Risale-i Nur Makaleleri

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Sebeb-i Hilkat-i Âlem: Hakîkat-i Muhammediye (a.s.m.)

İnsanlar içinde en mükemmel kabiliyetlerle donatılan ve Cenab-ı Hakk’a ubudiyetiyle en mükemmel manada
uzay.jpg
kabiliyetlerini inkişaf ettiren Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâmdır ki, ubudiyeti onu (a.s.m.) mi’raca çıkarmıştır. Bütün hayatı ibadet olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetine tabi olma derecesinde, dolayısıyla onun açtığı ubudiyet yolunda mesafe kat’etmek derecesinde esma-i İlahîyeye mazhar oluruz.

Mi’raç ile Cenab-ı Hakk, Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) mülk ve melekûtunda gezdirmekle bütün esma-i hüsnasının menbaını göstererek ders verir. Resul-i Ekrem (a.s.m.) hem en kâmil manada Cenab-ı Hakk’ı cemal, kemal, isim ve sıfatlarıyla sena etsin, hem de en mükemmel bir tarzda ders versin ki, insanlar da en güzel şekilde Cenab-ı Hakk’a hamd etsin. Bu vechile Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasını en azami mertebede okuyup, okuttursun ve esma-i hüsnasına en mükemmel manada mazhar olmakla ayine olsun. Başka insanların da esma-i İlahîyeye ayine olmaları için Kur’an ile ders vererek mazhar olmalarına vesile olsun.
Bütün kâinattaki mevcudatta tecelli eden esma-i hüsnaya en azami derecede bütün mertebeleriyle Resul-i Ekrem (a.s.m.) mazhar olmaktadır. Bu mazhariyet de Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) mi’raca çıkarılmasıyla olmaktadır. Bu da, bütün kâinattaki mevcudatta tecelli eden isimler ile bütün mevcutta intişar eden muhabbetin bütün envaını bir noktada, bir aynada görmek içindir. Cenab-ı Hak, mi’rac ile Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) bütün esmasına mazhar etmekle, kâinattaki mevcudatta intişar eden enva-ı muhabbetini bir noktada, bir aynada görmektedir.
Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) mi’rac ile bütün esma-i İlahiyeye mazhar olmasının ikinci sebebi, Cenab-ı Hakk’ın bütün mevcudâtta tecelli eden esma-i İlahiye ile görünen enva-i cemâlini Ehadiyet sırrıyla göstermek içindir. Zât-ı Ahmediye’de (a.s.m.) bütün esmayı en azami derecede göstererek, başkasına da sirayet ettirmek için onu (a.s.m.) Kur’an-ı Kerim ile ders vermekle vazifelendirmektedir.
Ehadiyet sırrı gereği Resul-i Ekrem (a.s.m.) en azami derecede bütün esma-i İlahîyeye mazhar olmaktadır. Eğer bütün esma-i İlahîyeye en azami derecede mazhar olmasaydı, en azami derecede ayine olamazdı. Eğer en azami derecede ayine olmasaydı, o hâlet-i kudsiyeyi başkalarına sirayet ettirmek için en mükemmel derecede ders veremezdi. En kâmil manada o kudsi hâleti sirayet ettirmek için ders vermeseydi, insanlar layıkıyla Cenab-ı Hakk’ı tanıyamayacaktı. Bu da hikmete ters bir durum olurdu. Demek hikmet, en azami bir derecede Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) bütün İlahî isimlere mazhar olmasını gerektirmektedir.
Hem Resul-i Ekrem (a.s.m.) en azami derecede bütün İlahî isimlere mazhar olmasaydı, en azami derecede esma-i İlahiye bilinemeyecekti. En azami derecede esma-i İlahiye bilinemediği zaman, esma-i İlahinin ifade ettiği bütün o ulvî manalar gizli kalacaktı. Bu da hikmete ters olurdu ve kâinatın yaratılış sebebi tam manasıyla anlaşılmamış olacaktı ki, kâinat boşuna yaratılmış olacaktı. Esma-i İlahiye ile her bir harfinde binler mana yazılı olan bu mu’cize kâinat kitabının manaları, hakikatleri bilinmemekle, anlamsız bir kitap olurdu.
İşârâtü’l-İ’câz’da, hikmetin beni âdeme sorduğu, “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Reisiniz kimdir?” Suallerine hikmetin cevap vermesinin sırrı da bu manaya bakmaktadır.

Demek, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) en kâmil manada o esma-i İlahîyeyi okuyup, okutturması için en azami derecede İlahî isimlere mazhar olması gerekir. Böylelikle en mükemmel manada kâinat kitabının ifade ettiği manaları anlayıp, anlatmakla kâinat kitabı anlamsız bir kitap olmamış olur.
Bin bir esması bütün kâinatta hadsiz derecede tecelli eden Cenab-ı Hak, bütün kâinattaki sanatını sever. Bütün kâinattaki sanat eserlerinde güzel isimleri tecelli ettiği için onlarda cemalini, kemâlini görür.
Cemâl ve kemâl bizzat sevildiğinden, Cenab-ı Hakk kendi cemâl ve kemâlini bir noktada, bir aynada görmek ve Ehadiyet sırrıyla göstermek için, Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) bütün esmasına en azami mertebede mazhar etmek ister ve esmasına mazhar eder.
Eğer Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâmı yaratmasaydı, kâinatı da yaratmazdı. Çünkü Zat-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâm ile bütün kâinat tam manasıyla hakikî anlamını bulmaktadır.
“Sen olmasaydın(yâ Muhammed), sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” mealindeki hadîs-i kudsînin sırrının da bu manaları ifade ettiği kanaatindeyim.

Sahabelerin mertebesine yetişilememesinin sırrı da bundandır. Bütün esma-i İlahiyeye mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmdan ders aldıkları için, en kâmil manada aldıkları derse uygun en mükemmel bir şekilde İslamiyeti hayatlarına yansıtmışlar ve Din-i Mübin’e hizmet etmişler.
Hem sahabelerin savaş meydanlarında Hazret-i Muhammed (a.s.m.) için hayatlarını feda etmelerinin sırrı da budur. Gerçek manada Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmı tanımışlar. Bütün kâinatın onun (a.s.m.) yüzü suyu hürmetine yaratıldığını, o (a.s.m.) olmasaydı hiçbir şeyin olmayacağını bildikleri için onu(a.s.m.) kendi nefislerinden de daha çok seviyorlardı.
Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmı her şeyden daha çok seviyorlardı. Onun için Resulüllah (a.s.m.) ile muhatap olurken, “Anam babam sana feda olsun yâ Resulallah!” diyorlardı. Bu ifade sadece hürmet anlamında söylenen bir söz değildi. Zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile ilgili sözü edilen hadis-i kudsinin sırrından, dolayısıyla Habibullah olmasından dolayı o mükemmel ifadeyi bütün zerrat-ı vücudiyeleri ile söylüyorlardı. Bu ifade hürmetten öte muhabbetin çok yüksek mertebesinden ileri geliyordu.
Cenab-ı Hakk, meleklerin melekût âleminde müşahede ettiği esmanın tecellisinin menbaını Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) göstermekle beraber, huzuruna celb edip rü’yet-i cemaline müşerref etmekle, eşrefi mahlûkat olduğu, sebebi hilkati âlem olduğunu göstermiş. Mi’racın meleklere gösterilmiş büyük bir mu’cize oluşu da bu manalara matuftur.
Kâinatın zerreleri ve esma-i İlahîyenin tecellileri adedince Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâma salât ü selâm olsun. Rabbim kendi Zâtına ve Habibine (a.s.m.) layık muhabbeti kalbimize yerleştirsin ve kâmil manada Habibullah’ın (a.s.m.) sünnetine tabi olmayı nasip etsin. Bizi Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın şefaatine mazhar eylesin. Âmin.

İrfan TURAN
risaleokul.com
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
İyi Tarafı İle Kötü Tarafını Birbirine Karıştırdığımız ENANİYET

Biz de kendi fikirlerimizin doğruluğuna “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” olduğumuzu söyleyerek, Risale-i Nur’dan kendimizi haklı göstermek için deliller getirmekle kalmayıp, başkalarının kusurlarını dile getirmeye çalışırız.
Peki “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” isek, diğer Nur Talebeleri, nurculuğun dairesi içinde sınır çizgide mi duruyor? Yoksa biz sahip olduğumuz bu hükümle, kendimizi o iddia ettiğimiz dairenin sınırına mı itmiş oluyoruz?


Risale-i Nur Talebelerinin hususiyetleri içinde en mühim olanının enaniyetten uzak durmak olduğunu düşünüyorum. Bana göre, Üstadın en çok elde etmemizi istediği ihlâsın en temel vesilesinin enaniyetten uzak durmak gerektiğini vurgulamasıdır. Enaniyetin pek çok yansımaları olduğunu da nazarlara vermekte Üstad Hazretleri… Bunlardan, teveccüh-ü nâs ile ilgili olarak bize yaptığı uyarıları, en çok dikkatimi çekenidir. Bunun dışında hubb-u cah, şan ve şöhret arzusu gibi enaniyetin tezahür ettiği hususlara da dikkatimizi celb etmektedir.
Hazret-i Üstad, teveccüh-ü nâsın, şirk-i hafi tabir edilen riyakârlığa kapı açtığını dikkatli nazarlara arz etmektedir. Bunun da ihlâsı zedelediğini belirtmektedir.
Yirminci Lem’a’da ise teveccüh-ü nâsı talep etmenin kabir azabını netice verdiğini söylemektedir.
Bir buz parçası hükmündeki enaniyeti, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi hükmünde olan havuza atıp eritmediğimiz takdirde, o havuzu yani, şahs-ı manevinin sevabını da kaybedebileceğimizi dikkatlerimize sunmakta Üstad Hazretleri.
Hatta bu asrın enaniyet asrı olduğunu üç vecihle nazara veriyor.
Bunlardan birincisinin ilmi enaniyet, ikincisinin gafletten gelen enaniyet, üçüncüsünün ise dünyevilikten gelen enaniyet olduğunu söylemektedir.

Birincisi olarak ilimden gelen enaniyet için özellikle dalaletten gelen ilmi enaniyeti nazara veriyor. Dalaletten gelen enaniyet için eskiden dalaletin cehaletten geldiğini, bu asırda ise fen ve felsefeden geldiğini, fen ve felsefeden gelen dalaletin izalesinin kolay olmadığını söylerken, çok önemli bir vurgu yapıyor Üstad. Öylelerin yani, fen ve felsefeden gelen dalaletin içinde olanların “bilmiyorlar, kendilerini biliyorlar zannettiklerini” söylemekle bence onların enaniyetlerine vurgu yapmakta, enaniyetlerinden dolayı kendi cehaletlerini göremediklerini nazara vermektedir ki, bunu destekleyen bir diğer ifade ise, tabiat risalesinde “mesleklerinin iç yüzünü göremediklerini” söylemekle de buna dikkatleri çekmektedir. Kendi mesleklerinde taassup gösterdiklerini de bildirmiş oluyor. Zaten geçmişte bütün dünyaya İslamiyetin yayılmamasının sebepleri arasında da gayri müslimlerin dinlerine körü körüne olan bağlılıkları olarak onlardaki taassup olduğunu ifade etmiyor mu?.. Hatta dalaletin o kadar şiddetli manevi ızdıraplarına karşı, neden küfür ehlinin küfürde kaldıklarını, hidayete gelmediklerini de söylerken, “hidayete gelmenin irade ile olduğunu, Cenab-ı Hakk’ın kimseyi zorla hidayete erdirmeyeceğini” dikkatlere sunarken de kendi mesleklerindeki mütemerridane inadı da başka yerde vurgulamakla, onlardaki cehaletin enaniyetlerinden gelen şiddetli bir inattan kaynaklandığını, söylemek istediğini düşünüyorum.
Bütün bunları söylemekteki kastım, daha önceki asırlardaki dalalet ehlinin dalalette kalmalarının en mühim sebeplerinden biri olan taassup ve inattan gelen cehaletin sonuç verdiği enaniyet ile Din-i Mübine uzak durmalarıdır. Bu asırda ise, fen ve felsefeden gelen bilgi, enaniyeti doğurduğundan, bunlar bu enaniyet ile “bilmedikleri halde, kendilerini biliyor zannediyorlar.”
İkinci olarak, bu asrın enaniyet asrı oluşunun gafletten geldiğini belirtmesiydi. Zevk-ü sefa o kadar yaygınlaşmış ki, gaflet de o derecede kalınlaştığı için, enaniyet ön plana çıkıyor.

