'nin 4931 yada 4719 hadis ihtiva eden "Mesâbîhu's-sünne" adlı eseri yüzyıllar boyunca büyük bir ilgi görmüştür.
Endülüslü muhaddis Rezîn b. Muâviye es-Sarakustî (ö. 535/1140) ise İbn Mâce'nin "es-Sünen"i yerine İmam Mâlik'in "el-Muvatta"sını koyarak Kütübti Sitte'deki hadisleri "et-Tecrîd li's-sıhâh ve's-sünen" adlı eserini toplamış, bu eseri yetersiz gören Mecdüddin İbnü'1-Esîr (ö. 606/1209) bölüm adlarını alfabetik sıraya koyarak bu eseri yeniden tertip etmiş ve çalışmasına "Câmiu'1-usûl li ehâdisi'r-resûl" adını vermiştir.
VII. (13.) yüzyılda ve daha sonraki dönemlerde hadis rivayeti geleneği eskiye göre azalarak devam etmiş, bu arada İbnü's-Salâh (ö.643/1245) "Ulûmu'l-hadîs" olarak da bilinen ve hadis usûlü çalışmalarının mihverini teşkil ederek yüzlerce çalışmaya konu olan "Mukaddime"sini kaleme almış*tır.
Radıyyuddin es-Sagânî (ö. 650/1252)'nin "Sahîhi Buhârî" ile "Sahihi Müslim"den seçtiği 2267 merfu' hadisi senedlerini vermeden yarı alfabetik sırayla topladığı "Meşâriku'l-envâri'n-nebeviyye" adlı eseri uzun yıllar ders kitabı olarak okutulmuştur.
Hadis alanındaki te'lifleriyle biline Münzirî (ö. 656/1258), büyük rağbet gören "et-Tergîb ve't-Terhîb"ini pek çok kitabı taramak suretiyle meydana getirmiştir.
Bu yüzyılın en velûd alimlerinden olup hadis usûlü alanında da önemli eserler yazan Nevevî (ö. 676/1277), "el-Minhâc fi şerhi Sahîhi Müs*lim'den başka daha çok toplumsal ve ahlakî mahiyetteki hadisleri ihtiva et*mesi sebebiyle günümüzde de elden düşmeyen "Riyâzü's-Sâlihîn" adlı ese*ri, dua ve zikir konusundaki hadisleri biraraya getiren "el-Ezkâr"ı tasnif et*miştir.
Özellikle ravilere ve tanınmış şahsiyetlere dair kaleme aldığı pek çok kitabıyla bilinen Zehebî (ö. 748/1348)'de "Tezkiretü'I-Huffâz"i ve zayıf ravi*lere dair "Mîzanu'I-İ'tidâl" ve tanınmış muhaddislere dair "Siyerü a'lâ-mi'n-nübelâ" adlı kitapları yazmıştır.
Ebu'1-Fidâ İbn Kesîr (ö. 774/1372)'in Kütübü Sitte, İmam Ahmed'in "el-Müsned"i, Taberânî'nin üç "Mu'cenT'i, Bezzâr ve Ebu Ya'lâ el-Mevsilî'nin "Müsned'lerini esas kabul ederek kaleme aldığı, fakat gözlerini kaybettiği için Ebu Hureyre'nin bir kısım rivayetlerini derleyemediği, bununla beraber 35.463 rivayeti biraraya getirdiği "Câmiu'l-mesânid ve's-sünen el-hâdî li akvemi sünen" adlı eseri büyük bir gayretin mahsulüdür.
Suyûtî (ö. 911/1505)'nin "Cem'u'l-cevâmr"iyîe İbn Kesîr'in başlattığı çalışmayı daha ileriye götürmüştür.
IX. (15.) yüzyılın dikkate değer çalışmalarından biri, "Zevâid" kitapları*nın tasnifidir. Nureddin el-Heysemî (ö. 807/1405)'nin "Mecmâu'z-zevâid"i, Mısırlı muhaddis Ahmed b. Ebu Bekr el-Bûsirî (ö. 840/1436)'nin pek çok zevaid çalışması, asrının yegane hadis hafızı olarak bilinen İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1447)'nin, İmam Ahmed'in de aralarında bulunduğu ta*nınmış 8 muhaddisin "Müsned"lerİn de bulunmakla beraber Kütübü Sitte'de yer almayan hadisleri biraraya getirdiği "el-Metâlibu'I-âliye"si bu tü*rün örneklerindendir.
İbn Hacer'in hadisle ilgili yüzlerce te'lifi arasında "Feth'1-Bârî bi şerhi Sahîhi Buhârî" ile "el-İsâbe fî temyizi s-sahâbe" adlı eserleri özellikle kay*dedilmelidir.
Halk arasında yaygın olan hadisleri, hadis diye bilinen hikmetli sözleri ve mevzu hadisleri biraraya getiren Muhammed b. Abdurrahman es-Sehâvî ö. 902/1497'nin "el-Mekâsidu'l-hasene"si ile İsmail b. Muhammed el-Aclûnî (ö. 1162/1749)'nin kaleme aldığı, bu eseri de ihtiva eden aynı konudaki ge*niş eseri "Keşfu'1-hafâ ve müzîlü'1-Übâs amme 'ş-t eh ere mine'l-ehâdisi alâ elsineti'n-nâs" adlı önemli çalışmalardır.
Çeşitli eserleri yanında hadis derlemecilîğiyle de tanınan Suyûtî (ö. 911/-1505)'nin 200.000 civarında olduğunu tahmin ettiği bütün hadis rivayetlerini biraraya getirmek amacıyla, bir kısmı günümüze ulaşmayan 71 kaynağı tara*yarak kaleme almaya başladığı, ancak vefatı sebebiyle tamamlayamadığı "el-Cem'u'I-cevâmi'" adlı eseri ile bu eserden seçtiği ve alfabetik olarak sırala*dığı kısa metinli 10.000 hadisi ihtiva eden "el-Câmiu's-sağîr"i, bu dönemin önemli hadis çalışmalarıdır.
Muttaki el-Hindî (ö. 975/1567)'nin "Kenzu'l-ummâl fî süneni'l-akvâl vci-ef'âl"i, hadis metinlerini ihtiva eden en hacimli kitap sayılabilir. Eser de, Suyûtî'nin söz konusu iki çalışması ile "Ziyâdetu'l-câmi's-sağîr"indeki ha*disler, bölüm ve bablara göre sıralanmış, ardından bu bölümler adlarına göre alfabetik sıraya konmuştur.
Muhaddislerin tükenmeyen gayretleri sonunda; Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisleri biraraya getirilmiş, hadisler arasındaki rivayet farklılıkları azaltılmış, bu arada hadisleri rivayet eden kimselerin hayatlan, şahsiyetleri, bilgilerinin ve hafızalarının sağlamlık derecesi en ince noktasına kadar tespit edilmiştir.
İlk devirlerde yapılan seyahatler, hadisleri toplamayı hedef almakla bera*ber daha sonraları âlî isnad elde etmek ya da duyulmamış bir hadisi tespit edebiimek amacıyla sürdürüülmüştür.[20]
Şarkiyatçılar Ve Hadis
Şarkiyatçılar, Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadisleri yasaklaması sebebiyle sahabiler tarafından pek az hadisin rivayet edildiğini, hadis külliyatını doldu*ran rivayetlerin çoğunun Hz. Muhammed (s.a.v) ile ilgisi bulunmadığını, bun*ların, ortaya çıkan yeni meselelere çözüm getirmek için II. (8.) ve III. (9.) yüz*yıllarda İslam hukukçuları tarafından uydurulduğunu ileri sürerler.
Ayrıca hadislerin farklı görüşlere mensup kimseler tarafından ortaya atıl*ması yüzünden birbiriyle çeliştiğini esasen bir kısmının Tevrat'tan, İncil'den ve eski hurafelerden derlendiğini iddia ederler.
Şarkiyatçıların hadis konusunda farklı sonuçlara varmasının sebebleri arasında İslam alimleri tarafından güvenilir kabul edilmeyen Vâkidî, Ebu'l-Ferec el-İsfehânî gibi kişilere, ayrıca delil olarak kullanılmayan şaz, garîb, hat*ta mevzu rivayetlere fazlaca değer vermeleri zikredilebilir.
Şarkiyatçıların, ilmîlik iddiasıyla hadisleri tarihî olaylara göre uygun dü*şüp düşmediğine bakarak açıklamaya kalkışmalarını, en sahih hadislerin bile belli bir zamanda ve belli maksatlarla uydurulduğunu ileri sürmelerini ilmîlikle bağdaştırmak mümkün değildir. Onların bu tutumunun ardında yatan te*mel fikir ise islam'ın ilahî vahye dayanmadığı ön yargısıdır. [21]
G. H. A Juynboll'ün belirttiğine göre; hadislerin büyük bir kısmının uy*durma olduğunu ilk defa Avusturyalı şarkiyatçı Aloys Spren ger iddia et*miştir. [22]
Hadis hakkında en geniş araştırmayı yapan ve daha sonraki şarkiyatçılar tarafından sözü senet kabul edilen Ignaz Goldziher'in kendini tarafsız gös*termeye gayret eden tavrı ile, açıkça İslam aleyhtarlığı yapmaktan kendilerini alamayan İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani ve papaz Henri Lammens gi*bilerinin tavırları ve kanaatleri; hadisin, Kur'an'dan sonra İslam'ın ikinci kay*nağı sayılabilecek güvene sahip olmadığı noktasında birleşmektedir.
Goldziher, başlangıçta hadislerin fazla bir yekûn tutmadığını, fakat son*radan uydurulan rivayetlerle bu miktarın arttığını ileri sürmekte, buna delil ol*mak üzere sahabilerin pek az hadis rivayet ettiklerini, rivayet sırasında son derece titiz davrandıklarını, ayrıca ilk zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.v)'in hadislerin yazılmasına izin vermediğini, bunun sonucu olarak ta daha sonraki zamanlarda bir çok alimin hadislerin yazılmasını uygun görmediğini söyle*mekte ve buradan hareketle, "Bana Kitap ile birlikte onun bir benzeri ve*rildi" mealindeki hadisi müslümanların uydurduğunu iddia etmektedir.[23]
Hadislerin, başta sahabiier olmak üzere son derece raviler tarafından da*ha sonraki nesillere aktarıldığını gösteren delilleri, Goldziher'in yaptığı gibi hadislerin aleyhine olacak şekilde değerlendirmek, en iyimser bir yorumla İslam'ın ilk temsilcilerinin dinî heyecanlarını, Resulullah (s.a.v)'e bağlılıklarını ve dinin ancak onun uygulamalanyla doğru bir şekilde anlaşılabileceğine olan inançlarını bilmemekle izah edilebilir.
Nitekim bazı sahabiler, hadis rivayetinde titiz olmakla beraber kişiyi bil*diğini gizlemekten sakındıran ayetler karşısında ölüm döşeğinde bile ken*dilerini hadis rivayetine mecbur hissetmişlerdir.
