Türk’ü söyler,
Dağlar taşlar Türk’ü söyler,
Gökte uçan telli turna,
Türkü okur, türkü söyler.
Ne güzelsin Ey Türkçe’m…
Anadilim, anamın dili.
Türkülerde beste beste canlanan, ağıtlarda inim inim inleyen sensin. Yâre dökülen yaş, düşmana atılan taş sensin.
İlk önce annemin dudaklarından dökülürken duydum seni. Kulağıma “yavrum” diye fısıldarken annem, orada tanıdım seni.
Sonra babam eğildi kulağıma, ismimi söyledi. Türkçe söyledi ismimi… Türk’çe…
Ben büyürken sen de büyüdün içimde. Öğrendim ki; öyle böyle bir dil değilsin. Bir zamanlar üç kıtaya nam salmış bir milletin damarlarında dolaşan asil kansın. Büyük Ata’nın söylediği senmişsin. Senin içindeymiş; kültürüm, geleneğim, törem, imânım. Her şeyim senmişsin.
Bir gün gelmiş, kahpenin tuzağına düşmüşüm. Seni benden uzaklaştırmak, beni senden koparmak için türlü türlü oyunlar oynamışlar. Aynı evde yaşayan iki yabancı gibi olmuşuz. Birbirini anlamayan ama birbiri olmadan da yaşayamayan iki yabancı gibi.
Sen bana ayrılık vakti geldiğinde “hoşçakal” demeyi öğretmişsin, ben “byeee” demişim; sen “tamam” demişsin, ben “okey” ; sen “sevgili” demişsin, “yâr” demişsin, “cânan” demişsin, ben “manita”…
Artık dedem beni anlamıyor, ben de O’nu. Korkuyorum, bir gün gelecek, ben de kendi torunlarımı anlayamayacağım diye; bir gün gelecek tarih kitaplarının tozlu sayfaları arasında sıkışıp kalacak, orada unutulacaksın diye.
Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyorum. İşte bu yüzden bu satırları birileri okusun, birileri bir şeylerin farkına varsın, birileri artık bir yerden başlasın diye; ben buradan yazmaya başlıyorum.
Türkçe’m, dünüm, bugünüm, geleceğim… Sevgiliye ilk sözüm, son yeminim…
Seninle döktüm içimi yine bu satırlara… Seninle açtım gözümü dünyaya, seninle öleceğim.
ONUR ATABEYOĞLU
Dağlar taşlar Türk’ü söyler,
Gökte uçan telli turna,
Türkü okur, türkü söyler.
Ne güzelsin Ey Türkçe’m…
Anadilim, anamın dili.
Türkülerde beste beste canlanan, ağıtlarda inim inim inleyen sensin. Yâre dökülen yaş, düşmana atılan taş sensin.
İlk önce annemin dudaklarından dökülürken duydum seni. Kulağıma “yavrum” diye fısıldarken annem, orada tanıdım seni.
Sonra babam eğildi kulağıma, ismimi söyledi. Türkçe söyledi ismimi… Türk’çe…
Ben büyürken sen de büyüdün içimde. Öğrendim ki; öyle böyle bir dil değilsin. Bir zamanlar üç kıtaya nam salmış bir milletin damarlarında dolaşan asil kansın. Büyük Ata’nın söylediği senmişsin. Senin içindeymiş; kültürüm, geleneğim, törem, imânım. Her şeyim senmişsin.
Bir gün gelmiş, kahpenin tuzağına düşmüşüm. Seni benden uzaklaştırmak, beni senden koparmak için türlü türlü oyunlar oynamışlar. Aynı evde yaşayan iki yabancı gibi olmuşuz. Birbirini anlamayan ama birbiri olmadan da yaşayamayan iki yabancı gibi.
Sen bana ayrılık vakti geldiğinde “hoşçakal” demeyi öğretmişsin, ben “byeee” demişim; sen “tamam” demişsin, ben “okey” ; sen “sevgili” demişsin, “yâr” demişsin, “cânan” demişsin, ben “manita”…
Artık dedem beni anlamıyor, ben de O’nu. Korkuyorum, bir gün gelecek, ben de kendi torunlarımı anlayamayacağım diye; bir gün gelecek tarih kitaplarının tozlu sayfaları arasında sıkışıp kalacak, orada unutulacaksın diye.
Bir şeyler yapmam gerektiğini biliyorum. İşte bu yüzden bu satırları birileri okusun, birileri bir şeylerin farkına varsın, birileri artık bir yerden başlasın diye; ben buradan yazmaya başlıyorum.
Türkçe’m, dünüm, bugünüm, geleceğim… Sevgiliye ilk sözüm, son yeminim…
Seninle döktüm içimi yine bu satırlara… Seninle açtım gözümü dünyaya, seninle öleceğim.
ONUR ATABEYOĞLU