Bu asrın enaniyet asrı olmasının bir diğer sebebi olarak dünyevileşme ise, “bu asrın bir özelliği olarak bile bile dünyayı âhirete tercih etme” hastalığını âyet-i kerime ile ifade ettikten sonra, dindarların da bu hastalığa tutulduğunu, hatta mesture hanımların da bu yolda olduğunu ve gelenek, görenek ve tiryakilikle bu hastalığın ortaya çıktığını söylerken, en can alıcı nokta olarak tiryakiliği nazara vermesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, o hastalığın tiryakilik boyutuna çıktığını söylemesi, çok derinden düşünülmesi gereken bir husustur. Başka yerlerde ise, eskiden dört şeye muhtaç olan insanların medeniyetin fantaziyeleri ile yüz şeye muhtaç olduğunu söylemesi” ve “israf ile karşılamakta çaresiz kalınan ihtiyaçların hırsı netice verdiğini” söylemesinden, dünyevileşmenin enaniyeti doğurduğunu anlıyoruz.
Üstad Hazretleri bu gibi ikazlarla bu asrı enaniyet asrı olarak nazara verirken, bu hususa dair çok mühim bir uyarı yapıyor. Bu enaniyet asrında, enaniyeti tamamen terk etmekle, verilen dersin ve yapılan hizmetlerin tesirli olabileceğini şiddetle dile getiriyor. Peki, neden enaniyeti terk etmemiz lazım? Enaniyeti terk etmeliyiz ki, o enaniyetlilerin enaniyeti devreye girmesin; enaniyetleri devreye girmesin ki, doğrudan doğruya hakikati görebilsinler. O hakikatlere mest olsunlar. Hatta kabul etmeseler dahi, enaniyetleri devreye girmediği için teslim oluyorlar. Teslim olmasalar bile, enaniyetle söylenmeyen o derslere, o hakikatlere karşı söyledikleri sözler veya yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları mukabeleler mağlup olup, hiçbir anlam ifade etmiyor.
İşte bu sırrın tesirini gösteren en büyük nokta da bence veya benim anladığım kadarıyla şudur: Maddi makamlardan başka, manevi makamları da terk etmekle o enaniyetin tamamen terk edilmesiyle, o dersler veya hakikatler dile gelerek mukavemetsiz bir tesir icra etmektedirler. “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur”derken de, Üstadın bu hususlara atıf yaptığını düşünüyorum.
Peki, neden enaniyet duygusu insana verilmiş?

İnsanın “ene” duygusu ile mevhum yani, farazi bir malikiyet ile Cenab-ı Hakk’ın mutlak malikiyetini anlayabildiğini ifade etmekte Üstad Hazretleri. Nasıl ki, “Bu evi ben yaptım.” Farazi olarak “Bu ev benimdir.” Bu kâinat sarayını da malikü-l mülk olan Hâlık-ı kâinat yaratmış, yapmış. Hâlık-ı kâinatın yarattığı o sarayın küçücük bir bölmesi olan Dünya da O’nundur. O dünyanın içindeki farazi malikiyet ile sahip olduğum evim ve ben O’nun mülküyüz ve memluküyüz. Demek birinci olarak Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını anlamak ve idrak etmek için “ene” bir kıyas görevi görmektedir.
Enaniyet duygusunun verilmesinin sebeplerinden birisi de, iman ve Kur’an’a hizmet etmek içindir. Çünkü, Üstad Hizmet Rehberi’nde enaniyete girmemek için uyarırken, şöyle istisnai bir durumu da “yalnız” diyerek, “herkesin Risale-i Nur’a olan ihtiyacını, Risale-i Nur’daki hakikatlerin ehemmiyetini ve neşrini yapmak için yüksek hasletler ve tavırlar takınmanın riya ve enaniyet olmadığını söylemektedir. Hatta bir yerde Eski Said’in enaniyetli olanlara bir parça enaniyetini göstermesini söylemesi de bu sırdan olsa gerek. Eğer iman ve Kur’an hakikatlerini bu sır ile sahiplenme duygusu anlamında “ene” olmazsa, o vakit bu hizmetler için insanda bir hizmet etme arzusu olmaz. O halde, enaniyet olmasın diye dini hizmetlerden geri durmak da nefsin veya şeytanın bir desisesidir.
Bence bu meselede Eski Said’i bu yönüyle nazara vermedeki asıl sebep: Eski Said’in siyasi ve içtimaî hayata doğrudan müdahale etmesinden dolayı, dine hizmetin ulviyetini ilan etmenin gereği olarak yüksek tavırlar takınmasıydı. Aslında o yüksek tavırlar enaniyet olmuyor da, dinin ulviyetini nazarlara sunmak oluyor. Ondandır ki Eski Said, dini siyasete alet etmemiş, siyaseti dine alet etmiş. Oysa Üçüncü Said döneminde ise, ara sıra bir iki gün Adnan Menderes’in hatırı için bakmış. Bakarken de yönlendirmelerde bulunmuş. Uyarılar yapmış. Bu ince nokta ile doğrudan bazı içtimaî ve siyasi meselelerde Eski Said devreye girmekte, ancak uyarı ve yönlendirmelerde ise, Üçüncü Said devreye girmektedir. Bu da Üstadın, Risale-i Nur ile iman ve Kur’an’a hizmetin önüne hiçbir şeyin geçmemesi gerektiğine dair pek çok ikazları ile sabit olduğu üzere, Yeni Said olarak her daim Risale-i Nur ile öncelikli olarak çalışmak gerektiğini nazara vermesidir.
Enenin müspet olan bu iki yönü ile hem itikadda hem de amelde istikamet ile hareket edilmiş olur.
Demek bu ene duygusunu bu müspet manasıyla kanalize etmek lazım. Onun içindir ki Üstad Hazretleri herkeste az çok enaniyet olduğunu söylerken hassas dengeye de çeşitli vesilelerle dikkatleri çekmektedir.
Şimdi de bizde olabilecek menfi anlamdaki sinsi bir enaniyete gelelim… Üstad Hazretleri İhlâs Risalesi’nde” akıl, kalp ve ruhunuzu ittiham etmem, Risale-i Nur’un verdiği derse binaen itimad ediyorum” derken, müthiş bir uyarıda bulunuyor. “Nefis, his ve heva bazen aldatıyorlar.” demektedir. Demek biz akıl, kalp ve ruhumuz ile garanti enaniyete düşmediğimizi düşünürken, farkında olmadan bazen nefis, his ve heva bizi o tehlikeye atabilir. Hatta attığı halde o tehlikede olmadığımızı düşünebiliriz. Çünkü, biz akıl, kalp ve ruhumuzla o enaniyeti kabul etmediğimizi düşünürüz. Ama his, heva ve nefsimizi kontrol etmediğimiz için o tehlikenin içinde olduğumuzu fark etmeyebiliriz.
Üstad hazretlerinin Mesnevi-i Nuriye’de nefsin zıtları birbirinden tevlid ettiğini söylemesi de bu hususu tefsir etmektedir. Nasıl ki, cemaat muhabbetini cemaatçilikle, meslek ve meşrep muhabbetini taassupla, müspet cemaat milliyetini cemaat ırkçılığıyla karıştırdığımız gibi…
Üstad Hazretleri, herkesin kendi meslek ve meşrebinin en güzel olduğunu ifade etme hakkı olduğunu söylerken, herkesin kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmesi gerektiğini önemle vurgulamaktadır. Bu noktada başkalarının eksikleri ile uğraşmama uyarısı yaptığı halde, biz başkalarının eksiklerini söylemekle kendi mesleğimizin muhabbetiyle hareket ettiğimizi zannediyoruz. Hatta “Birileri yanlış yaptığında biz onların yanlışlarını söylemeyecek miyiz?” diyerek de kendi haklılığımızı ispat etmeye çalışırız. Oysa kendi doğrularımızı söylemekle de kendi haklılığımızı ispat edebiliriz.
Hatta “ümmetin ihtilafının rahmet cihetinin birbirinin aleyhinde bulunmamakla rahmet olduğunu dikkatlerimize sunan Üstad’ın bu uyarısını da nazarlardan adeta uzak tutuyoruz. Başkalarının kusurları üzerine haklılığımızı dile getirmeye çalışmakla, o hadis-i şerifin rahmet dairesi dışına çıkma tehlikesi ile de karşı karşıya kalmış oluruz. Nasıl ki, ırkçılık başkasını yutmakla beslenir. Bizler de başkasının kusurlarıyla beslenmekle cemaat ırkçılığı yapmamalıyız.
Bütün bunlarla beraber başkalarının kusurlarıyla fani olmakla, “Şimdi bizden ayrılanların hizmet-i Kur’aniyeye zarar verdiğini, dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek hükmünde olduğunu” söylerken daha da esef verici olanı da, cadde-i Kübra-i Kur’aniyede olduğumuzu iddia ederiz. Üstadın bütün vazifelerini en kâmil manada bizim deruhte ettiğimizi ifade veya ima ederken, diğer nur talebelerinin az bir hizmet ettiğini de dolayısıyla vurgulamış oluyoruz. Hatta mutezile imamlarının bahr-i umman gibi ulemalar oldukları halde, dalalete girmelerinin sebebi, aklı esas alıp, vahyi kendi aklî hükümlerini yorumlamak için kullanmalarından kaynaklandığını söyleyen Üstadın, onların mübtedi birer mü’min derecesinde yani, İslâmın veya imanın dairesi içinde, ama sınır çizgide olduklarını vurgulaması benim çok dikkatimi çekmektedir. Hâlbuki o mutezile imamlarının, bir iki imam değil ve sıradan imamlar olmayıp bahri umman gibi bir ilme sahip olduklarını nazara vermektedir.
Biz de kendi fikirlerimizin doğruluğuna “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” olduğumuzu söyleyerek, Risale-i Nur’dan kendimizi haklı göstermek için deliller getirmekle kalmayıp, başkalarının kusurlarını dile getirmeye çalışırız. Peki “cadde-i kübra-i Kur’an’iyede” isek, diğer Nur Talebeleri, nurculuğun dairesi içinde sınır çizgide mi duruyor? Yoksa biz sahip olduğumuz bu hükümle, kendimizi o iddia ettiğimiz dairenin sınırına mı itmiş oluyoruz?
Üstad’ın ifade ettiği mehdinin ikinci ve üçüncü vazifesi için gerekli olan yüzbinler orduları veya milyonları da hiçe saymış olmuyor muyuz?
Hatta ittihad-ı İslam için gerekli olan ihtilaftaki rahmete de zıt hareket etmekle, acaba ittihad-ı İslâmı geciktirmeye sebep mesuliyetimiz de ortaya çıkmış olmuyor mu?..
Eğer enaniyetimizi cemaat ırkçılığı, cemaatçilik, meslek ve meşrep taassubu ile ortaya koyarsak, enaniyetimizi kötüye kanalize etmiş oluruz. Eğer enaniyetimizi müspet cemaat milliyeti, cemaatimizin hizmetleriyle cemaat muhabbeti ve mesleğimizin, meşrebimizin güzellikleri ile meslek ve meşrep muhabbeti noktasında kanalize edersek enaniyetimizi iyi yönde kullanmış oluruz.
Rabbim bizleri cemaat ırkçılığından, cemaatçilikten, meslek ve meşrep taassubundan muhafaza edip, enaniyeti İlahî sıfatları anlamaya dönük ve iman, Kur’an hizmetinde hadim olma noktasında hizmete sahiplenmek için çok ehemmiyetli bir vazife ile tavzif edilmiş fertler olduğu bilinciyle hareket eden kişilerden eylesin. Bu enaniyet asrında tamamen enaniyetini terk ederek tam manasıyla iman ve Kur’an hizmetinde Rabbimin istihdam ettiği kullarından eylesin. Amin.
İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Ali Ulvi KURUCU, Üstad’ın hayatındaki iktisadın istiğnanın tefsiri olduğunu ve bu iki hasleti lâzımla melzum olarak ifade etmektedir.
Birbirini gerektiren iki kavram olduğu, birbirisiz olması mümkün değildir. Çünkü, iktisad etmeyen namerde muhtaç olur. Namerde muhtaç olan istiğna etmez. Dolayısıyla gelen hediye, zekât ve sadakaları almak mecburiyetinde bilir kendini. İnsanlardan istiğna düsturunu rehber etmek istese de ifa edemez. Bu durumda ehl-i dünyanın ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer ettiği ittihamını fiilen yalanlamak mümkün olmayacaktır.
İşte bu durumda iktisadın insanlardan istiğnayı netice verdiğini, iktisad eden kişinin istiğna düsturuna riayet edebildiğini görmekteyiz. Bu da bize iktisadın istiğnayı nasıl tefsir ettiğini göstermektedir.