Öte yandan uzun bir hayat süren bir kısım sahabilerin karşılaştıkları olaylar üzerine Resulullah (s.a.v)'den duyup öğrendiklerini aktarmaları ve kı*sa ömürlü arkadaşlarına nispetle daha fazla rivayet etmeleri tabiî görülmeli*dir.
Aşere-i mübeşşerenin ittifakla naklettiği, Kütübü Sitte müellifleri başta ol*mak üzere bir çok hadis aliminin eserlerinde yer verdiği, en titiz muhaddis*lerin bile mütevatir hadisin yegane örneği kabul ettikleri, "Kim benim ağzımdan bilerek hadis uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın [24] mealindeki hadisi, uydurma hareketini önlemek amacıyla muhaddislerin Ürettiğini söylemesi [25] esasen Goldziher'in hiçbir bilimsel ölçeğe değer vermediğini göstermektedir.
Dinde önemli bir yeri bulunan "Yapılan işler, niyetlere göre değer kazanır [26] mealindeki hadisin de güvenilir bütün hadis kitaplarında yer alma*sına, hem İslam'ın ruhuna ve hem de "Herkes kendi mizaç ve meşrebine
göre iş yapar" mealindeki ayete [27] uygun olmasına, aynca Goldziher'in hadisleri değerlendirirken dikkate aldığı tarihi gelişmeyle ilgili bir yanının bulunmamasına rağmen sonradan uydurulduğunu ileri sürmesi [28] şaşırtıcıdır.
Goldziher'in "Hadislerin büyük bir kısmının eyaletlerde kendiliğinden ortaya çıktığı", bunlann "mevziî bir görüşü desteklemek için vücut bulduğu [29] şeklindeki iddiası, şarkiyatçıların ha*disler hakkındaki genel kanaatinin yansıtmaktadır. Onun, bizzat müslüman münekkitlerin pek çok rivayetin bölgesel özelliğine işaret ettiğini söyleyerek görüşünü desteklemek üzere "Süneni Ebu Dâvud" ve "Süneni Tirmi-zî"den verdiği örnekler, aslında bir şehre yerleşen bir sahabinin belki de tek başına Resululİah (s.a.v)'den duyduğu sebeplerle bölgesel özellik taşıyan ri*vayetleridir.
Hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında yazılmaya başladığı konu*sundaki delilleri görmezlikten gelen, aynca tedvin ve tasnif çalışmalannı birbi*rine karıştıran Goldziher, meselenin içinden çıkamayınca İslamî kaynaklarda bu konuda çelişkili bilgiler bulunduğunu ileri sürmekte ve bu sebeple tedvinin başlangıcını III. (9.) yüzyılına kadar götürmektedir.
Böyle düşünen şarkiyatçılar ile tedvin faaliyetinin II. (8.) yüzyılında baş*ladığını söyleyerek daha mutedil görünenlerin maksatları farklıdır. Bu ikinci gruptakilerin amacı, o tarihten itibaren yazıya güvenildiği, bu sebeple hadis*leri ezberleyerek muhafaza etme geleneğinin terk edildiği düşüncesini ortaya atmaktadır.
III. (9.) yüzyılında başlatanların gayesi ise, geç bir tarihe kadar yazrlma-dığı için hadisleri sağlam bir şekilde korunamadığı kanaatini uyandırarak ha*dis tedvin edenlerin kendi görüşlerine uyan rivayetleri toplandıkları ve işlerine geldiği şekilde hadis uydurdukları hususundaki görüşlerine zemin hazırla*maktır.
Goldziher, hadislerin sonraki dönemlere güvenilir bir şekilde intikal etmediğişeklindeki tezine dayanak hazırlamak üzere önemli bazı hadis otori*telerinin güvenirlilii hakkında şüphe uyandırmaya çalışmış, bunun için de ha*dislerin resmi tedvininde birinci derecede rol oynayan İbn Şihâb ez-Zührî'yi seçerek onu hadis uydurmacılığıyla suçlamıştır.
İtalyan şarkiyatçısı Leone Caetani "Annali dell'Islam" İslam Ta*rihi adlı eserinde, "en mükemmel olan ve en şâyân-ı İ'timad isimlerden te-rekküb eden isnadlann bile II. Asır sonunda, belki III. asırda hadis uleması ta*rafından tertip ve adeta icat edilmiş olduğunu" iddia etmiştir.[30]
Hadislerin güvenirlilik ölçüsünü ilk kademede ortaya koyan isnad sistemi hakkındaki bu ağır ithamını hiç bir belgeye dayandırmaması, onun en öenmli konularda bile zan ve tahmin ile konuşmakta sakınca görmediğini kanıtla*maktadır. Kendi kaynaklarından biri olan ve II. (8.) yüzyılın başlarında yazı*lan İbn İshâk'ın küçük hacimli "es-Sîre"sinde bile 200'e yakın isnadın kul*lanılmış olduğunu görmezlikten gelmesi, tıpkı hadis metinleri gibi isnadınların da daha sonraları icat edildiğini kabul etmesi [31] sebebiyledir.
Caetani'nin hadisler hakkındaki peşin hükmünün örneklerinden biri de şudur: Hollandalı şarkiyatçı Reinhart Dozy'nin bütün müsteşrikler gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in uydurup Allah'a nispet ettiğini ileri sürdüğü Kur'an'a ve Resululİah (s.a.v)'e ağır hakaretler etmesi yanında "Sahihi Buhârî"nin yarı*sını "en titiz münekkitlerce bile sahih sıfatına layık" bulması, hadislerin çoğu*nun şifahî olarak korunduğunu ve bunların genellikle hicretin II. asrında ya*zıldığını söylemesi [32] gibi olumlu sayılabilecek tavırlarını Ca*etani "ihtiyatsızca kendisini bıraki vermiş iyimser bir güven" olarak nitele*mektedir [33] Zira ona göre "Sahihi Buhârî" ile "Sahihi hadisler, İslamiyet'in en gelişmiş bir devresindeki dinî, siyasî, içtimaî şartların bir çevresinden ibarettir.
Bu hadisler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in söylediği sözler değil, hicretin II. (8.) yüzyilındaki müslümanların onun söylemiş olmasını istedikleri şeylerdir.[34]
Henri Lammens, Hz. Muhammed (s.a.v)'in erken vefat etmesinin Kur'-an'ı yeniden ele alıp ondaki bazı boşlukları doldurmasına fırsat vermediğini söylemekte, var olmayan sünneti ortaya çıkarmak veya mevcut fikirleri yer*leştirmek hadisin başvuru kaynağı olması gerektiğini, bu sebeple diğer hadis metinlerinin çok dikkatli ve titiz bir şekilde yeniden üretildiğini ileri sürmekte*dir.
David Samuel Margoliouth, Hz. Muhammed (s.a.v)'in kendinden son*ra bir hüküm ve dinî bir karar bırakmadığını söylemekte, ilk İslam cemaatinin uygulandığı sünnetin eski Arapların örfü olduğunu, bunların onun sünnetiyle bir ilgisi bulunmadığını, Peygamber'in temeli Kur'an'da olmayan bir kural ortaya koymadığını ileri sürmekte [35] şarkiyatçıların, fıkhı hüküm ve kararların Hz. Pey*gamber (s.a.v)'e izafe edildiği şeklindeki genel kanaatini paylaşmaktadır.
Reynold Alleyne Nicholson da, muhaddislerin birbirine zıt bir çok ha*disi Hz. Peygamber (s.a.v)'e isnad ettiklerini ve bunları te'lif imkanı bulama*dıklarını iddia etmekte, buna örnek olarak köpeklerin bir yerde öldürülmesini emreden, başka bir yerde de bunu yasaklayan rivayetleri göstermekte, ayrıca Ebu Hureyre gibi bazı sahabilerin tarlaları bulunduğu için köpek beslemeyi mubah gördüklerini, nitekim Abdullah ibn Ömer'in "Ebu Hureyre'nin tarlası vardır" diyerek onun bu konudaki açığını ortaya çıkardığını ileri sürmektedir.[36]
Nicholson'un, birbirini nakzeden pek çok hadis bulunduğu ve bunların metin tenkidine tabi tutulmadığı yolundaki iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Esasen birbirine zıt gibi görünen hadisler bulunmakla beraber bunlar diğer hadislere nispetle oldukça azdır.
İslam alimleri çok erken devirlerden itibaren hadisleri doğru anlamak, onların sahihini, zayıf ve mevzu olanını ayırmak için sened tenkidi yanında metin tenkidiyle ilgili prensipler de ortaya koymuşlar, özellikle birbirine mua*rız görünen rivayetler için geliştirdikleri şaz, münker, muzadarib, mensuh gibi ölçüler sayesinde bu tür problemleri çözmeye çalışmışlardır.
İmam Şafiî'nin "İhtilâfu'l-hadîs"i ile İbn Kuteybe'nin "Te'vîlu muhte*lifi hadîs"i, muhaddisler tarafından başından beri uygulanan bu prensipleri erken devirde getirdiğini ortaya koymaktadır.
Ebu Hureyre'nin tarlası bulunduğu ve bekçi köpeğine ihtiyacı olduğu için köpek beslemeyi mubah gördüğü, Abdullah ibn Ömer'in de, "Ebu Hureyre'nin tarlası vardır" diyerek onun bu konudaki hadisi uydurmakla suçla*dığı iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. "Ebu Hureyre benden daha hayrlıdır, rivayet ettiklerini de benden daha iyi bilir [37] diyen, daha sonra bu hadisi "tarla köpeği" ilavesiyle bizzar rivayet eden [38] Abdullah ibn Ömer'in Ebu Hureyre'yi suçlaması mümkün gö*rünmemektedir.
Joseph Schacht, Hz. Peygamber hukukî mahiyette bir şey ya*pıp söylemeyi hiçbir zaman düşünmediği, esasen onun buna yetkisinin bu*lunmadığı kanaatini taşıdığı için, Goldziher gibi bu tür hadislerin II. (8.) ve III. (9.) yüzyılda yaşayan İslam alimleri tarafından uydurulduğunu ileri sürmüş*tür.
Schacht'in müsteşrikler tarafından çok beğenilen "Origins of Mu hanımadan Jurisprudence" adlı eserindeki cüretkar iddialarını Muhammed Mustafa el-A'zamî "On Schacht's Origins of Mu ha m ma dan Jurîs-pru-dence" [39] adlı ça*lışmasıyla cevaplandırmıştır.
Siyasî, itikadî, hatta hukukî konularda hadis uydurulduğu tarihî bir vakıa olmakla birlikte bunların hadis otoriterleri tarafından zamanında tespit edilip değerlendirilmesi sebebiyle muteber fıkıh kitaplarında yer almadığı da bir gerçektir.