İktisad düsturuna riayet etmeyenlerin, âyet-i kerimede “ücretini sadece Allah’tan bekleyen” Peygamberler Aleyhimüsselâmı rehber etmeleri de mümkün olmayacaktır. Çünkü, iktisad etmeyenin elindeki malı mülkü, ona yetmeyecektir. Yetmediği gibi gözü daha başka mallarda olmakla elindeki ile yetinmeyip kanaat da etmeyecektir. O zaman da dine hizmet karşılığında insanlardan zekât, sadaka ve hediye gibi ücretleri bekleyecektir. Dine hizmet karşılığında ücreti Allah’tan bekleme yerine, insanlardan ücret bekleme olacaktır.
İnsanlardan istiğna etmeyen manevi olarak da “ücreti Allah’tan bekleme” yerine, insanlardan ücret bekleyecektir. Manevi olarak şan ü şeref perdesi altında insanların teveccühünü istemekle insanlardan ücret beklenmiş olur. Teveccüh-ü nâsın da şirk-i hafi tabir edilen riyakârlığa kapı açtığını ifade etmektedir Üstad Hazretleri. Bir de teveccüh-ü nâsın kabir azabı gibi nahoş bir sonuç verdiğini de belirtmektedir. Dine hizmet veya ilimi iletme karşılığında istenen teveccüh-ü nâs, ücreti Allah’tan değil de insanlardan bekleme oluyor.
Üstad kendisindeki merdümgrizlik hastalığının bu teveccüh-ü nası engelleyen bir nimet olduğunu söylemektedir. Kendisindeki bu hastalığın insanlardan uzak durmak olduğunu, dünyaya ait meselelerde insanlarla sohbet etmenin, konuşmanın kendisini huzursuz ve hasta ettiğini söylemektedir. Ama âhirete yönelik ve Risale-i Nur’a ait hizmetlerle ilgili görüşmelerin kendisini mutlu ettiğini belirtmektedir. Çünkü onun âleminde tamamen dine hizmet asası gaye-i hayali olduğu için başka maksatlar veya vaziyetler ona eziyet vermektedir. Hatta ona veli bir zât nazarıyla bakıp ziyaretine gelen ve dünya işlerinin rast gitmesi ile ilgili ondan dua bekleyen insanlar için, ben mi divane olmuşum yoksa bu insanlar mı divane olmuş diye garipsediği bir durumu, hakikatte dine hizmet yolunda her bir anını geçirmenin dünya kadar mühim olduğundan hareketle, o insanlar gibi divane olmamayı tercih ediyor.
İşte bu hakikat gereği teveccüh-ü nâsı istemiyor. Öldürücü zehir gibi ondan kaçıyor. Dine hizmetin karşılığında teveccüh-ü nâsı beklemek değil, ücretini Allah’tan beklemekle, Peygamberler Aleyhimüsselâmı rehber ediniyor.

Talebelerinin Üstad isterse, cinlerin ve ruhanilerin kendisine yardım edeceğini düşünerek, hizmette gevşeklik göstermelerine karşılık, dine hizmetin karşılığı olarak ruhanilerden gelecek hediyeleri dahi ihlâs sırrının gereği olarak kabul etmemek gerektiğini belirtmektedir. Çünkü Üstad, dine hizmetin karşılığını veya ücretini sadece ve sadece Allah’tan beklemektedir. Onun için ruhanilerden ve cinlerden gelen hediyeler, yardımlar veya ikramları değil de sadece Allah’tan gelen ikramları ve inayetleri birer nimet olarak alıp ve izhar etmekle, o nimetlere ve ikramlara karşı şükrü eda etmektedir.
Ondandır ki bu zamanda dine hizmetin tam layıkıyla yapılabilmesi için, manevi makam dahi verilse, lüzum olsa terk etmek gerektiğini söylemektedir. Eğer o cinlerden veya ruhanilerden gelen hediyeler ve ikramlar veya kerametler –ki insanları irşat için veya manevi zevk için istenen harika hallerdir kerametler- kabul edilse, ücreti sadece Allah’tan beklememe şeklinde nefse bir hisse verilmiş olur ki, verilen dersler tam tesirli olmuyor. Karşıdaki de kendi nefsine hisse çıkartır ve der: “Bu harika haller hakikatten değil, o zâtın özel durumundan hâsıl oluyor.” Ama eğer ruhanilerden ve cinlerden gelen hediyeleri, ikramları kabul etmeyip sadece Allah’tan gelen inayetler ve ikramlar, verilen nimetlere şükür olarak kabul edilse, nefse hiçbir hisse verilmediği için, ücret yalnızca Allah’tan olduğu ve nefis tam olarak o hakikatlere teslim olduğu için, karşıdakiler de kendi nefislerine hiçbir hisse çıkartmayıp, kendilerine hakikatın ta kendisi sunulduğunu anlayıp ve hissedip teslim olur. Ki bu asır benlik ve enaniyet asrı olduğunu ve tamamen enaniyetin terk edilmesiyle tam manasıyla dine hizmet edilebileceğini belirtmekte Üstad Hazretleri. Zaten süfyanın enaniyet ve kibirden dolayı o alçak derekeyi tercih ettiği risalelerin satır aralarında değinilmektedir. İblis de o kibirden dolayı Hazreti Âdem’e (a.s.) secde etmemiş. İblis, süfyan ve deccal ile onlara tabi olanlarda enaniyet ve kibir ön planda olduğu için, enaniyet ve kibri tamamen terk etmekle bu zamanda dine hizmet tam layıkıyla yapılabilir. Tamamen enaniyetin terk edilmesi ise, az önce zikredildiği gibi, insanın kendisine manevi makamlar dahi verilse, lüzum olsa o makamları terk etmekle olur. Yani masiva denilen Allah dışındaki hiç kimseden dini hizmetin karşılığında ücret beklememekle beraber, gelen ücretleri de kabul etmemekle olur. Mehdi meselesi de bu minval üzere düşünülebilir…
Üstadın sarığına ilişmek isteyen kişi ile ilgili olsa gerek, “Allah’tan belasını bulmasını” isteyerek beddua etmekte ve “keramet şeklinde olmaması” için de dua etmektedir. İstiğna ve ihlâs sırrı gereği olarak“keramet şeklinde olmamasını” istiyor.

Demek ki istiğna ve ihlâs sırrı gereği olarak -bu gibi çok nadir ve çok özel durumlar hariç- beddua dahi etmemektedir. Çünkü ücretini sadece ve sadece Allah’tan beklemekte, sadece ve sadece Allah’a tevekkül etmektedir. Dördüncü Şua’daki tevekkül bahsinin ihlâs ve istiğna ile ilgili münasebetini de şimdilik oraya havale ediyorum.
Bütün bunlar hakiki ihlâsın sırrıdır.
Kendisini beğenmediğini ve kendisini beğenenleri de beğenmediğinin sırrı, yukarıda zikredildiği üzere “ücretini sadece Allah’tan beklemesi” olduğunu düşünüyorum.
Üstad Hazretlerinin manevi anlamdaki istiğnasının bu olduğu kanaatindeyim.
Bu manasıyla dünya adına gelen insanlardan istiğna etmek; bir nimet olarak merdümgirizlik hastalığıyla insanlarla temastan müteessir olmak; kendisini beğenmemek; kendisini beğenenleri de beğenmemek ve ücretini sadece ve sadece Allah’tan beklemekle, Üstad Hazretlerinin manevi olarak istiğnanın ne derece yüksek bir mertebesinde olduğunu anlıyoruz. İhlâs sırrı olarak ortaya çıktığını söylediği Risale-i Nur’un bu kadar çok insanlara tesir etmesinin ve ıslah vazifesi görmesinin sırrını da anlıyor veya hissediyoruz.
İşte bu manevi istiğna, manevi iktisadı da gerektiriyor. Biribirine lazım ve melzum oluyor. Yani zihin, ilim, düşünce, vakit ve hissiyatını dahi iktisat düsturuna göre kullanıyor ki, o manevi istiğnayı yapıyor veya o istiğnayı yapıyor ki bu manevi iktisadı da yapabiliyor.
O zaman masivadan istiğna edebilmek, lazım; lazım olan istiğna da iktisadı gerektirdiği ve bu yönüyle de iktisad melzumdur. İstiğna lâzım, iktisad melzumdur. Yani istiğna gerekli, gerekli olan istiğna da iktisadı gerektiriyor.
Bu meseleyle ilgili Risale-i Nur’dan bir parçayı buraya almak istiyorum. Bunu okumanın çok anlamlı olacağını düşünüyorum. Anlatmakta aciz kaldığım meramımı daha iyi ifade etmiş olabileceğimi düşünerek aşağıya Üstad’ın şu mektubunu aldım.
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Şimdi bir halimi size beyan etmek lâzım geliyor; tâ başka sebebler sizi müteessir etmesin. O hal de şudur:
Bu yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin bir hastalık bana ârız olmuş. Zâten eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki; ona merdümgirizlik yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak… Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi -fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla- ruhum kaldırmıyor. Hattâ dostane bakmaktan cidden müteessir oluyorum. Bu ehemmiyetli halde insanların bana karşı zulüm ve cinayetleri bir vesile olduğu gibi; inayet-i İlahiye ve kaderin adaleti ve hizmet-i imaniyedeki ihlasın muhafazası en ehemmiyetli bir sebebdir ki; hem zulm-ü cinayet-i beşeriyeyi hiçe indiriyor; hem bu hastalığı tam bana sevdiriyor, sabır ve tahammül verir. Nasılki insanlar evham yüzünden beni temastan men’ ede ede a’sabıma dokundurdular; inayet-i İlahiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ihlası kırmamak ve tasannukârane hodfüruşluk vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenlerin karşısında beni tekellüflere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’andan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatlarını bana mal etmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenab-ı Erhamürrâhimîn bana bu hastalığı vermiştir.
Emirdağ Lahikası-1 ( 61 )
Bu yazımda geçen ruhaniler, cinler ve diğer meselelerin bu konuyla ilgili olan hususları da Risale-i Nur’un ilgili kısımlarına havale ediyorum. Özellikle “Konuşan Yalnız Hakikattir” ve “Üstad’ın verdiği son ders” ile ilgili mektubu bu konuda çok önemlidir.

İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
İnsanın anne rahminde belli yapıya getirilmesinden sonra, ruhu yaratılıyor. Hiç yokken yaratılıyor. Ruha harici bir
tabiat-300x249.jpg
vücut giydiriliyor. Hayat sahibi ve şuur sahibi olarak yaratılıyor. İnsanın ruhu hiçbir sebebe verilemediği ve sonradan yaratıldığı gibi, hayvanların ruhu da hiçbir sebebe verilemez ve sonradan yaratılmaktadır.
İnsanın ruhu emirden gelen bir kanundur. İnsanın ruhu hayat ve şuur sahibidir. Ama hayvanların ruhu şuur sahibi değildir. İnsanın ruhundaki şuur başından indirilse, hayvanlardaki gibi hayat sahibi kanun hükmünde bir ruh olur. İnsanın dışındaki bütün hayat sahibi hayvanların ruhları veya cansız varlıklardaki kanunlar şuursuzdur.
Demek insan dışındaki ruh hükmünde olan kanunlar şuursuzdur. İnsandaki kanun olarak insandaki ruh dâhil, kanun hükmündeki bütün hayvanların ruhu ve atomdan yıldızlara, galaksilere kadarki cansız varlıklardaki kanunların hepsi yaratılmıştır. Yani kanundur, kudret değildir. Bu kanunlar kendileri var olmamıştır. Onları var eden var. Onları var eden veya yaratan, kudret sahibi bir Zât var.
Bu kanunların icatta da hiçbir tesirleri yoktur. Her şeyden önce bir şeyi var etme ilim, irade ve kudrete bağlıdır. Bu kanunlar içinde ilim, irade ve şuur sahibi sadece insan var. Onun da ilim, irade ve şuuru cüz’idir. O ilim, irade ve şuuru da kendisinin değildir. Ona verilmiştir. Çünkü insan kendi kendisinin sahibi değildir. Her istediğini yapamıyor. İstediği her şeye sahip olamıyor. Demek kendi malı değildir. Temellük edemez. Sahiplenemez. Ona emaneten verilmiştir.
İnsan kendi fiilinin halıkı da değildir. Bir tek fiili olarak yeme fiilinde, sadece çiğnemeyi yapmakta, hatta o çiğneme dahi ona ait değil. Çünkü o ağız ve ağızdaki organ, organeller, hatta o işte vazife gören zerreleri dahi kendisi çalıştırmıyor. Sadece çiğneme isteği ona aittir. O istediği halde Cenab-ı Hakk irade etmeden o çiğnemeyi dahi gerçekleştiremez. İnsan şuuruyla sadece bir şeyler yapma dileğinde bulunmaktadır.
Demek kâinattaki kanunlar içinde sadece kanun olarak insandaki ruh şuur sahibidir. İnsan, şuuruyla irade ettiği her şeyi yapamadığı gibi, yapabildiği şeylerin de binde biri bile ona ait değildir.

İnsanın her istediğini yapamaması, yapabildiği şeylerin de binde biri bile kendisine ait olmaması, insanın ruhunun emirden gelen bir kanun olduğunu gösterir. Nasıl ki, bir ordunun kazanılmış zaferi savaş kanununa verilemez. O zaferin kazanılması, askerlere emirler vererek o savaş kanunu işleten bir kumandana bağlı olması gibi; şuur sahibi insanın şuuruyla her istediğini yapamaması veya yapabildiği şeylerde de binde bir bile tesirinin olamaması, bir kanun olarak o ruhun da emirden gelen bir kanun olduğunu gösterir. Bir kanun hükmünde olan insan ruhu şuurlu olduğu halde kendi başına değil. Emir altındadır. İnsan bir şeyin olmasını diledikten sonra, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesine bağlı olarak “Ol!” emriyle o şey oluverir. Demek o savaş kanunu kumandanın emrine bağlı olduğu gibi, insanın fiilleri de Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle “Ol!” emrine bağlıdır.
İnsanın şuuruyla yaptığı filleri “Ol!” emrine bağlı olduğu gibi, kanun hükmündeki şuur sahibi ruhunun yaratılması da “Ol!” emriyle oluvermiş, emirden gelen bir kanundur. Çünkü insan kendi fiillerinin sahibi olmadığı gibi, kendi ruhunun da sahibi değildir. İnsan anne rahminde iken ruhu yaratılıyor. Ruha beden geçirilmekle harici bir vücut giydiriliyor.
Kanun hükmündeki insanın ruhu şuur sahibi olduğu halde, “Ol!” emrine bağlı olarak bir şeyler yapabildiği ve “Ol!” emriyle yaratıldığına göre, kanun hükmündeki bütün hayvanların ruhları ve zerreden yıldızlara, galaksilere, tüm kâinata kadar olan cansız mahlûkattaki kanunlar da “Ol!” emriyle işlemekte ve “Ol!” emriyle yaratılmışlardır.
İnsan, kanun hükmündeki kendi ruhunun şuur ile hareket ettiğini anlamakla, kanun hükmündeki hayvanların ruhu ve cansız varlıklardaki kanunların da şuur ile hareket ettirildiğini anlıyor. Kanun hükmündeki hayvanların ruhlarından her birine bir meleğin ilham etmesi ile o hayvan şuurlu bir şekilde hareket ettirilmektedir. Üstad hazretleri, “Emir ve izn-i İlahi ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile, umum hayvanatın, melaikeden bir çobanı, bir nazırı olduğu” ve “bir günlük arı yavrusunun, havada bir günlük mesafeye gidip, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla dönüp, yuvasına girdiğini.” söylemektedir. Bu melekler İlahi emir, İlahi izin ve Rabbani kuvvet ile o çobanlık görevini görmektedirler. Üstad, İşaratül İ’caz adlı eserinde gök gürültüsü ve şimşeğin meydana gelmesini anlatırken, cansız varlıklardaki kanunların da meleklerin gördüğü vazifelerle olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, Ra’d ve Berk melekleridirler.” Demek kanun hükmündeki hayvanların ruhu ve cansız varlıklardaki kanunların şuurlu işleyişi, meleklerin gördüğü vazifelerle olmaktadır.
Sadece, kanun hükmündeki insanın ruhu şuur sahibidir. O şuur sahibi ruhun da kendisine ait olmadığı, ona emaneten verildiği halde; kanun hükmündeki bütün hayvanların ruhları ve zerreden yıldızlara, galaksilere, tüm kâinata kadar olan cansız mahlûkattaki kanunlar şuur sahibi olmamakla beraber, nasıl oluyor da bir şeyin icadı onlara verilebilir?
Görünmeyen gaybî bir el tarafından bu kanunlar yaratılmakta ve işletilmektedir.

Demek cansız, şuursuz ve kör tabiata icad cihetinde tesir vermek, imkânsızlık içinde hadsiz imkânsızlıktır.

Kâinatta cari olan kanunları Cenab-ı Hakk dilediği zaman değiştirir. Peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler bunun en büyük delilleridir. Ateş, “yakma” kanuna tabi olduğu halde, “Ey ateş serin ve selametli ol!” emrine tam imtisal ederek yakmıyor, serin ve selametli oluyor. Ağaçlar yerlerinde durup “hareket etmeme ve konuşmama” kanuna tabi oldukları halde, Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın yanına gelip, onun peygamberliğine şahadet getirerek konuşmaktalar. Cenab-ı Hakk dağ, taş Ay, Güneş, ceylan, deve gibi mahlûkattaki kanunları da Resul- Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın mu’cizeleriyle değiştirmektedir. Demek Cenab-ı Hakk, dilediği zaman bütün kâinattaki kanunları da değiştirir. Kıyameti kopartıp, Âhiret suretinde yeniden yaratır.
Sadece mu’cizeler değil, başka başka şekillerde de Halık-ı kâinat istediği zaman kâinata koydu âdetullah kanunlarını değiştirmektedir. Güneş’in hareketlerini Halık-ı kâinat belli bir kanuna tabi kıldığı için, bir yıl öncesinden nerede ne zaman doğup, ne zaman batacağı bilinebiliyor, hesaplanabiliyor. Ama yağmurun ne zaman yağdırılacağını belli bir kanuna bağlı kılmadığı için, bir yıl öncesinden, hatta bir ay öncesinden bile bilinemiyor, hesaplanamıyor. Yağmur hiçten yağdırılıyor. Onun için yağmura rahmet namı verilmiş. Rahmet oluşunun tezahürü olarak ormanlık alana daha çok yağmur yağdırılmaktadır. Çünkü ormanlık alanda daha çok hayvanlar, hayvancıklar ve bitkiler hayat sürmektedirler. Ormanlık alanda yağmura daha çok ihtiyaç olduğu için Rabbimiz oralara daha çok yağdırıyor. Kaldı ki kâinattaki bütün şartlar veya kanunlar yerinde duruyorken ve değişmezken, bazı yerlere bazı seneler çok yağmur yağdırılıyor, bazı seneler az yağmur yağdırılıyor. Demek Halık-ı kâinat isterse bir kanuna bağlı olarak, isterse hiçbir kanuna bağlı olmaksızın da istediği şeyleri yaratır.
Bu sebepler ve kanunlar tenteneli birer perdedirler. Bu perdeyi Rabbimiz bazen kaldıracak şekilde bize bazı mu’cizeler göstermektedir. Gerek Peygamberler Aleyhümüsselamın gösterdikleri mu’cizeler; gerekse bazı meyve ağaçları bir sene meyve verdikleri halde, bütün şartlar mevcut olmasına rağmen diğer sene hiç meyve vermemeleri; yağmurun nereye ne zaman ne kadar yağdırılacağı; simaların farklılığı gibi âyetler akla kapı açtıkları halde, kimileri aklını kullanarak o tenteneli perdeleri kaldırıp hakikati görmesine rağmen, kimileri de aklını kullanmamakla, adeta kendilerine nimet olarak verilen akıl ve iradelerini yanlış yerlerde kullanarak kendi nefislerine zulüm etmektedirler.
Hem şüzuzat denilen mevcut kanunların dışındaki az önce zikredilen bu hadiseler, Halık-ı kâinatın fail-i muhtar olduğunu gösterir. İstediği şeyi dilediği şekilde yaratacağını gösterir. Bir de insan kendi iradesinin cüz’i olduğunu anlamakla, kâinattaki tüm mahlûkata hükmeden külli bir iradenin varlığını da anlamaktadır.
Hem o kanunlar düzen itibariyle, düzen koyucuyu göstermekle Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat etmekle beraber, düzendeki birlik de O’nun bir olduğunu göstermektedir. Çünkü karmakarışıklık yok. Birlik var. Haşa! Birden fazla ilah olsaydı, bu düzen, dolayısıyla bu birlik olmazdı. Demek kâinattaki cari kanunların sonucunda ortaya çıkan düzen, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ispat etmektedir.
Bütün ilmi gelişmeler bu kanunlara bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kanunlar olmasaydı hiçbir ilim dalı olmazdı. İnsanlar neye göre hayatlarına lazım olan şeyleri tedarik etmeye çalışacaklarını da bilemezlerdi. Çünkü insanlar bu âdetullah kanunlarına göre hayatlarını düzen içinde sürdürmektedirler. Aksi takdirde neyi ne zaman yapacaklarını, neye göre nasıl davranacaklarını bilemezlerdi. İnsanlar cari olan âdetullah kanunlarına göre ekinlerini ekmek, giyinmek, hastalıklara karşı tedavi olmak, gemileri yüzdürmek, faydalı yiyeceklerle beslenmek vs. gibi durumlarda ne zaman ne yapacağına, neye göre nasıl davranacağına karar vermektedirler.
Hem sebepler ve kâinatta işleyen(cari) kanunlar, Rabbimizin hikmet gereği koyduğu kanunlardır. Her şeyin birden meydana gelmesi ise, kudret diyarı olan âhirette olacak. Hikmet diyarı olan dünyada imtihan gereği bu kanunların ve sebeplerin olması gerekir.
Demek hikmet gereği bu kanunların olması gerekir. Kanun koyucu olan Zât-ı Zülcelâl de sonsuz hikmeti ile bu âdetullah kanunlarını kâinata koymuştur.
Rabb-ül Âlemînin kâinatta koyduğu kanunlar, O’nun rububiyetini gösterir. O kanunlarla her bir şeyi terbiye etmektedir. Emir ve yasaklarıyla insanları belli kanunlar dâhilinde terbiye ettiği ve o emirlerle yasaklara uyan insanlar en faziletli, en terbiyeli insanlar olduğu gibi; kâinatta koyduğu kanunlarla da hadsiz faydalı sonuçlar verecek şekilde hikmetli işleyişlerle de bütün mahlûkatı terbiye etmektedir.
Bütün bunlar akıl gözüne göründüğü halde, akıl ve iradesini bu tenteneli perdeleri kaldırmaya yönelik kullanmayanlar, kendi yaptıklarından sorumludur.
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Üstad Hazretleri, çocukların Risale-i Nur’un fıtri talebeleri olduğunu ifade etmektedir. Peki, bunu
images2.jpeg
nasıl anlamalıyız.

Fıtratlarının Risale-i Nur’u anlamada hiçbir yabanilik yaşamaması, ruhlarını telezzüz etmesi, kalplerini mesrur etmesi, hissiyatlarını okşaması, latiflerini zevklendirmesi ve akıllarına feyizler verip tevahhuş ettirmemesi gösterir ki, onlar Risale-i Nur’un fıtri talebeleridirler.
Risale-i Nur’un bir özelliği, tam bir sadakatle ona yönelenlerin akıl, kalp ve ruhlarına feyizler saçmasıdır. Çocuklar ön yargısız ve tam bir teslimiyetle okudukları ve yazdıkları için, Risale-i Nur onlara feyizler bahşetmektedir. Buna delil, “Risaleleri yazan çocukların mekteplerdeki her türlü eğlence ve oyuncakların fevkinde Risale-i Nur’a teveccühleridir.”
Bir diğer husus da masum ruhlarında meydana getirdiği tesirdir. Masum oldukları için akıl ve kalplerinde hiçbir şüphe onları etkilemediğinden, hakikatin ta kendisi olan risaleler, o bulanık olamayan, saf ve temiz ruh, akıl ve kalplerinde derin tesir edip, kuvvetli imanı husule getiriyor. İman hakikatlerindeki güzellikler ve lezzetler büyük bir şevk ile onları risalelere incizap etmektedir.
Risalelerdeki akıcılık bütün okuyanları mest ettiriyor. Bunda büyük, ihtiyar, genç, çocuk farkı yoktur. Kur’an ‘ı Kerimi ilk okumada zorlanan insan, rahat ve serbest okumaya başladığı zaman, okudukça Kur’an’ı okumaktan aldığı zevk ve lezzet artmaktadır. Kur’an’ın mu’cize oluşunun kırk veçhesinden bir veçhesi de budur. Bu mana risalelerde keramet şeklinde tezahür etmektedir. Risaleleri ilk başlarda okuyan zorlanmaktadır. Okudukça rahat ve güzel okumaya başlayanlar, küçük olsun, büyük olsun hiçbir fark olmaksızın okudukça okuma zevk ve lezzeti artmakta, usanma olmamaktadır. Okumadaki bu akıcılık, Risale-i Nur’un bir kerametidir.
Ben kendim bir çocuğun ( 8-9 yaşlarında) elinde Küçük Sözler’i gördüm:

-“Sen bu kitabı anlıyor musun?” dedim.
-“Evet, anlıyorum.” dedi.
Belki mana olarak derinlemesine anlamıyor, ama kendisine yetecek kadar anlıyor veya kendisine yetecek kadar hissesini alıyor.
Bir başka çocuk da (8-9 yaşlarında) bana, “Ben bu risaleleri hep okuyorum. Ben çoğunu anlıyorum.”dedi. Bu da gösteriyor ki, risaleler akılları tevahhuş ettirmiyor. Bir Profesör dersini aldığı gibi, bir çocuk de aynı meseleyi okuyup kendine yetecek kadar dersini alıyor. Ben kendim de 13-14 yaşlarında iken belli bir okuma seviyesinden sonra –düzgün okumadan sonra- şevk ve lezzet alarak okuyordum. Emirdağ Lahikası 131. sahifesinde, yedi yaşında bir çocuğun Altıncı Şuâyı yazması ve Üstad’a mektup yazması ve Risale-i Nur’da geçtiği üzere, risaleleri yazan diğer çocuklar bu meselemize en büyük delillerdir.
Peki, risaleleri nasıl okutalım ki, bu zevk ve lezzeti çocuklara hissettirelim:


  1. Risalelerdeki vecizeleri ezberleterek risalenin diline ve üslubuna aşinalık kazandırabiliriz. Ama kesinlikle zorlamayalım. Gerekirse bir görev olarak değil farkına varmadan ezberletelim. Bir büyüğüne ezberini okutup, hissiyatını okşayarak bu ezberlemeye heveslendirebiliriz.
    [*]Her şeyden önce günlük Kur’an ve risale okumalarını beş veya on dakika olarak belli bir program dâhilinde yaparak, risalelerin diline ve üslubuna aşinalık kazandırabiliriz. Çocuklar için cep boy Küçük Sözler’den ilk sekiz söz bu sitemizde renkli ve resimli bir şekilde çıktısı alınıp cazip bir şekilde okutulabileceği kanaatindeyim. Ne zamandan beridir böyle bir çalışma yapmak gerektiğini düşünüyordum. Kendi çocuğum için böyle bir çalışma yapmak niyetindeydim. Çocukların Risale-i Nur’un fıtri bir talebesi olduğu dikkatimi çekti. Bu niyetimi gerçekleştirmem gerektiği kanaatine vardım.
    [*]Ama bu tarz bir çalışmanın toplu halde çocuklara yapılmasının daha büyük bir şevk ve heyecanı meydana getireceğini düşünüyorum. Hatta bir iki paragraflık bir yeri beş altı dakika okutup, oradan sorular sorarak daha çok verim almak veya çeşitli etkinliklerle zevkli bir çalışma yapılabileceğini düşünüyorum.
    [*]Uygulamadığım halde bunları yazmamın nedeni, bir dua hükmüne geçmesi niyetiyledir. Gerçi bir nebze uyguluyorum. …

İrfan Turan
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
İman bir intisaptır. Kul ile Halık arasında bir bağdır. O bağ ve intisap
kur-an-i-kerim-300x238.jpg
derecesinde insanın kıymeti ortaya çıkar. Nasıl ki antika bir eşya kaba demirciler çarşısına götürülse, beş kuruşluk bir fiyatla satılır. Ama antikacılar çarşısına gidilse, bir milyon fiyatla değer bulur. İşte her bir insan Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanat eseridir.
İnsanın Allah’a olan bağlılığı oranında kıymeti olur. Cenab-ı Hakk’a olan bağlılık da şeriat dairesinde ve Sünnet-i Seniyeye ittiba oranında olur. Ne derecede Sünnet-i Seniyeye, dolayısıyla şerii hükümlere riayet edilse, o derecede Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâm hatıra gelir. O hatıra Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâma uymayı emreden Cenab-ı Hakk’ı hatıra getirir. Bu da gafleti dağıtır. Sürekli Allah’ın huzurunda olduğunu bilmeyi netice verir. Her hareketinde, her işinde, her tavrında Sünnet-i Seniyeyi rehber eden, Esma-i İlahîyeyi kendi üstünde gösterir, okutturur.
Altıncı Sözde belirtildiği gibi, Malik-i Hakikî namına kullanıldığı zaman, “Her bir aza ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar. Akıl, tılsımlı bir kâinat anahtarı olur. Dil, kütüphane-i İlâhinin mütefennin bir nazırı olur. Göz, hazine-i hassa-i rahmet nazırı olur.” Çünkü o zaman Esma-i İlahîyeyi okur ve okutturur.

Hazret-i âdem Aleyhisselâm bütün İlahî isimlere öz itibariyle mazhar olmuş. Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ise, bütün Esma-i İlahîyeye ve ism-i a’zama en a’zami dercede mazhar olmuş. Dolayısıyla, Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâma uymak derecesinde Esma-i İlahîyeyi kendi üstümüzde tecellisine mazhar oluruz. Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâma uymak demek, sadece nafile olan sünnetleri yapmak değildir. Çünkü sünnetin üç kısmı vardır. Birinci kısmı, farzlardır. İkinci kısmı, nafile ibadetlerdir. Üçüncü kısmı ise, beşer olarak yeme, içme, yatma vs. âdât-ı hasenesidir. Sünnet-i Seniyeye uymakla İlahî isimlere mazhar olan insan, Cenab-ı Hakk’a olan bağlılığını göstermiş olur.
Cenab-ı Hakk’a olan intisap da imanın derecesi oranında olur. İnsanın imanı ne derece kuvvetli olsa, o derecede Sünnet-i Seniyeye ittiba eder. İman da taklidî ve tahkikî olmak üzere iki çeşittir. Taklidî iman, zayıftır. Bazen bir şüpheye karşı bile mağlup olur. Tahkikî iman ise, kuvvetli imandır. Bu tahkikî imanın da mertebeleri vardır. ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyekîn olmak üzere üç mertebesi vardır. Tahkikî imanın birinci mertebesi olan ilmelyekîn mertebesinde olan bir mü’min, yüz binler şüphelere karşı dayanır. Aynelyekîn mertebesinde olan bir mü’mine, şüpheler ordusu hücum etse bir halt edemezler. Hakkalyekîn mertebesi ise, hiçbir şekilde o imanın selbedilemeyeceği mertebedir.
İşte bu tahkikî imanın mertebelerine çıkan milyonlar vardır. “Eğer perde-i gayb açılsa, yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve sayıları yüz bini bulan sahabe, sahabelere tabi olan tabiin ve tabiine tabi olan milyonlar, milyonlar evliya ve yüz binler asfiya bu tahkikî iman mertebelerindedirler. Bu tahkiki imanın yansıması olarak Sünnet-i Seniyeye ittiba etmekle Esma-i İlahîyenin tecellisini göstermişlerdir. Hak ve hakikat namına en cesur, en kahraman, en adil, en izzetli onlar olmuş. Muhabbet namına en merhametli, en kerem ve ihsan sahibi, en faziletli insanlar onlar olmuş. Dürüstlük adına en mert, en sadık onlar olmuş. Hâsılı kelam en çok Sünnet-i Seniyeye onlar uyarak, en mükemmel sıfatlara haiz olmakla Esma-i İlahîyenin tecellisine mükemmel bir şekilde mazhar olmuşlar.
Demek insanın kıymeti Cenab-ı Hakk’a bağlılığı oranında, o bağlılık da Zât-ı Âhmediye Aleyhisselâtü Vesselâma tabi olma derecesinde, o tabi olama da imanın kuvveti nisbetinde olur. İnsan, imanın kuvveti derecesinde Sünnet-i Seniyeye uyduğu oranda Esma-i İlahîyeyi kendi üstünde tecelli ettirir, okutturur.
İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Üstad hazretleri Emirdağ Lahikası I. Kısım 51. sahifesinde, “On dokuz sene bu
bedi%C3%BCzzaman-said-nursi-300x210.jpg
gurbette yalnız iki yüz banknot ile şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare” ettiğini belirtmektedir. Sekiz sahife sonrasında ise, “iki günde beş kuruşluk ekmeğin kendisine kâfi geldiğini” ifade etmektedir.
Buradan şunu anlıyoruz:

Eğer o beş kuruşluk ekmek, bir ekmek fiyatı ise, iki yüz banknot da iki yüz lira ise –ki her iki ifadeden o anlaşılmaktadır-, şöyle bir hesap ortaya çıkmaktadır:
10 tane 5 kuruş: 10 x 5 = 50 Kuruş eder.
20 tane 5 kuruş: 20 x 5 = 100 Kuruş = 1 Lira eder.
O halde, on dokuz senede harcadığı 200 Lira = 200 x 100 = 20 000 Kuruş eder.
20 000 Kuruşu 19 yıla bölersek: 20 000 / 19 = 1052.631579 Kuruş bir yıllık harcamadır.
Eğer bir yıllık harcamayı 1053 Kuruş kabul etsek: 1053 / 365 = 2.884 Kuruş eder.
Bu durumda 2.884 Kuruşu 3 Kuruş olarak kabul etsek: Bir ekmek fiyatı 5 Kuruş olduğuna göre, günde bir ekmeğin 3/5’ i kadar harcama yapmış.
Şimdiki parayla hesaplarsak:

Şimdi bir ekmek 1 Lira olduğuna göre: 1 Liranın 3/5’i = 60 Kuruştur.
Bir günlük harcaması şimdiki parayla 60 Kuruştur. O halde:
Bir yıllık harcaması: 365 x 60 = 21900 Kuruştur.
21900 Kuruşu Liraya çevirirsek: 21900 / 100 = 219 Lira şimdiki bir yıllık harcamasıdır.
İşte bu hesapla Üstad’ın hayatındaki, “On dokuz sene boyunca gurbette şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini nasıl idare” ettiği anlaşıyor.