Philip Khuri Hitti, müslümanların hadisleri tıpkı Kur'an gibi vahiy mahsulü olarak kabul ettiklerini, halbuki hadislerin çoğunun Kitab-ı Mukad-des'ten, özellikle de İncil'den alındığını iddia etmekte; bunu ispatlamak ama*cıyla da suç işleyen kölesini dövmek için izin isteyen birine Hz. Peygamber (s.a.vj'in izin vermediği gibi onu günde 70 defa affetmesini öğütlediğine dair hadisin [40] Matta İncili'nden [41] Câbir b. Abdullah'ın, Medine'de Hendek Gazvesi'ne hazırlan ildiği sırada pişirdiği az bir yemeğin Resulullah (s.a.v)'in bereketiyle 1000 kişiyi doyurmasına dair hadisin de [42] Hz. İsa'nın da aynı şekilde 4000 kişiyi do*yurduğuna dair Matta încili'ndeki rivayetten (15/30-38) alındığını ileri sür*mektedir.[43]
Müslümanları Ehl-i kitaba benzemekten şiddetle sakındıran Hz. Pey*gamber (s.a.v)'in [44] Kitab-ı Mukaddes'ten faydalanması sözkonusu olamaz. Üstelik tahrifata uğrayan Kitab-ı Mukaddes'teki sözlerin Hz. İsa'ya aidiyeti kesin olmadığı, bu sebeple Resulullah (s.a.v)'in bu ifadeleri kabul veya reddetmeyi yasakladığı bilindiğine göre
[45]onun kendi yasağına uymaması, muhaddislerin de Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu emrine karşı gelmeleri imkansızdır. Eğer Kitab-ı Mukaddes'teki bu sözler tahrif edilmemişse, aynı ilâhî kaynaktan bes*lenen iki peygamberin birbirine yakın sözler söylemesi ve benzer mucizeler göstermeleri tabiîdir, .
Theodor William Juynboll, "Encyclopedie de İslam"ın ilk baskısına yazdığı "Hadis" maddesinde hadis uydurmacılığı konusunu Goldziher'in gö*rüşlerine dayanarak genişçe ele almış; muhaddislerin Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait söz ve fiilleri yeni zamanın düşüncelerine uygun şekle soktuklarını ve ga*yelerine uygun bir çok hadis ortaya çıkardıklarını belirterek bütün muhaddisleri suçlamıştır.
Juynboll da, diğer teşrikler gibi Hıristiyan akidelerinden, İncil'in ve apokrif kitapların fıkralarından, Yahudi fikriyatından, Yunan filozoflarının na*zariyelerinden faydalan ildiğini ileri sürmüş; akaid esasları, ahkâm, helal ve haram medenî ve cezaî hukuk, muaşeret, âhiret hayatı, yaratılış ve geçmiş peygamberler hakkında vb. dinî konulara dair hadis uydurulduğunu belirte*rek bütün hadisler üzerinde şüphe uyandırmak istemiştir.
Buna karşılık kötü niyetli uydurmacıların oyununu boşa çıkarmak mak*sadıyla gerçek muhaddislerin verdikleri mücadele ve geliştirdikleri tenkit me*todundan söz etmemiş; hadis uyduranların birer hadis otoritesi olmadığı, bu sebeple onların ortaya attığı rivayetlere herkesin itimat etmediği ve bu sözle*rin önemli muhaddislerin eserlerinde yer almadığı gerçeğini de dile getirme*miştir.
Juynboll, müslümanlarm hadis uydurma hareketini doğru bulmadıkla*rını belirtmekle birlikte Hz. Peygamber (s.a.v)'e izafe edilen, özellikle dinî ve ahlakî düstur mahiyetindeki sözler için haffiletici sebepler ileri sürdüklerini iddia ederek onların "terğîb ve Terhîb" konusunda hadis uydurulmasına göz yumduklarını söylemektedir.
Halbuki uydurma hadisleri konu alan bütün kitaplarda, Allah rızası için hadis uydurduklarını ifade eden sözde zâhidler hadislerin ruhundan ve ma*nasından haberdar olmayan en zararlı sınıf olarak kabul edilir.[46]
Juynboll'un, "Ebu Hureyre'nin doğru sözlülüğü pek çok kimselerce ka*bul edilmeyerek şiddetli itirazlarla karşılandı" demesi, çok hadis rivayet ettiği için Ebu Hureyre'yi gözden düşürme maksadına, "En büyük zaman tenakuzlarını ihtiva eden hadisler bile umuca itimada layık görüldü" sözü de ha*disler hakkında şüphe uyandırma hedefine yönelik asılsız iddialardan ibaret*tir. Onun "Hadis" maddesindeki gerçek dışı görüşleri, bu ansiklopedinin Arapça tercümesinde Ahmed Muhammed Şâkir tarafından cevaplandırılmıştır.[47]
Müsteşriklerin üzerinde en fazla durdukları hususlardan biri de; muhad*dislerin bütün gayretlerini sened tenkidine yönelttikleri, şeklen kusursuz olan rivayetleri güvenilir sayarak metin tenkidiyle meşgul olmadıkları iddiasıdır. Halbuki hadislerin sağlamlık derecesini tespit etmek üzere muhaddislerin or*taya koyup geliştirdiği sened tenkidi, rivayetleri bir tür ön elemeden geçirme faaliyeti olup bundan sonra hadis metinleri de incelenerek bunların Kur'an'a, mütevatir sünnete, te'vil edilemeyecek kadar akla, duyu ve müşahadeye ve tarihî gerçeklere aykırı olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Muhaddis-ler, bu ölçülere göre hadisin lafzında ve manasında bir bozukluk bulunmasını ondan şüphelenmek için yeterli sebep kabul etmişlerdir.
Erken devirlerden itibaren metin tenkidi alanında yapılan çalışmalar ge*niş araştırmalara konu olmuştur. Bu çalışmalara örnek olarak, Selahaddin b. Ahmed Edlibî'nin "Menhecü nakdi'1-metninde ulemâi'l-hadîsi'n-nebevî" [48] Misfir b. Gurmullah ed-Dümeynî'nin "Mekâyisü nakdi mütûni's-sünne [49] Muhammed Lokman es-Selefî'nin "Ihtimâmü'l-muhaddisîn bi-nakdi'1-hadîs seneden ve metnen [50] ve Muhammed Tâhir el-Cevâbf nin "Cühâdü'l-muhaddisîn fî nakdi metni'l-hadîs" [51] adlı eserleri zikredilebilir.
Şarkiyatçıların hadis ve sünnet aleyhindeki görüşlerinin Arapça metinleri yeterince anlayamadıklarından kaynaklandığı fikrinde [52] gerçeklik payı bulunmakla beraber söz konusu aleyhtar*lığı sadece bu sebebe bağlamak fazla iyimserlik olur.
Hadislerin güvenilir olmadığı hususunda müsteşrikler gibi düşünen Emi*le Dermenghem'in, şarkiyatçıların yazdığı kitapların "kabataslak fikirler ihti*va ettiğini ve yıkıcı mahiyette" olduğunu [53] söyle*mesi, şüphesiz daha gerçekçidir.
Eserlerinde polemiğe girmekten kaçındığı, hadis ve sünnet hakkında da*ha insaflı bir görüşe sahip olduğu anlaşılan Johann W. Fueck'ün söyledileri de, bu kanaati doğrulamaktadır. Ona göre; İslamî tenkit sistemi, hadise ilave edilmek istenen sahte unsurları ayıklamakta başanlı olmuştur. Bu sebeple sünnetin dayandığı malzeme sahihtir. "Sünnetin ilk iki yüzyılın bir icadı oldu*ğunu ve onun sadece daha sonraki nesillerin Peygamber ve ashabı hakkında*ki düşüncelerini yansıttığını ileri süren bazı şarkiyatçılar, Muhammed'in şah*siyetinin ashabı üzerindeki büyük etkisini ciddi bîr şekilde küçümsemektedir" diyen Fueck'e göre; müsteşriklerin her hukukî sünneti ispatlayıncaya kadar uydurma kabul etmeleri, hiçbir sınır tanımayan ve tamamen şahsî arzuya da*yanan bir şüpheciliği beslemektedir.[54]
İslam Dünyasında Hadis Muhalifleri
İslamî konuları farklı açılardan ele alipn tartışan siyasî ve itikadı fırkaların ortaya çıktığı hicri I. (7.) .yüzyıldan günümüze kadar bazı grup veya şahısların hadisler üzerinde genel kabule ters düşen fikirler ileri sürdükleri bilinmektedir.
Günümüzde ve yakın geçmişte büyük ölçüde şarkiyatçıların etkisinde ka*lan çoğu Mısırlı bazı alimler ile Hindistan'da ortaya çıkan bazı gruplar, eldeki hadislerin sağlamlığı ve Hz. Peygamber'e aidiyeti hususunda şüphe uyandır*mışlar; bunun sonucunda bir kısım aşırı görüş sahipleri hadislere hiçbir şekil*de güven ilmem e. si ve tamamen Kur'an'la yetinilmesi gerektiğini ileri sürerken, nispeten mutedil bazı kimseler de cennet ve cehennemin tasviri gibi (gaybî) olayalara dair hadislere güvenilemeyeceğini savunmuşlardır.
İslam dünyasındaki hadis muhaliflerinin belli başlı iddialarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Hz. Peygamber, hadislerin yazılmasını yasaklamışken, daha sonraki devirlere binlerce hadis güvenilir şekilde intikal edemez; dolayısıyla III. (9.) yüzyıl gibi çok geç bir dönemde derlenip tedvin edilen hadis kitaplarına güvenilemez.
Hadisin tarihi incelenirken belirtildiği gibi, Resulullah (s.a.v), kendi söz*lerinin Kur'an ile karışması ihtimalinin bulunduğu ilk dönemlerde hadislerin yazılmasını genel olarak yasaklamakla beraber bazı sahabilere özel şekilde yazma izni vermiş ve bir müddet sonra da bu yasak kalkmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in yaptığı anlaşmalar, krallara, kabile liderlerine, kendi komutan ve valilerine gönderdiği mektuplar, zekat memurlarına verdiği yazılı emirler, onun hadislerinin ilk yazılı belgeleridir. Yine bazı sahabilerin hadisleri yazdığı yada yazdırdığı sahifeler de sünnetin ilk yazılı örneklerinden*dir.
Öte yandan Araplar, kültürlerini daha sonraki nesillere aktarma konu*sunda yazılı edebiyat kadar sözlü rivayete de önem vermişler, ezberlediği hiç*bir şeyi unutmadığını söyleyen Ibn Şihâb ez-Zührî gibi hadis hafızları [55] yetiştirmişlerdir.
Hadislerin ilk ravileri olan şahabı ve tabiîler ise hadislerin nakli hususun*da Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Size öğrettiklerimi iyice belleyip buraya ge*lemeyen halka öğretiniz [56] "Burada bulunanlar bulun*mayanlara tebliğ etsin [57] şeklindeki tavsiyelerini dinî so*rumlulukla yerine getirerek hadisleri, hem yazılı ve hem de şifahî olarak riva*yet etmişlerdir.
İleri gelen sahabilerin pek az rivayet ettiği iddiası da; temelsiz olduğu gibi Resulullah (s.a.v)'in hadislerin nakledilmesine karşı çıktığı, buna gerek gör*seydi onları mutlaka yazıyla tespit ettireceği sözü de isabetli değildir.
Hadislerin tedvini, daha I. (7.) yüzyılda başlamış, II. (8.) yüzyılda hemen hemen kaydedilmedik hadis malzemesi bırakılmadığı gibi "Müsned"Ierin ya*nı sıra konularına göre tasnif edilen "Muvatta'", "Cami"' ve "Sünen" türü eserler meydana getirilmiştir.
2. Hadislerin büyük bir kısmı, mana ile rivayet edildiğinden onların Pey*gamber'e aidiyeti şüphelidir.
Hadislerin, Resulullah (s.a.v)'in kullandığı lafızlarla değil aynı manaya gelen ve az çok değişik olan lafızlarla rivayetin caiz olup olmadığı veya buna ne ölçüde izin verileceği konusu alimler tarafından ilk devirlerden itibaren tartışılmıştır.
Kısa ve özlü hadislerin, veciz konuşmaktan hoşlanan Hz. Peygamber'in bu özelliğiyle bağdaştığı belagat âlimlerince de kabul edilmekte, ibadet metinlerini oluşturan dua ve zikir hadislerinde mâna ile rivayete izin verilmediği bilinmek*tedir.
Uzun hadislerin çeşitli rivayetleri bii araya getirilip karşılaştırılınca ara-lannda farklar bulunmakla beraber bunların abartılacak kadar fazla olmadığı, lafızlan farklı bile olsa aynı mânanın isabetli bir şekilde ifade edildiği görülür.
Sahabe devrinden itibaren hadis âlimlerinin çoğunun, rivayet esnasında hadisin metninde "vav" ve "fa" gibi atıf harflerinin bile değişmesine göz yummadığı, hatta Hz. Peygamber'in söylediği bir kelimenin yerine eş an*lamlısının konulmasına bile izin vermediği, ilk üç nesilde birçok hadis râvi-sinin mâna ile rivayeti caiz görmediği bilinmektedir.
Hadisin mâna İle rivayetinde sakınca görmeyenler ise bu şekilde rivayet edecek kimselerin sarf. nahiv ve lügat ilimlerini, lafızlar arasındaki anlam far*kını iyi bilen, hadisi lahinsiz rivayet eden, lafızların delâlet ettiği mânayı ve maksadı anlayan râviler olmasını şart koşmuşlardır.
Bazı âlimler, mâna ile rivayeti, fesahat ve belagattaki üstünlükleriyle ta*nınan ve Resûl-i Ekrem'in sözünü işitip yaptığını gören sahabe neslinden baş*kasının yapamayacağını söylemişler ve Iafzen rivayeti esas kabul ettikleri için bu yola sadece ihtiyaç duyulduğunda başvurulabileceğini söylemişlerdir. İmam Mâlik gibi âlimler, merfû oimayan metinlerin mâna ile rivayetine izin vermekle beraber Resûl-i Ekrem'in sözlerinde bunun mümkün olamayaca*ğını belirtmişlerdir.[58]
Resûlullah'tan duyup öğrendiklerini yine onun emri gereğince duyma*yanlara nakletmek için hadisleri kendi aralarında titizlikle müzakere eden ve kültürlerini ezbere nakletme konusunda geniş bir tecrübeye sahip olan ilk nesil*lerin gayreti, titizliği ve bu nakli dinî bir heyecanla yaptıklan göz ardı edilme*meli, aynca hadislerin tedvininden sonra manen rivayete izin verilmediği de unutulmam alfair.
3. Hicrî I (7.). yüzyılın ilk yansından itibaren bazı itikadı ve siyasî fırkala*rın hadislerin yazılmamasını fırsat bilerek kendilerinin lehinde, muhaliflerinin. aleyhinde uydurdukları sözler sahih hadis kitaplarına bile girmiş ve bunlar, ki*taplardan yeterince ayıklanmamiştır.
Mensup olduğu grubu başarıya ulaştırmak, insanları dine yöneltmek veya zındıkların yaptığı gibi dinden soğutmak, şahsî çıkar elde etmek vb. amaçlarla hadis uyduranlar ve uydurdukları sözlerin müslümanlar tarafından benimsen*mesini temin etmek için çeşitli yollara başvuranlar bulunduğu bir gerçektir.
Esasen muhaddisler de hadis diye uydurulan sözlerin İslâm'a getireceği za-ran önlemek için isnad sistemini icat etmişlerdir. Bu sistemle birlikte hadislerin bir hocadan alınıp rivayet edilme yöntemleri sağlam esaslara bağlandığı gibi hadis râvisini dürüstlük, güvenilirlik ve rivayet ehliyetine liyakat açılanndan titiz bir şekilde değerlendiren cerh ve ta'dîl prensipleri sayesinde zayıf ve uydur*ma haberlerin ayıklanması sağlanmıştır.
Nitekim her devirde yetişen hadis münekkitleri bu prensipleri uygulamak suretiyle bir râvinin nerede ve ne zaman doğduğunu, nerelerde yaşadığını, ha*dis tahsiline ne zaman başladığını, kimlerle arkadaşlık yaptığını, hocalarını, ta*lebelerini, hadisi kaynağından alıp rivayet etme usullerine ne ölçüde riayet ettiğini araştırmışlar, öte yandan onun davranışlannı, karakterini, inanç du*rumunu, akıl ve hafıza sağlamlığını, dolayısıyla ne ölçüde güvenilir olduğunu ortaya koymuşlardır.
Bir râviyi. kendisinden hadis almadan önce böylesine sıkı bir denetimden geçiren hadis münekkitleri bununla da yetinmeyerek onu yaşadığı sürece gözet*leyip hafızasını sık sık kontrol etmişler, zihnî gerileme gibi bir değişiklik tesbit ettikleri andan itibaren ondan hadis alınamayacağını ilgililere duyurmuşlardır.
Buhârî ve Müslim'in "el-Câmiu's-Sahîh"leri gibi sahih hadis kitaplarının en belirgin özelliği, ihtiva ettikleri hadislerin güvenilir râviler tarafından rivayet edilmesidir. Bunlann içinde uydurma rivayetlerin bulunduğu iddiası ise bun*dan dolayı gerçek değildir.
Hadisi Allah elçisinin sözü olarak bilen ve onu Peygamber'in tavsiyesine uyarak daha sonraki nesillere aynen aktarmayı ibadet kabul eden kimselerin icat ettiği isnad sistemleriyle gelen rivayetlere güvenmeyenler, böyle bir itina ile nakledilmeyen, medeniyetin aynlmaz bir parçası sayılan tarih, kültür ve ede*biyat rivayetlerine nasıl itimat edeceklerdir?
Hz. Peygamber'in otoritesini kötüye kullanarak hadis uydurmaya kalkan-lann ortaya çıktığı günden itibaren muhaddislerin samimi olmayan hadis talebe*lerini tanımak ve tanıtmak için geliştirdikleri rical bilgisi ve edebiyatı ile rivayetleri anlamaya ve onlar arasında görülebilecek uyumsuzluğu gidermeye yönelik ilim*ler hadisler üzerinde titizlikle çalışıldığını göstermektedir.
4. Hadis kitaplarında Kitâb-i Mukaddes'ten alınmış pek çok rivayet bulun*maktadır.
Bazı hadislerin, Kitâb-ı Mukaddes'teki bir kısım metinlere benzemesine bakarak bunlann yahudi veya hıristiyan asıllı râviler tarafından hadis kitaplarına sokulduğunu ileri sürmek, eğer bir maksada dayanmıyorsa bir vehim veya bil*gisizlik ürünüdür.
Bazı Ehl-i kitap âlimlerinin, müslüman olduktan sonra herhangi bir art niyet taşımadan eski kültürleriyle ilgili birtakım rivayetlerden söz ettikleri ve İsrâiliyat denen bu haberlerin cahil insanlar tarafından dine sokulduğu bir gerçektir. Hadis âlimleri bunları belirleyip asılsız olanlarını tenkit etmek için büı, çaba harcamışlardır.
Ehl-i kitap'tan intikal eden bilgilerin bir kısmı, İslâmî nakillere uyduğu için doğru, bir kısmı gerçeklere ters düştüğü için yanlış, bir kısmı da doğruluğu veya yanlışlığı bilinmeyen haberlerdir.[59] Bu sebeple Resûl-i Ekrem, Kitâb-ı Mukaddes'teki mahiyeti bilinmeyen hususlar konusunda ashabına ihtiyatlı davranmayı tavsiye etmiş, bu nevi haberleri doğru*lamayı veya yalanlamayı uygun görmemiştir.[60]
Buna göre Ehl-i kitabın İslâmiyet'e uygun haberlerini nakletmekte bir sa*kınca bulunmadığı gibi bu rivayetler peygamberlerin aynı ilâhî kaynaktan bes*lendiği gerçeğini ortaya koyması bakımından da faydalıdır,
Meseleye bu açıdan bakarak bütün semavî dinlerde bazı haber, hüküm ve ahlâk esaslarının birbirinin aynı olacağını kabul etmek yerine, Kitâb-ı Mu*kaddes'teki rivayetlere benzeyen bazı hadislerin ihtida etmiş olan sahâbî veya tabiîler tarafından uydurulduğunu iddia etmek yahut Ehl-i kitap asıllı tabii âlimi Kâ'b el-Ahbâr gibi râvilerin çok hadis rivayet etmekle ünlü sahâbîleri etki*leyerek İsrâiliyat'ı onlar vasıtasıyla hadislere kanştırdığını ileri sürmek bu sahâbİ-lere iftira olur.
5. Kur'an âyetleri tevatür yoluyla geldiği için kesinlik ifade eder; fakat ha*dislerin tamamına yakını haber-i vâhid sayıldığı, yani Peygamber'e aidiyeti ke*sin olmadığı için zan ifade eder; din ise zan üzerine kurulamaz.
İmam Şafiî'nin belirttiğine göre; II. (8.) yüzyılın sonuna doğru hadislerin, özellikle haber-i vâhidlerin zan ifade etmeleri sebebiyle hukukî bakımdan kay*nak olamayacağını ileri süren kimseler görülmeye başlanmıştır.[61]
Hadislere güvenmeyenlerin, gerekçe olarak onların Kur'an âyetleri gibi ke*sinlik ifade etmediğini söylemeleri doğru değildir. Zira sübût ile delâlet ta*mamen farklı şeylerdir. Sübûtun da şüphe edilmeyen Kur'ân-ı Kerim'de de de*lâleti kafi olmayan âyetler bulunduğu halde hiç kimse bu âyetlerden şüphe et*memiştir.
Öte yandan iki kişinin şehâdetini yeterli gören Kur'an [62] tevatür şartını aramadığı gibi, ne Resûl-i Ekrem ne de kendilerine sa*dece bir kişi vasıtasıyla mektup veya talimat gönderdiği krallar, müslüman ku*mandanlar veya kabile mensupları habercinin birden fazla olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Zira haberi getiren kimsede aranan en önemli şart; zabtının sağlam, şahsiyetinin güvenilir olmasıdır.