Üstad hazretleri, “iki günde beş kuruşluk ekmeğin kendisine kâfi geldiğini” belirttiği o mektupta, “O bedbahtlar, iktisadın harikulade bereketini bilmiyorlar.” diyerek bu meselenin sırrını da açıklamaktadır. İktisadın bu derecede, kendisi için bereket sebebi olduğunu söylemek mecburiyetinde kalıyor.
Çünkü o mektupta belirtildiğine göre, “onun geçimi için her gün iki buçuk banknot, hem yeni bir ev – üstelik mobilyası ile beraber isteyeceği tarzda- yaptırmak için emir gelmiş.”
Eğer bu teklifi reddetse, özellikle onun lehinde çalışan insanlar gücenecekler. Aleyhinde olanlar ise, ‘Bu adam başka yerden iaşe ediliyor.’ Diyecekler diye, zikredilen meseleyi talebeleriyle istişare ediyor.
O teklif edilen paranın bir aylık tutarı: 2.5 x 30 = 75 Banknottur (Lira).
Bir yıllık tutarı ise: 75 x 12 = 900 Banknottur (Lira)
Bir de on dokuz yıllık tutara bakalım: 900 x 19 = 17100 Banknottur.
Şimdi de yıllık ve on dokuz yıllık harcamasını, teklif edilen parayla, o günkü paraya göre karşılaştıralım:

O günkü paraya göre bir yıllık harcaması: 200 / 19 = 10.5 Banknottur.
Bir yıllık teklif edilen para 900 Banknot, bir yıllık harcadığı para ise, sadece 10.5 Banknottur.
On dokuz yıllık teklif edilen para 17100 Banknot, on dokuz yıllık harcadığı para ise, sadece ve sadece 200 Banknottur.
Teklif edilen o parayı ve o evi reddetme gerekçelerini de söz konusu mektuba havale ediyorum.
Bu mektubun yazıldığı tarih: Emirdağ Lahika Mektuplarının Birinci Kısmı: 15 Haziran 1944’ten 1947’nin sonlarına kadarki zaman diliminde yazıldığına göre, bu iki mektup da o tarihlerde yazılmış.

İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
İnsan, ibadetiyle kâinattaki mahlûkatın ibadetini görür veya hisseder. İbadet
dua-eden-adam-300x226.jpg
etmeyen insan mahlûkatın ibadetini görmez ve göremez. Nasıl ki yemediğimiz bir meyvenin tadını bilemeyiz. Ne kadar anlatılsa da onun tadını anlayamayız. İşte kâmil insanlar da manevi makamlarda sürekli mertebe katetmişler. Şeyh Abdulkadir-i Geylani Hazretleri doksan sene hep manevi ilerleme kaydetmiş. Bu manevi mertebeleri çıkmadaki en büyük sır, dua ve ibadetlerindeki dua ve ibadet tarzlarıdadır.
Onlar yaptıkları dua ve ibadet tarzları ile sürekli manevi feyizler ala ala nurlu feyizlere gark olmuşlardır. O kâmil insanlar dua ve ibadetleri külli bir niyet ile yapmışlar. İç âlemlerindeki nur, maddi âlemlerini de nurlandırmış. “Ettahiyyatü lillah” demekle bütün hayat sahiplerinin hayatları ile Cenab-ı Hakk’a hediye ettikleri ibadetleri kendi adlarına Zat-ı Zülcelale takdim etmeyi niyet ederek namazlarını eda ediyorlar. Bu şekilde namaz kılarak elde ettikleri manevi feyizleri tefeyyüz ede ede nurani bir hal alıyorlar. Böylelikle her an kendilerini Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bilip, öyle yaşıyorlar.
Dualarında kâinatın zerrelerini tesbih yapıp öyle dua ediyorlar. Kendi yaratılışını görmekle Halık isminin tecellisini müşahade ettikleri gibi, bu külli ibadet ve duaları ile de bütün kâinattaki zikirleri görüp hissederek bütün kâinatın Halıkı ünvanıyla Hallakiyet sıfatının daire-i tecellisini görüp hissediyorlar. Bu tecelliyi sadece görüp okumuyorlar. Bizzat kendi nefisleri ile beraber bütün kâinatın daima tecdidini ve yaratılışını ibadet ve dualarının içinde manevi feyizlerle tefeyyüz ediyorlar. Ondadır ki dualarında, “kâinatın zerreleri, kâinattaki terkipler, melaikelerin ibadetleri, İlâhî mübarek kelimeler – ki denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa Rabbimizin kelimelerini yazsalar bitiremezler-, Kur’an’ı Kerimin manaları, arşının ağırlığınca, Zâtına lâyık şekilde” diyerek, adeta o sayıda dua etmişler gibi dua ediyorlar.
Hem makbul bir dua olan salâvat için bu zikredilen sayıda duaları yaptıklarında, Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın muhabbeti ile cûş u huruşa gelen o kâmil insanlar, muhabbetullah zevk-i ruhanîsiyle en safi lezzetlerle dolup taşıyorlar. Çünkü salâvat duası kabul olur.
Bu kâmil insanlar dua ve namazlarında, “Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım isteriz.” demekle, bütün halkın ibadetlerini ve yardım istemelerini kendi namına Ma’bu-u Zülcelâl’e takdim ederek, namaz kılmadaki nuranî feyizlerle yaptıkları ibadetlerin ne kadar çok manevi aşk ve şevki husule getirdiğini ancak yaşayanlar hisseder. O kâmil insanların binler, yüz binler, hatta milyonlar insanlara rehberlik etmeleriyle bunun yansımalarını göstermişler. Sahabeler ise, din-i mübini bütün dünyaya hâkim kılmakla en mükemmel derecede bunu göstermişler.
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” Hadis-i şerifi şu sırra işaret eder:

İnsan, namaz ve dualarında bütün zikredilen niyetlerle samimi bir şekilde o dua ve ibadetleri Cenab-ı Hakk’a takdim ettiğinde, Cenab-ı Hakk gelecekte neyin nasıl olacağını bildiği için, o azamette dua ve ibadeti yapmış gibi kabul eder. Cenabı Hakk, kâinat azametinde ve o dua ile o ibadetlerdeki manalar kadar ulvi feyizlere o kâmil insanları gark eder.
O kâmil insanlar bu manalarla dua ve ibadet etmeyi Zât-ı Ahmediyedan (a.s.m.) öğreniyorlar. Ondandır ki bütün kâinat Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) risaletine şehadet ettikleri gibi, Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın kıldığı namaza da iştirak edip namaz kılıyorlar, duasına âmin diyorlar.
İnsanın halife-i ruy-i zemin oluşunun bir sırrı da bu dua ve ibadet tarzı ile anlaşılmaktadır.
İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Her insan bu dünyada bir yolcudur. Bu yolculuk hayat yolculuğudur. Bu yolculukta da sorumlulukları vardır. Çünküher istediğini yapamamaktadır. Umumi şartlar dâhilinde hayatını sürdürmektedir. Başıboş değil. En basitinden yemek yerken dahi, yeme filini gerçekleştirme mecburiyetindedir. Demek ki, mes’ul olduğu vazifeleri ifa etmek mecburiyetindedir. Bu mes’uliyet, hayatın her alanında insanın nazarına ilişmektedir. Zaten akıl da bu yükümlülüğün vasıtasıdır.
İnsana belli bir yaşa kadar mühlet verilmiştir. Sorumluluklarını öğrenip hayatına yansıtması için. Bu vecibelerini adet haline getirmesi için kendisine verilen süreyi en iyi şekilde değerlendirmesi gerekir. Aksi takdirde elden çıkan ademe gider.

Belli bir yaşa kadarki verilen mühlet bittiği noktada hayat yolculuğu ikileşmektedir. Yolun ikileştiği yerde, bir Zât, adeta her iki yolun görüntülerini seyrettirecek nitelikte uyarılarda bulunmaktadır:
“Sağdaki yolun hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolcuların yüzde yüz -hüsn-ü hatime sonucu- büyük kâr ve rahat göreceğini; soldaki yolun ise, menfaati olmamakla beraber, onda dokuzunun zarar göreceklerini-zarar görmelerinin kat’i sebebinin dalalet ve sefahat olduğu-; uzunluk ve kısalıkta her iki yolun bir olduğunu; intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silahsız gittiği için zahiri bir hafiflik, yalancı bir rahatlık gördüğünü, askeri intizam altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddi hulasalardan dolu beş kilogramlık bir çanta ve her düşmanı alt ve mağlup edecek iki-üç kilogramlık bir mükemmel devlet silahı taşımaya mecbur olduğunu,” söyler. Bunun böyle olduğunu gösteren kesin delileri de gösterir.
Bu uyarılardan sonra, akıl ve kalbin nefis ve şeytanla mücadelesi devreye girer. Bu aşamada Emr-i itibari olan meyelan veya meyelandaki tasarruf tezahür eder. Bu da cüz-i ihtiyarinin üssülesasını oluşturmaktadır.
Nefis, sol yolun tehlikelerini bilmekle-akıl ile- birlikte, sırf düzene uymamaktan gelen zahiri serbestlik nedeniyle-ki nefis serbest olmak ister, mevhum bir rububiyet içinde hareket etmek ister-, silah ve erzak taşımadaki nefse gelen ağırlıktan dolayı sol yolu tercih etmek ister. Nefis, insanı vehim ile, “ya söylenen tehlikeler yoksa” faraziyesiyle, “olmayan tehlikeler için ne diye sıkıntılara, zorluklara katlanayım” diye sol yolu tercih etmeye yöneltir. Şeytan da lümme-i şeytaniye ile sol yola sevk eder. “Hele dene” der. O tehlikelerin olmayabileceğini telkin eder. “Var mı yok mu, bir dene” diye sol yola sevk ettirir. Sanki her şey bir oyunmuş gibi, şakaymış gibi her türlü desise ile, hissiyatını harekete geçirmeye çalışarak onu o yola meylettirmek için çalışıp durur.
Fakat akıl ve kalp ise, bunun bir şaka olmadığını, gerçeğin şakasının olamayacağını, ölümün ölüm olduğunu, ölümün hem ölüm hem de var olma olamayacağını, o yola girdikten sonra artık o yoldasın, ki o yolun adem olduğu, o ademi geri getirmenin imkansız olduğu ve eğer sen o yolu tercih etsen, kendi ademini de tercih edeceğini, bu nedenle yapacağın tercihten mes’ul olacağını, merak edip ademi denemenin sadece bir deneme olmadığını, imtihanı kaybetme olduğunu-çünkü imtihandasın-, merak ettiğin denemenin kısa bir zaman sonra –ölümden sonra-,ne kadar tehlikeli bir deneme olduğunu, merakının giderileceğini, sabretmesi gerektiğini, her şeyin belli bir zamanı ve kuralı olduğunu-ki kainatta kurulan ilahi nizamın ve dünyadaki her şeyin hikmet gereği belli bir zaman diliminde gerçekleştiği, ahirette ise, her şeyin ani ve def’i olacağını-, sana verilen duyguların, hissiyatların vehim ve desiselerle deneme için değil, hak, hakikat yolunda dirayet, sebat, ****net, sabır ile ulvi hasletlere yöneltmen için ve vahid-i kıyasi olarak kullanıp alay-ı illiyine çıkman için verildiğini bildirip sağ yola meylettirir.
İradenin üssülesası olan meyelan veya meyelandaki tasarruf, emr-i itibaridir. O meyelanın, o tasarrufun harici bir vücudu yoktur. Yukarıda zikredilen hususlardan herhangi birini zorla tercih etmeyi sonuç verecek hiçbir etken yoktur. Çünkü, cüz-i ihtiyarinin üssülesası olan meyelan veya meyelandaki tasarruf, hürdür. Nasıl ki, aklın gördüğü vazife düşünme, gözün gördüğü vazife görme, kulağın gördüğü vazife işitme ise, meyelan veya meyelandaki tasarrufun gördüğü vazife de tercih etmedir. Ve tercih etmede de hürdür. Harici bir vücudu olmayan meyelan veya meyelandaki tasarruf, ya nefis ve şeytanın vehim ve desiseleriyle şer olan yola, ya da akıl ve kalbin sevkiyle hak ve hakikat yoluna tercihte bulunur. Akıl ile her iki yolun tüm gerçekliği görünür. Ancak, akıl ile görünen bu gerçeklik, meyelan veya meyelandaki tasarrufa baskı oluşturmamaktadır. Çünkü, meyelan veya meyelandaki tasarruf hürdür. Meyelan veya meyelandaki tasarrufun hür olduğunu vicdan ile biliriz. Nasıl ki görmeyi el değil göz sağlamaktadır. İşitmeyi ayak değil kulak sağlamaktadır.
Hür olan o meyelan veya o tasarruf, nefis ve şeytan tarafını ya da akıl ve kalp tarafını tercih ettiğinde, irade-i ilahi ve kudret-i ilahi ile o fiil gerçekleşir. Meyelan veya meyelandaki tasarruf, sadece tercih etmedir. Fiilin gerçekleşmesi, İlah-i irade ve kudret iledir. İnsan ve insanın dışındaki her şeyin varlığı ve varlığının devamı, İlahi kudret ve iradeye bağlıdır. (Çünkü, nice zalimler nice şerler yapmak istedikleri halde her istedikleri şerri yapamamaktalar. Hayır yapmak isteyenlerin de her istediklerini yapamamaları gibi…) Emr-i itibarinin illeti bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibari sübut bulabilir. Meyelan veya meyelandaki tasarrufun illeti bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alması, nefis ve şeytanın vehim ve desiselerini veya akıl ve kalbin hak ve hakikatlerini tercih etmesi sonucu olur. Onlardan birini tercih etmesiyle, o anda cüz-i ihtiyarinin üssülesası olan meyelan veya meyelandaki tasarruf var olur. İlahi kudret ve İlahi irade sonucu fiil vücuda gelebilir. İşte henüz meydana gelmeyen bu fiil ve var olan bu meyelan veya meyelandaki tasarruf anında, Kur’an ona o anda diyebilir ki, “şu şerdir, yapma.” Demek, emr-i itibari olan meyelan veya meyelandaki tasarruf, nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri sonucu sübut bulabilir. Amma emr-i itibari var olduktan sonra, irade-i İlahi ve kudret-i İlahi ile şerrin vücudu gerçekleşir. Emr-i itibarinin var olmasıyla, İlahi iradenin o var olan emr-i itibarinin icadını tercih etmesi sonucu, illet-i tamme vücut bulur. İllet-i tamme vücut bulduğu için o şerrin icadı vacip olur. İlahi kudret de o şerri yaratır. Emr-i itibari var olduğu halde, ilahi irade o şerri yaratmayı tercih etmese, illet-i tamme vücut bulmaz. O şerrin icadı vacip olmaz. İlahi kudret de o şerri yaratmaz.
Nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri ile, o adem olan yola girilmektedir. O yol adem olduğu için, mes’uliyet tamamen insana aittir. Çünkü o insan, olmayanı, ademi tercih etmiştir. Gerçekte olmayanı, vehmi-ki var olmayanı var kabul etmektir. Herkesin kesin olarak öleceğini bilip sonsuza dek yaşayacağını zannetmesi gibi- tercih etmiştir. Bile bile-çünkü, akla kapı açılmıştı- vehmi tercih etmesi, merak ile denemeye girişmesi, gerçekle şaka yapmaya kalkışması, onu mesul kılar. Gemideki dümenci neferinin bile bile vazifesini terk etmesi gibi, onun da bile bile vazifesini terk edip ademi, vehmi tercih etmekle, lümme-i şeytaniyenin desiselerine uyması onu mes’ul eder.
Amma akıl ve kalp ile sağ yolun(hasenatın) tercihinde meyelan veya meyelandaki tasarruf yine var olmaktadır. Ancak, bu tercih sadece dua ile şuur ile iman ile rıza ile olur. Bütün bunlar da ihsan-ı İlahidir. Sadece, insana ihsan edilen bu nimetleri insanın kullanması ile, insan hayırlı şeylere sahip olur. “Demek hasenatta iftihara insanın hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiyedir ve icat eden kudret-i Rabbaniyedir.” İsteme hissini nimet olarak insana veren ve o isteme ile tercih etmeye sebep olan meyelan veya meyelandaki tasarrufun var olması da Hak’tandır. İnsan, kendisine verilen dua, isteme, iman, şuur ve rıza nimeti ile hasenata sahip olmaktadır. Gemideki dümenci neferinin sadece dümeni çevirmesi gibi, o da sadece dua ile şuur ile isteme ile o hasenatı tercih etmiştir. Dümenci neferinin içinde bulunduğu gemi ve geminin içindeki tüm mürettebat padişaha ait olduğu gibi, insan ve insanın tüm maddi ve manevi cihazları da Sultan-ı kâinata aittir. O dümenci neferinin geminin hayırlı sonuçlarına ait hissesi binde bir olduğu gibi, insanın da yaptığı iyiliklerde hissesi sadece dua, şuur, iman ve rıza iledir.
“Evet, Kur’an’ın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünkü, seyyiatı isteyen odur. Seyyiat, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder.”