Sahih sünnete zayıf ve mevzu haberlerin karışmaya başladığı tarihten iti*baren İslâm âlimlerinin hadisleri koruma amacıyla ortaya koyup geliştirdikleri hadis ilimleri ve metotları, şâhidlik sırasında aranan şartlardan daha hassas ve sağlam ölçülerdir. Hiçbir haber Kur'ân-ı Kerim gibi en güvenilir şekilde gelme*mekle beraber Hz. Peygamberin sözü olduğu bilinciyle titiz bir surette rivayet edilen haberci vâhidlerin kesinlik ifade ettiği hususunda İslâm âlimlerinin ço*ğu, özellikle de muhaddisler görüş birliğine varmışlardır.
Esasen bir haberin güvenilir sayılması için onun mütevâtir rivayette oldu*ğu gibi büyük bir kalabalık tarafından nakledilmesi şartı; ne diplomatik konu*larda, ne ticarî meselelerde, ne de günlük hayatın herhangi bir muamelesinde hiçbir zaman aranmamaktadır. Zira böyle bir şartın gerçekleşmesi nadiren mümkün olacağı için haberi verenin güvenilirliği sözünün kabul edilmesi için yeterli görülmektedir.
Dinin anlaşılıp yaşanmasında Kur'an'ın yeterli olduğunu ileri sürenler, eğer ibadetlerin vazgeçilmezliğini kabul ediyorlarsa, bu dinî merasimlerin, Hz. Peygamber zamanındaki şekilleriyle ifa edilebilmesinin ancak hadis ve sünnet sayesinde mümkün olacağını göz ardı etmemeleri gerekir.
Dinin anlaşılması hususunda hadislerin dikkate alınmamasının doğuracağı en büyük tehlike; şahsi görüşlerin ön plana çıkması ve bunun tabii sonucu olarak herkesin kendi anlayışını isabetli görmesi yüzünden dinde büyük bir kargaşanın yaşanmağıdır.
Bu gerekçelerin ve benzeri görüşlerin hadislere güvenilemeyeceğini ortaya koyduğu, Kur'an'da her şeyin bulunduğu, dolayısıyla dinin yaşanması hususun*da Kur'an'ın yeterli olduğu ve hadise ihtiyaç bulunmadığı yönündeki görüşler, ilk devirlerden beri ileri sürülmektedir. Nitekim sahâbî İmrân b. Husayn'ın hadis*lerden bahsettiği sırada orada bulunan birinin: "Bize Kurandan söz et" demesi bu kanaatlerin eskiliğini ortaya koymaktadır. Ancak İmrân'ın, hadisler olmadan namazın ve zekâtın ifa edilemeyeceğini söylemesi üzerine o şahsın itirazından vaz*geçmesi [63] ilk zamanlarda meseleleri sadece Kur'an'la çözmek isteyenlerin bu görüşü fikrî bir akım haline getirmeyen mutedil kimseler olduğunu göstermektedir.
Esasen Kur'an'da her şeyin açıklandığını [64] onda hiçbir şeyin ek*sik bırakılmadığını [65] belirten âyetlere dayanarak hadislere ihtiyaç bulunmadığını ileri sürmek doğru değildir. Zira Kur'ân-ı Kerîm. Hz. Peygamberin Allah'ın âyetlerini açıklamakla görevlendirildiğini ifade etmektedir.[66] Onun açıklamalan ise ancak hadisle sabit olur.
Aynca Peygamber'in emrettiğini yapıp yasakladığından-uzak durmayı [67] ve ona itaat etmeyi gerekli kılan âyetler, Resûl-i Ekrem'irMıadis veya sün*netle tesbit edilebilen buyruklanna ve açıklamalanna uymayı zorunlu hale getirmektedir. Bundan dolayı, hüküm koyma yetkisinin sadece Allah'a âit olduğunu belirten bazı âyetleri öne sürerek ahkâm hadislerini kabul etmeyen kimselerin görüşleri de tutarlı değildir.
Günümüzdeki hadis muhaliflerinin bazen birbirlerine ters düştükleri de görül*mektedir. Meselâ bir kısmı,, muhaddislerin sadece sened tenkidi yapıp metin tenkidiyle meşgul olmadıklannı ileri sürerken, bazılan hadislerin hem senedlerinin hem de metinlerinin tenkit edildiğini, bu sebeple tenkit edilen bir şeyin din sayıla*mayacağını belirtmektedir.[68]
Hadislere karşı kesin .şekilde tavır alan Hindistan'daki Ehl-i Kur'an'ın (Kur'â-niyyûn) bazı mensuplan, Kur'an'ın, müslümarilan birliğe çağırdığını, ancak rastgele insanlann rivayetlerinden meydana gelen ve Hz. Peygambere itaati emreden ha*dis kitapları terkedilmedikçe birliğin ve ilerlemenin sağlanamayacağını ileri sürmektedirler.
Bunlar, ayrıca Kütüb-i Sitte gibi hadis kitaplarının çok büyütüldüğünü, esasen bu kitapların Fslâm'a ve müslümanlara zarar vermek için Arap olma*yanlar ve özellikle İranlılar tarafından meydana getirildiğini söylemekte bile sakınca görmezler.[69]
Kur'an ile yetinmenin birliği sağlayacağını iddia edenlerin, namazın rekat*ları ve kılınış şekli bir yana, günde kaç vakit kılınacağı konusunda bile fikir birliği edemedikleri, dolayısıyla kendilerini yalanladıkları görülmektedir.
Hadise karşı tavır alan İslâmî gruplann sistemleşmemiş mahiyetteki gö*rüşlerini benimseyen çağdaş bazı hadis muhalifleri, bu görüşlere yenilerin ek*leyerek kanaatlerini sistemleştirmeye gayret etmişlerdir.
İslâm dünyasında XX. (20). yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde; Avrupalı araştırmacıların Kitâb-ı Mukaddes'e yönelttik*leri, dinî metinleri insan ürünü gibi düşünerek eleştirme fikri (tarihî tenkit metodu) yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen müslüman araştırmacılar İslâm'ın dinî metinleri olan Kur'an ve ha*dislere uygulamak istemiş, hadisleri birer birer tenkit etmek yerine kurulacak bir sistem çerçevesinde onları daha kapsamlı bir şekilde değerlendirme*yi düşünmüşlerdir.
Buna göre gramer kurallarına bağlı kalarak haedisleri anlamaya çalış*mak veya onların, Peygamber'e nisbetini araştırmak verimli bir yol olmadı*ğından, hadislerden genel prensipler çıkarıp bu prensiplere göre toplumun ihtiyaçlarına çözümler getirmek daha isabetli bir yoldur. Bu tutum, muhad*dislerin ve fakihlerin anladığı İslâm'ın yerine, bundan büyük ölçüde farklı ve modern dünyada yaşanan hayata daha yakın bir din olan onlann zihnindeki Müslümanlığı koymakta, Kur'an ve hadisin hüküm vazetme yetkisine bakış*ları ise bu tavırlarını daha da netleştirmektedir. Buna göre Kur'an'daki hüküm âyetleri son derece azdır; bunlar da nazil olduğu zaman ve mekanın dışında bir hukukî metin kabul edilmeyip dolaylı hukuk malzemesi niteliğinde görül*melidir.
Resûl-i Ekrem, ortaya çıkan meselelere hukukî çözümler getiren bir pey*gamber değil, daha ziyade ahlâkî bir ıslahatçı kabul edilmelidir.[70]
Modem zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadislerin büyük bir kısmının Hz. Peygamberle ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddisle-rinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kur'an ve hadislerdeki hukukî çö*zümleri, Peygamber devriyle sınırlayan bu zihniyetin sahipleri, âlimlerin kendi çağlarının, ihtiyaçlanna göre kanun koyabileceklerini iddia etmişlerdir.[71]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in Davranışlarının Sınıflandırılması
Hz. Peygamber (s.a.v)'in sıfat ve davranışlarında hakim olan peygam*berlik ve örneklik vasfıdır; bu sebeple sayısız ayet ve hadiste ona uyulması, itaat edilmesi, örnek alınması, sünnetine dört elle sarılmması istenmiştir, islam'ın yorumcuları ve gerekse uygulayıcıları, hadislerin, hangi sıfattan kay*naklandığını ve bu bakımdan bütün Müslümanlar için bağlayıcı olup olmadı*ğını araştırmak ve göz önüne almak durumundadırlar. Bu konuda inceleme ve araştırma yapanlar söz konusu sıfat ve durumları 12'ye kadar çıkarmışlar*dır.
1. Dini Tebliğ Etmek ve Tamamlamak:
Resul, kendisine gelen vahyi, hem uygulamak ve hem de tebliğ etmekle görevli insan demek olduğuna göre onun önde gelen vazifesi- tebliğdir ve davranışlarının çoğu tebliğ mahiyetindedir... Resulullah (s.a.v)'in şu hadisle*rinde bu sıfat ve selahiyetlerini anlatmaktadır:
"Gafil olmayın! Bana Kur'an verildiği gibi, onun yanında, onun kadar daha (bilgi ve hüküm) verilmiştir. Bilin ki, yakın bir gelecekte karnı tok, koltuğunda gömülmüş biri çıkıp şöyle diyecektir: Siz şu Kur'an'dan ayrılmayın, onda helal bulduğunuzu helal, haram bulduğu*nuza da haram bilin.[72]
Peygamberimizin bu sıfatına bağlı fiil ve sözlerini diğerlerinden ayırmak için bazı ipuçları vardır: Örneğin, Veda Hutbesini okurken herkes duysun di*ye uygun aralıklarla yüksek sesli tebliğciler koymuştur, "burada bulunanlar, bulunmayanlara duyursun" demiştir. Veda haccını ifâ ederken de "yaptık*larıma bakarak hac ibadetini öğrenin" buyurmuştur.
2. Fetva Vermek:
Dini tebliğ ve\ tamamlama mahiyetinde olan fetvanın farkı, hükmün soru üzerine açıklanması, bu açıklamada soru soranın hali ve çevre şartlarının gözönüne alınmasıdır.
Abdullah ibn Abbâs'm nakline göre; Veda Haccmda Resulullah (s.a.v) Mina'da, devesinin üzerinde birçok soruya muhatap olmuş ve bunları cevap*landırmıştır. Bu cümleden olarak birisi: "Kurbanı kesmeden tıraş oldum, ne yapayım?" diye sormuş, "Şimdi kes, zararı yok" cevabını vermişler. Bir ikincisi gelerek "Şeytan taşlamadan önce gidip Kabe'yi tavaf ettim, ne ya*payım?" diye sormuş, "zararı yok, şimdi şeytanı taşla" buyurmuşlar.
Hâsılı; bilgisizlik veya unutma yüzünden insanların önce veya sonra yaptıkları her iş için "zararı yok, yap" cevabını vermişlerdir.[73]
Amellerin en iyisi, insanların en hayırlısı hakkında sorulan sorulara, so*ranın durumuna göre farklı cevaplar vermiştir. Cahiliye devrinde içinde şa*rap yapılan bazı kaplarda haram olmayan- nebiz (bir nevi şerbet) yap*mak isteyenleri bundan menetmiştir. Çünkü hem bu kaplann kötü hatıraları vardır, hem de Arabistan sıcağında bunlara konulan nebîz kısa zamanda şaraba dönüş*mektedir.
İbnu'l'Kayyim, "İ'lâmu'l-muvakkiîn" isimli eserinin dördüncü cildinin so*nunda, Resûlullah'm fetvalanni 147 sayfada toplamıştır.
3. Dâvaları Hükme Bağlamak (Kazâ):
Kazanın iki yönü vardır:
a. Muhakeme sonunda ortaya çıkan duruma göre verilen hüküm bakımın*dan kaza, fetva gibi bir tebliğ ve teşridir. Aynı durumlarda aynı hükmün verile*ceğini, ilâhî iradenin böyle olduğunu gösterir.
b. İspat delillerine göre adaletin tevziî bakımından kaza isabetli de, hatalı da olabilir, İsbat delilleri hakkın yerini bulmasını sağlamış ise hem hâkim isabet etmiş ve ecir almıştır, hem de hükme muhatap olanlar sorumluluktan kurtulmuşlardır.
Hak sahibi dâvasını isbat edememiş, karşı taraf is-batta daha başanlı ol*muş, hüküm de buna göre verilmiş ise hâkim hata etmiş, fakat elinden geleni yaptığı için yine ecir almış, adaleti yanıltan taraf ise manevî sorumluluk ile başbaşa kalmıştır. Re-sûlullah (s.a.v) kazanın bu yönünü şöyle anlatıyor: "Bana dâvanızı getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim, (kimin haklı olduğu ko*nusunda) bana bir vahiy gelmemiştir, vahiy gelmeyen konularda ben ancak reyimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nispetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim, her kime, kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verir*sem sakın onu almasın, ben ona bir parça ateş vermiş olurum.[74]
Hz. Peygamber'in kazâî hükümlerini diğerlerinden ayırmak oldukça kolay*dır; çünkü bu hükümler genellikle açılan bir davayı takip etmekte, şahit ve delil istenmekte, hükmediyorum (akdî) vb. ifadeler kullanılmaktadır. Bu nevi hükümleri toplayan hususî kitaplar yanında hadis kitaplarının kaza bölümleri de birçok ömek ihtiva etmektedir.
4. Devlet Başkanlığı (İmaret, İmamet):
Resûlullah'm devlet başkanlığı; peygamberlik, iftâ ve kaza selâhiyetlerinden farklı ve bunlara ek bir sıfat ve selâhiyettir.
Devlet başkanına toplumu idare etmek, onun menfaatini gözetmek, sosyal adaleti sağlamak, zararlı oluşum ve cereyanlarla mücadele etmek, ülkeyi dışa karşı savunmak vb. görevler verilmiştir. Bu görevler her peygam*bere verilmemiştir, bazı peygamberler yalnızca tebliğ vazifesi almışlardır.
Peygamberimiz'in risâlet ve iftâ selahiyetine dayanan davranışları bü*tün ümmet için geçerli ve bağlayıcıdır; bunlann icrası ve bağlayıcılığı başka bir makamın iznine veya hükmüne bağlı değildir. Devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları ise hem diğer başkanları bağlamaz, hem de devrin devlet baş*kam izin vermedikçe benzeri haklar, mü'minler tarafından re'sen elde edi*lemez.
Ganimetin paylaştınlması, devlete ait mal varlığının en uygun bir şekil*de kullanılması ve sarfı, cezaların infazı, orduların tertibi ve şevki, isyan ve terör hareketlerinin basünlması, toprak, maden, su gibi kaynakların Özel şahıslar veya kamu kuruluşlarınca işletilmesi; devlet başkanının selâhiyeti altındadır. Başkan veya onun temsilcileri hüküm ve izin vermedikçe bun*ların alınması, yapılması, icra edilmesi caiz değildir. Bu konularda bir önceki başkanın yaptıklarını, sonra gelen başkan amme menfaatini gö*zeterek- değiştirebilir; meselâ Hz. Ömer, müellefe-i kulûba zekâttan pay vermeyi terketmiştir, Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmemiş, Hz. Ali sevketmiştir...
Hukukçular, yukarıda zikredilen hususların devlet başkanlığı selahi*yetine dahil olduğunda birleşmekle beraber bazı konularda farklı anlayış*ları olmuştur:
a. Buhârî'nin, Hars 15'te rivayet ettiği hadiste; Peygamberimiz: "Bir toprağı işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur" buyurmuştur.
Buna göre bir kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan toprağı imar ve ıslâh ederek verimli hale getiren şahıs toprağın sahibi olmaktadır. Ancak bu ifade Resûlullah'ın hangi sıfatına bağlıdır? Eğer devlet başkanı sıfatı ile söylemiş iseler bu hüküm, diğer başkanları bağlamaz; her biri kendi çağ ve ülkelerinde amme menfaatini gözönüne alarak devlete ait topraklar üzerin*de tasarrufta bulunurlar ve toprak iman mülkiyet sebebi olması daima devletin iznine bağlı bulunur.
Ebû Hanîfe'nin içtihadı işte bu istikamettir. Çünkü toprak üzerinde ıktâ vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir, imam Şa*fiî bu hadisi fetva ve tebliğ sıfatına bağlamış, "Çünkü Resûlullah'ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkça hadisleri buna göre yorumlamak gerekir" demiştir. Hadisin tebliğ (dini kaidenin açıklanması) mahiyetinde olduğu kabul edilirse bu hakkı kullanmak, hiçbir kimsenin iznine tabî ol*maz, her vatandaş toprağı kendiliğinden ıslâh ederek ona sahip olur. îmam Mâlik bu konuda şehir ve mücavir alan topraklan ile yerleşim bölgesinden uzak yerlerdeki toprakları birbirinden ayırmış, birincisini devlet başkamlığı sıfatına bağlamıştır; çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaat*lerini korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır.
b. Ebû Süfyân'ın karısı Hind b. Utbe, Resûlullah'a başvurarak "Kocası Ebû Süfyân'ın cimri bir adam olduğunu, kendisine ve çocuğuna yetecek nafakayı vermediğini" söyledi, Peygamberimiz ona "normal ölçülerde sa*na ve çocuğuna yetecek kadarını bizzat al" buyurdu.[75]
Bu hadis-i şerifi tebliğ ve fetva telakki eden müctehidler (Şâfiîler ve kısmen Hanefîîer) bundan şöyle bir kaide çıkarmışlardır: Bir kimsenin sübut bulmuş alacağını borçlu ödemekten imtina ederse alacaklı icra safhasında hâkime başvurmadan ve hattâ borçlunun haberi olmadan alacağına teka*bül eden malı bulduğu yerde alabilir (Hanefîlere göre alacağı cinsinden ma*lını alabilir). Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi müctehidler hadisi kaza sela*hiyetine bağladıkları için "hâkim izin vermedikçe alacağını karşılayan malı bizzat alamaz" demişlerdir.[76]
c. Hz. Peygamber "Savaşta düşmanı öldüren onun üzerinden çıkan eşyaya sahip olur" buyurmuştur.[77]
Şafiî gibi bazı müctehidler bu hadis-i şerifi tebliğ saydıkları için "her za*man, her savaşta, düşmanını öldüren asker onun üzerindekilere sahip olur, bu onun mükâfatıdır" demişlerdir. Ebû Hanîfe ve Şafiî gibi düşünen müc*tehidler bunu, devlet başkanlığı sıfatına bağladıkları için başkan ve komu*tanların iradesine bırakmışlar, onlar izin vermedikçe kimsenin ganimetten birşey alamayacağına hükmetmişlerdir.[78]
5. Daha İyiye Teşvik (İrşâd):
Ayet ve hadislerin ifade şekilleri ile uygulama vb. karineleri değerlendiren müctehidler, bazı talebleri kesin olarak bağlayıcı (farz, vacib, haram) saymışlar, bazılarını ise teşvik kabul etmişlerdir.
Güzel ahlâkı teşvik eden hadisler, cennetliklerin vasıflarını anlatan hadis*ler, nafile ibâdetlerin sevabını dile getiren hadisler böyle yorumlanmıştır. Ebû Zerr'i, takım elbise giymiş kölesi ile birlikte gören birisi "bu ne haldir?" diye sormuş, Ebû Zer de şöyle anlatmıştır: "Birgün köleme kızmış ve anasının durumunu zikrederek ona hakaret etmiştim, Köle beni Allah Resulüne şikâyet etti. O da 'doğru mu, ona annesi sebebiyle hakaret ettin mi?' diye sordu, 'evet' dedim, şöyle buyurdu: Sen hâlâ cahiliyye devri izleri taşıyan bir adamsın! Köleleriniz sizin kardeşi eri nizdîr, Allah onları sizin himayenize vermiş, elinizin altında kılmıştır, kimin böyle elinin altında bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giy*dirsin, gücünün yetmeyeceği bir işi ona yüklemesin, yüklerse yardım etsin!.[79]
Bu hadiste geçen yedirme, giydirme ve ağır iş buyurmama, köleye yar*dımcı olma emirleri bağlayıcı (farz kılan) emirler olarak anlaşılmamıştır; bu sebeple köle ile sahibinin farklı şeyler yemesi ve giymesi caiz görülmüştür
6. Arabulmak, Anlaştırmak (Sulh):
Bir konuda anlaşmazlığa düşen tarafları, mahkemeye başvurup dâvayı isbat ile uğraşmaksızın kısa yoldan anlaştırmak için yapılan teşebbüsler sul*ha yöneliktir. Sulh için aracılık yapanlar hâkim gibi davranmazlar, tarafların iddialarını isbat edip istediklerini almalarını sağlamazlar, onları karşılıklı fedâkârlık ve anlayışa çağırırlar; bu iseteklif onları bağlamadığı için kabul et*memişlerdir.
Yine Peygamberimiz Kâ'b b. Mâlik ile Abdullah b. Ebî Hadred arasında, birincinin ikincisi üzerindeki bir alacağı sebebiyle çıkan anlaşmazlıkta Ka'b1-a, alacağının yansından vazgeçip geri kalanım almasını tavsiye etmiş, o da bu nü kabul ederek sulh olmuşlardır.[80]
Hz. Zübeyr ile Medineli Humeyd arasında, birincisinin bahçesinden geçe*rek ikincisinin bahçesine gelen bir su yüzünden anlaşmazlık çıkmıştı. Durumu Resûlullah'a arzettiler, O da aralarını bulmak üzere "Zübeyr! Ağaçlannı sulayinca bırak o da sulasın" dedi. Humeyd buna razı olmayıp hiddetlenince de "Zübeyr! Ağaçlarını sula, sonra da havuzlardan taşıncaya kadar suyu tut!" buyurdu.[81]
Birinci tavsiye, anlaşmayı sağlamak üzere fedâkârlık teklifi şeklinde, ikincisi ise karşı taraf anlaşmaya yaklaşmadığı ve haksız olduğu için- haklı olana, hak*kını kullanması şeklinde ifade buyrulmuştur.