Şerri istemenin ne kadar hata, yanlış ve kötü olduğu akıl ve kalp ile anlaşılabilir. Şerri isteyen, ya akıl ve kalbini kullanmamakta, yanlış kullanmakta veya akıl ve kalbin isteklerinin tersini istemektedir. Her iki durumda da kişi mes’uldür. Çünkü, madem akıl ve kalp bir nimet olarak ona verilmiş. O akıl ve kalbi kullanma iradesi de ona verilmiş. Bu iradesinde hürdür. Hür olduğu vicdan ile bilinir. Vicdan ile bilindiğine delil, şerri işleyen insanın huzursuz olması, hayrı işleyenin de mutluluk hissetmesidir. İnsan, akıl ve kalbine başvurduğu halde hissiyatına mağlup olma durumunda ise, yine mes’uldür. Çünkü, bile bile şerri istemiştir.
Nasıl ki, harikulade sanatlarla bezenmiş, mükemmel sanat eserleriyle donatılmış bir saraya ahmak, vahşi bir adam girdiğinde, o sarayın dışından, o sarayın cinsinden olmayan birisinin o sarayı ve içindekilerini yaptığını kabul etmeyerek, sarayın ustasını peşin olarak inkar edip, o sarayı, sarayın içinden bir şeyin o sarayı yaptığını düşünüp, hangi şeyin o sarayı yaptığını araştırmaya başlar. Hangi şeye baksa o vahşi aklı dahi hiçbir şekilde kabul etmiyor ki, o şey o sarayı yapsın. O sarayın ve sarayın içindekilerinin yapılış kanunlarının, nasıl yapıldığının anlatıldığı bir defteri görür. Elsiz, çekiçsiz, gözsüz, cansız, şuursuz olan bu defterin o sarayı ve içindekilerini yapmasının imkânsız olduğunu kendi aklı dahi kabul etmediği halde, o sarayı yapan ustayı peşin olarak inkâr ettiği için, ister istemez o sarayı o defterin yaptığını kabul etmek zorunda kalır. “Sarayı yapan bu defterdir,” der. İşte bu ahmak akılını bile bile devre dışı bırakmıştır. Dolayısıyla, hayvan gibi o saraydan ve sarayın içindekilerden istifade etmeye çalışır. Ahmaklığının ve hayvanlığının cezasını, o sarayın sahibinden bulur. Aklını bile bile devre dışı bırakmanın cezasını çeker. Çünkü, o sarayı yapan var. O harikulade sarayı yapan da sıradan biri değildir. Kudretli bir zattır. İşte, kâfir de bu kâinat sarayının Sultan’ını inkâr ettiğinden küfrünün cezasını çeker. Kâfir de kendisine nimet olarak verilen aklı yanlış kullanarak veya hiç kullanmayarak bu duruma düşmüştür.
Akıl ve kalbinin isteklerinin tersini yapan adam ise, Cenab-ı Hakk’ı bildiği halde hissiyatına mağlup olmasının nedeni, hazır bir lezzeti, ilerideki büyük bir mükâfata tercih etmesinden; hazır bir tokattan, ileride verilecek bir sene hapisten daha çok çekindiğinden, bu hataya düşmektedir. Bu hataya düşmesinin nedeni, nefis ve şeytanın vehim ve desiselerine uymasındandır. Dolayısıyla, yaptıklarından mes’uldür.
“Tereccüh bilamüreccih muhaldir.” Benim bu ifadeden anladığım şudur:

Nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri ya da akıl ve kalbin hak ve hakikatleri olmaksızın şerri veya hayrı tercih etme muhaldir. İnsanda nefis ve şeytan veya akıl ve kalp olmazsa tereccüh, üstün gelme olmaz. Emr-i itibari olan meyelan veya meyelandaki tasarrufun illeti, akıl ve kalp veya nefis ve şeytandır. Bu illetlerden biri rüçhaniyet, üstünlük derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibari sübut bulabilir, var olabilir. Demek nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri veya akıl ve kalbin hak ve hakikatlerinin üstünlük derecesinde bir vaziyet alması ile meyelan veya meyelandaki tasarruf sübut bulabilir. Nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri veya akıl ve kalbin hak ve hakikatleri, “bilamüreccih”in tanımıdır. “Bilamüreccih”in nefis ve şeytanın veya akıl ve kalbin hak ve hakikatlerini temsil ettiğini nerden anlıyoruz? “Bilamüreccih”in ne demek olduğunu hemen sonraki cümleden ve iki üç paragraf önceki bir cümleden anlıyoruz. Sonraki cümlede, “müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet” denmektedir. İki üç paragraf önceki cümlede de “emr-i itibarinin illeti bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa,” denmektedir. Bu üç cümleden, emr-i itibari olan meyelan veya meyelandaki tasarrufun sübut bulması için, illetin rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alması gerekir. İlletsiz, sebepsiz rüçhaniyet de muhal, imkânsız olduğuna göre, illetin rüçhaniyeti nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri veya akıl ve kalbin hak ve hakikatleri ile olabilir. Emr-i itibarinin rüçhaniyetine sebep, illet başka ne olabilir ki?
Eğer nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri veya akıl ve kalbin hak ve hakikatleri olmazsa, meyelan veya meyelandaki tasarruf sübut bulamaz. Halbuki, İşaratü’l-İ’cazda, “bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, tereccüh bilamüreccih lazım gelmesin.” denilmektedir. Yani, bir emrin, mutlaka bir tesir edicinin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, sebepsiz üstünlük lazım gelmesin. İnsanın meyelan veya meyelandaki tasarrufunu akıl ve kalbin hak ve hakikatleri doğrultusunda kullanmak istediği halde, zorunlu olarak bunun tersi yönünde kullanmak zorunda kalması gerekir ki, sebepsiz rüçhaniyet lazım gelmesin. Ya da meyelan veya meyelandaki tasarrufunu nefis ve şeytanın vehim ve desiseleri doğrultusunda kullanmak istediği halde, zorunlu olarak bu isteğinin tersi yönünde kullanmak zorunda kalması gerekir ki, sebepsiz rüçhaniyet lazım gelmesin. Yani, devamlı cebir olmalı ki, sebepsiz üstünlük lazım gelmesin. Halbuki, insan vicdanen hisseder ki, böyle bir cebir yoktur. İradesini kullanmada hürdür. Demek, sebepsiz üstünlük muhaldir, imkânsızdır. “Terccüh bilamüreccih muhaldir.” Ancak, bazen istediği halde isteğini gerçekleştirememesi ise, iradesinin cüz’i olduğunu, Cenab-ı Hakk’ın iradesinin sonsuz olduğunu, O’nun fail-i muhtar olduğunu göstermektedir. Her şeyin Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretiyle var edildiğini insanın anlaması içindir.
“Tercih bilamüreccih caizdir ve vakidir.” Bunu Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde şöyle izah etmektedir:

“Cenab-ı Hakk’ın efalinde, tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç” olmadığını, “ancak tercih edici, Cenab-ı Hakk’ın ihtiyarı “ olduğunu ifade etmektedir. Yani, emr-i itibari sübut bulduktan sonra, Cenab-ı Hakk’ın irade-i külliyesi isterse, o emrin var olması için kudretiyle onu var eder. İsterse var etmez. Cenab-ı Hakk’ın külli iradesinin tercih edici bir illete ihtiyacı yoktur.
Emr-i itibarinin harici bir vücudu yoktur. Nasıl ki, harici bir vücudu olan mahlukatın aynadaki görüntüsü, o mahlukatın misali vücududur. Hayalimizde, zihnimizde tasavvur ettiğimiz bir resmin harici bir vücudu yoktur. Hayali, zihni bir vücudu vardır. İnşa etmeyi planladığımız bir binayı da henüz inşa etmediğimiz için, harici bir vücudu yoktur. İlmi bir vücudu vardır. Bu misallerle harici bir vücudun olmamasının ne demek olduğunu anlıyoruz. İşte, emr-i itibarinin de harici bir vücudu yoktur. Emr-i itibari olan meyelan veya meyelandaki tasarruf da ne vardır ne de yoktur. Ne vardır ki cebir olsun. İster istemez emirleri işlesin. Cüz-i ihtiyarisi olmasın. Ne de yoktur ki, kendi fiilinin halıkı olsun.
“Bir adam, bir tüfekle bir şahsı öldürse, sebebin madum olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?