7. Danışmada Bulunana Yol Göstermek (İstişârî Rey):
Burada Resûlullah (s.a.v) yukarıda gördüğümüz sıfatları ile değil, kendisi ile istişare edilen bir problemin çözümünde yol gösterici olarak hareket etmek*te, çözümler teklif etmektedir.
Hz. Aişe, Berîre isimli bir cariyeyi satın alıp âzâd etmek istemişti. Bağlayıcı kaidelere göre (şerîate göre) bir köleyi âzâd eden kişi ile o köle arasında bir velayet ilişkisi doğuyordu. Berîre'nin sahibi bu velayet hakkının kendilerinde kalmasını şart koşuyor, ancak bu şartla satmaya yanaşıyorlardı. Hz. Aişe, hak*kından vazgeçmeden cariyeyi nasıl alabileceğini sevgili Eşi (s.a.v) ile istişare etti, Peygamberimiz ona şöyle dedi: "Sen onların şartını kabul et ve onu al; sonuç*ta velayet hakkı ancak âzâd edene aittir." Hz. Aişe bunun üzerine gidip cariyeyi satın aldı ve âzâd etti, sonra Resûlullah minbere çıkarak halka şöyle seslendi: "Nasıl oluyor da bazı kimseler, Allah'ın Kitabı'na uymayan şartlar ileri sürüyor*lar!.. Velayet hakkı yalnızca âzâd edene aittir.[82]
Eğer Peygamberimizin ilk ifadesi "teşrî, tebliğ, fetva, kaza" kabilinden ol*saydı şart muteber olacak ve velayet hakkı satanda kalacaktı; sonraki ifadesi bunun böyle olmadığını, ilk ifadesinin ise "meşru bir maksadı elde etmek üzere bulunmuş bir çözüm, bir istişârî reyden ibaret" olduğunu göstermektedir.
Medine'de zirâatçiler hurma meyvasmı daha olgunlaşmadan ağaç üze*rinde satarlardı. Kesim zamanı gelince de meyva çeşitli sebeplerle az çıktı de*nir, karşı taraf buna itiraz eder ve böylece anlaşmazlık çıkardı. Hz. Peygamber bu yüzden meydana gelen anlaşmazlıkların çoğaldığım görünce şöyle buyur*du: "Böyle olup gidecekse (anlaşmazlıkların ardı arkası kesilmeye çekse) ağa*cın üzerinde olgunlaştığı belli oluncaya kadar meyvayı satmayın.[83]
Hadisin Buhârî'deki rivayetinde râvî Zeyd b. Sabit şu yorumda bulun*maktadır: "Hz. Peygamber bu yüzden anlaşmazlıkların çoğaldığını gördüğü için ashaba, istişârî olarak yol göstermiştir." Bunun mânâsı, hadisin bağlayıcı olmadığı, meyvayı daha önce satmanın kesin olarak yasaklanmadiğidir.
Peygamberimiz adetâ "bana sorarsanız şöyle yapın daha iyi..." demekte*dir.
8. Öğüt Vermek (Nasihat):
Peygamberimiz, haram ve yasak olmamakla beraber uygun ve yerinde bulmadığı bir davranış veya teşebbüse muttali olduğu zaman ilgililere öğüt vermek, doğru ve uygun olanı söylemek suretiyle nasihat etmiştir; bu da kesin ve bağlayıcı olmayan davranışları çerçevesine girmektedir.
Bu cümleden olarak Beşîr b. Sa'd isimli sahabi, oğlu Nu'mân'a bir hiz*metçi hediye etmiş, diğer oğullarına böyle bir bağışta bulunmamıştı. Karısı*nın isteği üzerine bu bağış-olayına Hz. Peygamber'i şahit tutmak istedi, Peygamberimiz Beşîr'e "bütün çocuklarına bu şekilde bağışta bulundun mu?" diye sordu; "hayır" cevabını alınca "beni haksız bir davranışa şahit kılma" dedi; bir başka rivayette "bütün çocuklarının sana eşit derecede itaatli ve bağlı olmalarını ister misin?" diye sordu, "evet" cevabını alınca da "öyleyse olmaz" dedi.[84]
İmam Ebû Hanîfe, Mâlik ve Şafiî bu hadiste geçen yasaklamayı, kesin ve bağlayıcı bir yasaklama olarak değil, aile düzenini ve akrabalık bağlarını ko*rumak için yapılmış bir nasihat olarak anlamışlar ve "kişinin, çocuklarından birine mal bağışlamasının caiz olduğunu" söylemişlerdir. Mezkûr müctehidler bu yorumu yaparken Resûlullah'ın bu konuda bağlayıcı bir yasaklama*sının yaygın olarak bilinmediğini ve bir rivayette "başkasını şahit tut" de*diğini gözönüne almışlardır. Buna karşı Ahmed, Dâvûd, Süfyân gibi müc-tehidler hadiste geçen yasaklamayı bağlayıcı ve kesin olarak almışlardır.
Aynı çerçevede başka bir örnek, Fâtıma b. Kays ile ilgilidir. Bu hanımı kocası boşamışü, iddeti dolunca Peygamber Efendimiz'e gelerek kendisini, hem Muâviye'nin, hem de Ebû Cehm'in istediğini söyledi. Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Ebû Cehm eli değnekli bir adamdır. Muâviye b. Ebî Süfyân ise çok fakirdir, sen Usâme b. Zeyd ile evlen!" Fâtıma önce Üsâme'yi istememiş, fakat Resûlullah'ın isran üzerine onunla evlenmiş ve mutlu olmuştur.[85]
Bu hadis bir öğüt ve tavsiye olarak anlaşılmıştır; çünkü islâm'da bir kadının gerek fakir ve gerekse sert kimselerle evlenmesi yasak değildir.
9. Takva Ve Kemâl Eğitimi Vermek:
Eşsiz bir eğitimci olan Peygamberimiz'in bu sıfatla vâki davranışları daha çok ashaba yönelik olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde ashâb öğülmüş, İslâm'ın bu ilk ve büyük neslinin müstesna özellikleri dile getirilmiştir.
Peygamberimiz nasıl en kâmil örnek insan ve peygamber ise, ashabı da öyle kâmil ve örnek bir nesildir. Peygamberimiz bu nesli yetiştirirken, eğitirken onlann bu ö/elliklerini dikkate almış, onlara mahsus yükümlülükler getirmiş, vazifeler vermiştir. Bunların parlak bir örneği hicreti takip eden günlerde ya*şanmış, Peygamberimiz tarafından herbiri bir muhacire kardeş kılınan Ensâr (Medineli müslümanlar) onlarla herşeylerini paylaşmışlardır.
Sahabeden Berâ b. Azib rivayet ediyor: "Resûlullah (sav) bize yedi şeyi em*retti, yedi şeyi de yasakladı: Hasta ziyaretini, cenazeyi kabre kadar götürmeyi, aksırana 'Allah sana rahmet etsin' demeyi, yemin edenin yeminine riâyet et*meyi, haksızlığa uğrayanın elinden tutmayı, herkese selâm vermeyi ve davete katılmayı emretti. Altın yüzük takmayı, gümüş kap kullanmayı, kırmızı eyer yas*tığı kullanmayı,.kabartma çizgili ipek, kalın ipek, ince ipek ve genellikle ipek kul*lanmamızı yasakladı.[86]
Bu ondört maddenin bazılan farz, bazılan haram olmakla beraber, meselâ aksırana dua etmek farz değildir, kırmızı eyer yastığı kullanmak da haram değil*dir. Buna rağmen hepsinin bir arada zikredilmesi ashabı dünya ile fazla içli dışlı olmaktan alıkoymak, lüks ve refaha dalarak asıl maksattan uzaklaşmalarını ön*lemek içindi.
Sahabeden Râfi b. Hadîc'e amcası Zuhayr: "Resûlullah bizim için faydalı olan bir şeyi yasakladı" deyince Râfi: "Resûlullah ne demij ise o haktır, yerinde*dir" demiş ve ne olduğunu sormuştu, amcası anlattı: "Belli yerlerinden çıkan mahsul, yahut belli ölçekte ürün karşılığı kiraya veriyoruz" dedim. Efendimiz: "Öyle yapmayın, yi kendiniz ekin, ya ektirin, yahut da olduğu gibi tutun" bu*yurdu. Râfi amcasından bunu duyunca "emri başımın üstüne!" dedi. Müctehidlerin çoğu, Peygamberimiz'in bir sahâbi aileye yönelik bu emrini ümmetin tamamı için bağlayıcı saymamışlardır. Buharı de bu sebeple hadisi zikrettiği bö*lümün başlığında şöyle demiştir: "Ashabın aralarındaki yardımlaşmalar bölü*mü.[87]
Resûl-i Ekrem'in eşlerine, çocuk ve torunlarına karşı tutumunda, emir ve tavsiyelerinde bu "kemâl, takva ve örneklik" eğitiminin müstesna örnekle*ri vardır.
Canı gibi sevdiği kızı Fâtıma'nın kolunda gümüş bilezik gördüğü için evine girmemesi; yine Fâtıma'nın bir hizmetçi istemesi üzerine evine gelerek hem hizmetçi vermeyeceğini bildirmesi, hem de Allah'ı zikir şeklinde ek vazife*ler vermesi; hanımları, diğer kadınlar gibi giyinip kuşanmak, takıp takıştır*mak isteyince "Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: 'Eğer siz dünya hayatı*nı, zînet ve refahını istiyorsanız gelin -istediklerinizi- size verip güzellikle sizi boşayayım. (Yok) eğer Allah'ı, Resulü nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz Allah, içinizden iyi amel sahibi olanlarınıza büyük bir mükâfat hazırlamıştır [88] mealindeki âyetin gelmesi bu örneklerden yalnız birkaçıdır.
10. İnce Ve Yüce Gerçekleri Öğretmek:
İslâm, insanların iman ve düşüncelerine de yön vermekte, ışık tutmakta*dır, îman ve düşünce çerçevesine giren çok ince, zor ve yüce konular vardır. Bunları kavrama hususunda, sahabeden de olsa, kişiler aynı seviyede ola*mazlar, "insanın, Allah'ı anlayıp kavrayamayacağıni anlaması, anlamanın ta kendisidir" diyen Ebû Bekir ile "Allah nerede?" sorusunu göğü göstererek ce*vap veren, buna rağmen imanı geçerli sayılan bedevi kadının idrâki aynı se*viye de tutulamaz ve gerçekler bu iki farklı seviyeye aynı üslûb ile anlatılamaz.
Resûlullah (s.a.v) bir akşam üzeri Ebû Zerr'e Uhud Dağını göstererek şöyle demiştir: "Ey Ebû Zer! Şu dağ kadar altınım olsa, üç dinar hariç, hepsini -Allah yolunda- harcamaktan başka bir şey istemezdim.[89]
Peygamberimiz bu sözleri ile dünyaya, servet ve refaha bakışını dile ge*tirmiş, gönlüne hâkim olan asıl sevginin ne olduğuna işaret buyurmuştu; alı*koyduğu üç dinar da borçları ve zaruri ihtiyaçları içindi, Ebû Zerr bunu böyle anlayacağı yerde müslümamn zarurî ihtiyaçları dışında para ve servet sahibi olmasının, bunları dağıtmayrp elinde tutmasının -zekâtını verse dahi- caiz ol*madığı şeklinde anlamış, fakat diğer ashâb bu anlayışa katılmamışlardır.
11. Eğiterek Sakındırmak (Te'dib):
Bağlayıcı, farz ve zarurî olmadığı halde, iyi, güzel uygun olan davranış ve ibâdetleri teşvikte heyecanlı ve itici ifadeler kullanıldığı gibi, bunların zıddı söz konusu olduğu zaman da caydırıcı, alıkoyucu, engelleyici ifadeler kullanılmış*tır.
Eğitimde bu üslûb ve ifade hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müctehid, bı ifadelerden hangilerinin kesin olduğunu, hangilerinin böyle olmadığını diğeı delil ve karineleri değerlendirerek ayırmak mecburiyetindedir. Meselâ Pey*gamberimiz, namazı evlerinde kılıp cemâate gelmeyenler hakkında şöyle bu*yurmuşlardır:
"Hayatım elinde olana yemin olsun, içimden öyle geçiyor ki, em*redeyim odun toplansın, sonra söyleyeyim ezan okunsun, sonra birisi*ne emredeyim cemâate imam olsun, sonra ben onlardan ayrılıp evle*rinde kalan adamların yanlarına varayım ve onlar içeride iken evlerini yakayım. Allah'a yemin ederim kî onların her biri yağlı bir kemik, ya*hut iyisinden iki ayak (paça) bulacağını bilse hemen yatsı namazına gelirdi.[90]
Şüphe yok ki Allah Resulü, cemâate gelmeyenlerin evlerini yakacak de*ğildir, aynca "yağlı kemik..." gibi sözleri nadiren söylemektedir; burada mak*sat, cemâatle namazın önemini anlatma'k ve cemâate gelmeme âdetini ortadan kaldırmak, müslümanlar cemâat sevabından ve bereketinden istifade etmelerini sağlamaktır.
Peygamberimiz yine bu maksatla "şöyle şöyle yapmayan iman et*miş olmaz" ifadesini çeşitli konular için kullanmıştır.
Bunlardan birinde şöyle buyurur: "Vallahi iman etmiş olmaz, vallahi iman etmiş olmaz!" "Kim, yâ Resti lullah?" diye sorarlar, devam eder: "Komşusu, kötülüklerindi de olmayan kimse.[91]
Bu nevi kusurların kişiyi imandan çıkarmadığı kesin deliller ile bilin*mektedir; bu ifadenin yöneldiği maksat sakındırmak ve bu gibi davranışla*rın mü'minlere yakışmadığını etkili bir şekilde ortaya koymaktır.
12. Örneklik İle İlgisi Olmayan Tabiî, Beşerî Davranışları:
Peygamberimiz bir insan olduğu, her İnsanda bulunan normal vasıfları, ihtiyaç ve temayülleri bulunduğu için bunlara bağlı davranışlarda bulunması da tabiîdir.
Günah ve yasak çerçevesine girmemek 'şartıyla gerek dinî hayatında ve gerekse dünya işlerindi günlük hayatında bu kabil davranışlarda bu*lunmuş, ümmetini de bu konularda serbest bırakmıştır. Yeme, içme, yat*ma, yürüme, binme şekli, bu konulardaki zevk ve tercihi burada örnek olarak zikredilebilir. Tamamen müsbet ilmin, tekniğin ve teknolojinin konusu olan dünya işleri de böyledir; O'nun bu konulardaki sözleri şahsî görüş, zan ve tecrübesine dayanmaktadır, ümmeti için bağlayıcı değildir.
Bedir savaşında mevzilenme yeri ile ilgili görüşü ve tavsiye üzerine yer değiştirmesi, ağaçlarının tozlaştırıİması konusundaki reyi ve bunun sonucu ile ilgili örneklere daha önce yer verilmişti.
Namazda secdeye giderken Resûlullah (sav) genellikle önce dizlerini, sonra ellerini yere koymuş ve böyle yapılmasını buyurmuştur. [92]
Mâlik ve Evzâî gibi bazı müctehidlerin önce ellerin konması gerektiği şeklindeki görüşlerine, "Peygamberimiz yaşlandığı zaman, önce dizlerini ye*re koymakta güçlük çektiği için böyle yapmıştır, sünnet olan önce dizleri koymaktır" şeklinde cevap verilmiştir. İşte bu önce ellerin konması, ibâdet için de olsa, beşeriyet icabı bir davranıştır.
Peygamberimiz Veda Haccmda, Veda Tavafından önceki gün, Mekke ile Mina arasıdaki Abtah düzlüğünde konaklamış, burada öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmış, biraz istirahat etmiş, sabaha karşı halkı uyandırmış ve Veda Tavafı için Mekke'ye gelmiştir. Abdullah ibn Ömer bu düzlükte konak*lama, namaz ve istirahatı sünnet (tebliğ tasarrufu) olarak yorumlamış ve ömrü boyu buna riayet etmiştir. Hz. Âişe ise şöyle demektedir: "Bu konaklama sünnet değildir, Peygamberimiz buna halka kolaylık olsun burası müsait ol*duğu için rahatça toplanıp hazırlıklarını yaparak veda tavafına gidebilsinlerf. diye yapmıştır, isteyen burada konaklar, istemeyen konaklamaz.[93]
Sabah namazından sonra sağ yanı üzerine yatıp istirahat etmesi de aynı şekilde farklı değerlendirilmiş; bazıları bunu sünnet telakki ederken bazıları be*şerî, tabiî bir olay olarak yorumlamışlardır.
Hz. Meymûne'nin evinde Resûlullah'm (s.a.v) sofrasına kızartılmış çöl ke*leri konmuştu, yemek üzere elini uzattığı sırada bunun keler olduğunu söyledi*ler ve elini geri çekti, "bu haram mıdır?" diye sorulunca "hayır, fakat bu bizim memleketimizde yoktur, ondan hoşlanmıyorum" dedi. Hadisi rivayet eden Hâlid b. Velid diyor ki: "Bunun üzerine Resûlullah'm gözü önünde keleri önüme çekip yedim.[94]
Hâlid b. Velid'in bu davranışı, Hz. Peygamberin keleri yememesini bun*dan hoşlanmamasına, keler eti yemeye alışmadığı için bunu sevmemesine bağlamasına dayanmaktadır. Helal olan bir şeyi sevip sevmemek beşerî, tabiî bir zevk ve tercih meselesidir.
Buraya kadar Resûl-i Ekrem Efendimiz'in çeşitli sıfatlarla ortaya koyduğu, bağlayıcılık bakımından farklı hükümler ifade eden davranışlarını gördük.
Şüphe yok ki O'nun asıl vazifesi ve Allah tarafından eğitilerek insanlığa gönderilmesinin sebebi peygamberliktir, tebliğdir ve rehberliktir; bu sebeple de davranışlannm çoğu bu sıfatına dayanmaktadır.
Bunun en açık işareti de herkesin duyması için gayret sarfetmesi, herke*sin gözü önünde uygulaması, buna uygun üslûblâr kullanmasıdır. Ancak veri*len ve çoğaltılması mümkün bulunan örnekler O'nun başka sıfatlarla ve bağ*layıcı olmayan davranışlarda da bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu davranışlarının önemli işaretlerden biri herkesin duyması için gay*ret göstermemesi, uygulamada ısrar etmemesidir. Nitekim ebedî âleme in*tikalinden önceki hastalığında bazı tavsiyelerini yazmak üzere bir kâğıt istedi*ği zaman yanında bulunan sahabe konuyu tartışmış, bazıları "Allah'ın Kitabı'nın elde olduğunu, dinin tamamlandığının bildirildiğini, bu halinde Hz. Peygamber'i bunlarla rahatsız etme ve yormanın doğru olmayacağını" veri süre*rek kâğıt getirmeyelim demiş, bazılan İse getirmek istemişlerdi. Peygamberi*miz tartışmayı keserek vazgeçtiğini bildirdi.[95]
Eğer bu isteği bir tebliğ olsaydı, peygamberlik görevinin gereği bulun*saydı, "güneşi sağ eline, ay'ı da sol eline verseler yine bu isteğinden vazgeç*mezdi", ısrar eder ve vazifesini yerine getirirdi. [96]
YEDİ HADİS İMAMININ KISA BİYOGRAFİSİ
1. Bühârî: Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm ibnü'1-Mu-ğîre b. Berdizbeh (belde yönünden), el-Buhârî (ki bu nispet, Buhara şehrine'dir), el-Cu'fî (ki bu, azadhk nispetidir), ezberleme zirvesi, alimlerin imamı. H. 194/809 yılında doğdu, H. 256/870 yılında ise öldü.
2. Müslim: Ebu'I-Hüseyin Müslim ibnü'l-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî (kabilesine nispet yönünden) en-Nîsâbûrî (şehir yönünden). H. 204/819 yı*lında doğdu, H. 261/875 yılında öldü.
3. Ebû Dâvud: Süleyman ibnü'l-Eş'as b. İshâk b. Beşîr b. Şeddâd el-Ezdî (Yemen'deki bir kabileye nispet yönünden) es-Sicistânî (şehir yönün*den). H. 202/817 yılında doğdu, H. 275/888 yılında Basra'da öldü.
4. Tirmizî: Ebû îsâ Muhammed b. îsâ b. Sevre b. Mûsâ ibnu'd-Dah-hâk es-Sülemî (Benû Süleym kabilesine nispet yönünden) et-Tirmizî (belde' yönünden). H. 209/824 yılında doğdu, H. 279/892 yılında öldü.
5. Nesâî: Ebu Abdurrahman Ahmed b. Şuayb b. Alî b. Sinan b. Bahr en-Nesâî (Horasan şehirlerinden Nesâyâ nispet yönünden). H. 225/839 yı*lında doğdu, H. 303/915 yılında öldü.
6. İbn Mâce: Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd er-Rebe'î (ki bu, azadlıları olduğu Rebîa'ya nispettir), el-Kazvînî (Irak'ta meşhur bir şehir olan Kazvîn'e nispet yönünden). İbn Mâce el-Kazvînî adıyla meşhur oldu. H. 209/824 yılında doğdu, H. 273/886 yılında öldü.
7. İmam Ahmed B. Hanbel Eş-Şeybânî: Ehl-i Sünnet ve'l-ce-maâtin imamı. H. 164/780 yılında doğdu, H. 241/855 yılında öldü. [97]
Rahman ve Rahîm Allah'ın Adıyla
"Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm (her şeyi bilen) ve hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) olan ancak Sensin.[98]