Ehl-i Cebrin nokta-i nazarları, “Ölecekti.” Çünkü, onlarca, taalluk ikidir; ve sebeple müsebbeb arasında inkıta, caizdir.”
Ehl-i Cebir, tüfekle ateş eden adamı yok farz ettiğimizde, o ölen adamın yine de öleceğini söylemektedir. Buna göre, mademki her halükarda adam ölecekti, adam öldüğüne göre, tüfekle ateş eden adamın cüz-i ihtiyarisiyle ister istemez zorunlu olarak ateş ettiğini kabul etmek mecburiyetinde olunduğunu da iddia etmiş olur. Bütün bütün ıztırar altında o fiili gerçekleştirmiş olur. Demek, tüfekle ateş eden adamın cüz-i ihtiyarisi zorunlu olarak bu öldürmeye sebep olmuştur. Ehl-i Cebrin bu anlayışına göre, tüfekle ateş eden adam katil olamaz, cezaya da müstahak değildir. Onlara göre meyelan veya meyelandaki tasarruf zaten var. Var olan o meyelan, o tasarruf nedeniyle tüfekle ateş etmeliydi. O da ateş etti. Halbuki, “Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir; elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü, Cenab-ı Hak, Hakimdir; cebir gibi zulümleri intac eden şeylerden münezzehtir.” Abdin cebir altında olmadığı, o meyelan veya meyelandaki tasarrufun mevcut olmadığı, vicdan ile bilinir, hissedilir.
Her insanın bir şeyi tercih edip, başka bir şeyi tercih etmekten vazgeçtiğini, hatta bazen iki şey arasında tercih etmede kararsız kaldığını görmekteyiz. Eğer ister istemez bir tercih olsaydı, iki şeyden birisini tercih etmek için karar verme süreci olmamalıydı. Hele iki şey arasındaki kararsızlık hiç olmamalıydı. Meyelan veya meyelandaki tasarrufta hangi tercih zorunlu olarak varsa, hemen o olmalıydı. O karar süreci ve kararsızlığın olmaması gerekirdi.
Demek meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcut değildir ki, ister istemez zorunlu olarak tercihte bulunsun. Yani, harici bir vücudu yoktur. Cebir yoktur. Ehl-i Cebrin fikri batıldır.
“Ehl-i İtizalce, “Ölmeyecekti.” Çünkü, onlarca, muradın iradeden tahallüfü, caizdir.”

Onlara göre: Tüfekle ateş eden adam ateş etmeseydi, o ölen şahıs, “Ölmeyecekti.” Ölme fiilinin gerçekleşmesi, o ateş eden adamın kesb denilen meyelan veya meyandaki tasarrufa bağlıdır. Ateş eden adam eğer meyelan veya meyelandaki tasarrufunu ateş etmeme yönünde tercihte bulunsaydı, o ölen adam ölmeyecekti. Dolayısıyla, o ölen adamın ölmesi, ateş eden adamın istemesine bağlı olarak, isterse o şahsı öldürür, isterse öldürmez.
Bundan şu anlaşılır: O ateş eden adam kendi fiilinin halıkıdır.

Halbuki, o ateş eden adam, meyelan veya meyelandaki tasarrufu ateş etme yönünde tercihte bulunduğunda, İlahi külli iradenin de bu fiilin gerçekleşmesini irade etmesi gerekir. Yoksa her ne kadar o ateş eden adam kesbiyle o ölen adamı öldürmek istese de İlahi irade dilemedikçe öldüremeyecekti. “Çünkü, pek çok kere meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.” Demek, o ateş eden adamın, ölen adamı öldürmesinde, İlahi iradenin taalluku sonucu illet-i tamme olduğu için, o ölme fiilinin icadı vacip olmuş. İlahi kudret de o ölme fiilini icad etmiştir. Eğer o ateş eden adam, meyelan veya meyelandaki tasarrufunu ateş etmeme yönünde kullansaydı, ölen adamın ölüp ölmeyeceğini bilemeyiz. Öldürme fiili, o ateş eden adamın sadece meyelan veya meyelandaki tasarrufunu öldürme yönünde kullanmak istemesine bağlı olmadığı gibi, ölmemesi de onun ateş etmemesine bağlı değildir.
Demek insan kendi fiilinin halıkı değidir. O halde, meyelan veya meyelandaki tasarruf yok da değildir.
“Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaatçe, o ateş eden adamın varlığını yok farz etsek, sükût ve tevakkuf lazımdır. Çünkü, İrade-i Külliyenin sebeple müsebbebe, bir taalluku vardır. Bu itibarla, sebebin ademi farz edilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lazım gelir; çünkü, taalluk birdir. Cebir ve itizal, ifrat ve tefrittir.”

O adamın meyelanını ateş etme yönünde kullanacağını Cenab-ı Hakk ezeli ilmiyle bildiği için, ölen adamın ölümünü o ateş eden adamın ateş etmesine bağlı olarak kaderinde yazmış. O ateş eden adamın varlığını yok farz etsek, ölen adamın ölümüyle ilgili kaderini de yok farz etmek gerekir. Çünkü, o ölen adamın kaderinde o ateş eden adam var. O halde kaderi de yok farz etmek gerekir. O ölen adamın kaderi yok farz edildiğinde, ne ölen adamın ölmesinden ne de ateş eden adamın varlığından söz edilebilir. Bu durumda, adam ateş etmeseydi demenin mantığı yok. Böyle bir faraziye tamamen zihni yanıltan, yanlış hükümlere götüren bir düşünme tarzıdır. Demek ateş eden adamın varlığı yok farz edilse, sükut ve tavakkuf lazımdır. O ölen adamın ölüp ölmeyeceğini bilemeyiz, Allah bilir.
Vicdan, o meyelan veya meyelandaki tasarrufa bir ayinedir. Veyahut vicdan, o ayine misali gibi, meyelan veya meyelandaki tasarrufun hissedilmesine vasıtadır. Demek o meyelan veya meyelandaki tasarruf ne vardır ne de yoktur. Varlığı bilinir, hissedilir. Harci bir vücudu yoktur.
Cüz-i ihtiyarinin tabir edilememesi, olmamasına delalet etmez. Tabir edilebilmesi, harici bir vücudunun olmasını gerektirirdi ki, o zaman da cebir olurdu. “Tereccüh bilamüreccih” olurdu. Sebepsiz rüçhaniyet olurdu. Bütün fiillerden mes’uliyet kalkardı. Demek, cüz-i ihtiyarinin vicdan ile bilinmesi, hissedilmesi yeterlidir. Nasıl olması gerekiyorsa, nasıl bilinmesi gerekiyorsa, nasıl imtihana uygunsa; Cenab-ı Hak, öyle yaratıp, bildirmiş ve hissettirmiştir.
“Duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.”

İrfan TURAN
 
OP
Ş

Şahmaran.

Admin
Admin
Katılım
9 Temmuz 2008
Mesajlar
38.082
Tepki
50.395
Puan
113
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâmın peygamberliğini üstad
Hz.Muhammed2-150x150.jpg
Bediüzzaman, nuranî bir ağaca benzetmektedir. Gelmiş geçmiş yüz yirmi dört bin peygamberin bu ağacın hayattar kökleri olduğunu ifade etmektedir. Geçmiş peygamberlerin, birçok yönüyle o nurani ağacın hayattar kökleri olduğunu yine Risale-i Nurdan anlıyoruz. Risale-i Nur’u en iyi açıklayan Risale-i Nur olduğu için bu meseleyi de bu yönüyle anlamaya çalışacağız.
Evvela geçmiş peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler, Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesseâmın nuranî peygamberlik ağacının kökleridirler. Yüz yirmi dört bin peygamber kendi peygamberlik davalarını ispat etmek için mu’cize gösterdikleri gibi, Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da kendi peygamberlik davasını ispat etmek için mu’cizeler göstermiştir.
Geçmiş peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâmın gösterdiği mu’cizelere kuvvet vermektedir. Adeta o mu’cizelerin hepsini Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâm göstermiş gibidir. Çünkü bütün o peygamberler belli alanlarda mu’cize gösterdikleri halde, Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm ise her alanda mu’cize göstermiş ve daha yüksek derecede mu’cizeler göstermiştir.

Mesela Hazreti Musa Aleyhisselâm zamanında sihir ön planda olduğu için, daha çok sihir alanında mu’cizeler göstermiş. Hazreti İsa Aleyhisselâm zamanında tıp daha çok revaçta olduğu için, tıp alanında mu’cizeler göstermiş. Ama Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm zamanında Arap milletinde daha çok belağat değerli bir **** olduğundan, Zat-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâmın en büyük mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim inmekle, altın harflerle Kâbe’nin duvarına asılan en meşhur şiirlerin değerini hiçe indirdi. Hatta Lebid’in kızı kendi babasının şiirini Kâbe’nin duvarından indirip, Kur’an’ın âyetlerine karşı o şiirin hiçbir değerinin kalmadığını ifade etmiştir. Hâlbuki o şiirler onların övünç kaynağı ve iftihar aracı olup, bir tek şiirle savaşır veya barışırlardı. Ama Kur’an’ın âyetlerine karşı hiçbir kıymetleri kalmadı.
Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm en büyük mu’cizesi olarak Kur’an-ı Kerimi gösterdiği gibi, her alanda mu’cizeler göstermiş. Dağ, taş, kurt, ceylan, deve, bulut, Ay, Güneş, cin, ölüler, hastalar, bereket, su, gaybdan haber verme gibi bütün kâinatla alakalı mu’cizeler göstermiş. Hem gösterdiği mu’cizeler diğer mu’cizelerden daha yüksek derecededir. Hazreti Musa Aleyhisselâm asasıyla taşa vurduğunda taştan on iki çeşme gibi su çıkmış. Taşlardan suyun çıkması mümkündür. Allah’ın koyduğu âdetullah kanunları olarak taşlardan suyun çıktığı görülmektedir. Allah’ın peygamberi dışında asa ile hiç kimse taşlardan su çıkaramaz. Bu büyük bir mu’cizedir. Fakat Zat-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâmın parmaklarından on musluklu çeşme gibi suyun akması derecesinde olamaz. Çünkü et ve kemikten suyun çıktığı görülmez. Demek Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm hem her alanda mu’cize göstermiş, hem de daha yüksek derecede mu’cizeler göstermiş. Dolayısıyla geçmiş peygamberlerin gösterdikleri bütün mu’cizeleri Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâm göstermiş gibi onun nuranî peygamberlik ağacının kökleri olarak davasını ispat etmektedirler.
Her bir peygamber bir ismin azami derecede mazharı olmuş. Mesela Hazreti İsa Aleyhisselâm daha çok Kadir ismine, Hazreti Musa Aleyhisselâm daha çok Mütkellim ismine azami derecede mazhar olmuş. Hazreti Muhammed Aleyhisselâtü Vesseâm ise Cenab-ı Hakk’ın bütün isimlerine en azami derecede mazhar olmuş.
Geçmiş peygamberler, irşadın hikmeti gereği basit derecede kendi ümmetlerine ders vermeleri gerektiği için, onlara gelen İlâhî mesajlar da o derecede gelmiş. O peygamberler de o mertebelerde İlâhî feyizlere mazhar olmuşlar. Ondandır ki üstad hazretleri, “İsm-i Azama mazhar olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” demektedir.
Geçmiş peygamberler, Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesseâmın zamanına kadarki süreçte insanları yüksek ilimleri ders alacak bir seviyeye getirerek tek bir peygamberden, tek bir muallimden ders alacak mertebeye getirmişler. Bu seviyeye getirmeleri süreci, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hayattar kökleri mesabesinde olup, daha sonra insanlar, en mükemmel derecede ve en a’zamî mertebede bütün imanî ve İslamî meseleleri ders almakla da nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuranî bir ağaç olarak ortaya çıkmıştır.
İrfan Turan tarafından yazılmıştır
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst