MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ
Küçükken okuduğum ya da dinlediğim masallardan şöyle bir tema anımsıyorum. Bir yanda acımasız ve açgözlü kral, kraliçe, bey, ağa, tüccar vs., diğer yanda da yoksul ama iyi kalpli, tokgözlü masal kahramanı. Kahraman artık konusuna göre bazen açlığa, bazen susuzluğa, bazense sevdiğinden ayrılmaya tevekkülle boyun eğer ama masalın sonunda nasıl olursa olur, kötü kalpli kişiyi alt ederdi. Bu masallarda benim en çok ilgimi çeken, ezilen, hor görülen, sevdiği elinden alınan kahramanın umudunu yitirmeyişi ve asla yan yollara sapmadan, dalavereye girmeden, arkadan vurmadan büyük bir azimle savaşarak diğer kişiyi alt etmesi olurdu. Kıssadan hisse, çocuk aklımla kendi kendime derdim ki “demek ki, doğru sonunda kazanır” ya da “sonunda iyilik üstün gelecek”. Büyüdükçe yaşamın ilk bakışta böyle görünmediğini düşünmeye başladım. Yapılan haksızlıklar, yaşam koşulları arasındaki farklar öyle çok, çekilen acılarla, sürülen keyifler arasında öyle büyük farklar vardı ki, “yok” diyordum “mümkün değil, yapan yaptığıyla kalıyor, bu dünyada adalet yok, onun için sen de herkes gibi katı, herkes gibi bencil olmalısın, bugüne kadar verdin de ne oldu?” Böyle düşünmek kolaydı, canın mı yandı, düşün en kolay intikam yöntemini, sen de onun canını yak gitsin! İlahi adaleti ya da çoktan çivisi çıkmış dünyevi adaleti ne bekleyeceksin ki! Başarı, derin mutsuzlukların panzehiri oluyor ama kısa sürüyordu, bunu sürdürmek için yeni başarılara yönelmek gerekiyor, yeni planlar, yeni hırslaredinmek gerekiyordu. Sonra başarı tek başına bir anlamda ifade etmiyordu, birilerine gösterilmeliydi ki alkış alsın. Böylece başarı parayı, para, statü sembollerini- yani evleri , arabaları, kayak tatillerini, sürekli bir model yenilemeyi- tetikliyor, ben de poposuna nişadır sürülmüş bir beygir gibi oradan oraya koşturuyordum. Varılan hiçbir zirve yetmiyor, hatta oraya varmanın keyfi bile çıkarılmadan bakışlar daha yukarılara çevriliyordu. “Hayatta en korktuğum şey şu anki standartlarımı kaybetmek” diye sürekli telkin eden bir ebeveynin çocuğu olarak, ben de gemi azıya almış gidiyordum. İnsanlar ikiye ayrılmıştı, benim gibi olanlar ve diğerleri.
Dolayısıyla sevmediklerimi rahatça suçlayabiliyor, aldığımı düşünmeyin. Benlikler öylesine sarmış ki her yanımızı, öyle kolay kolay pes etmedim ben. Ama söyledikleri her aklıma geldiğinde içimde bir rahatsızlık duymaya başladım. Bundan kısa bir süre sonra bir başka diyalogda “tutkuları bırakmak gerekir hayatta” dedi bana bir başka kişi. Sırılsıklam aşıktım o zamanlar, gözüm sadece onu görüyordu. “Mümkün değil” dedim “beni yaşatan şu anki tutkum, tutkular olmazsa hayat neye yarar ki?” Ama tuhaftır, sevdiğim kişiye onu artık unutmaya karar verdiğim – yani bıraktığım- anda kavuştum sonra. Bir başka enstantane ise sonradan bir şarlatan olduğunu anladığım Hindistanlı bir kadın ermişin toplu meditasyonun da yaşandı. Koca bir salonda yaklaşık 1000 kişi kadını dinlemeye gitmiştik. Kadın elimizi başımızın üzerine kaldırmamızı söyledi ve kendisinin söylediklerini tekrarlamamızı istedi.
Söyledikleri şunlardı: “Huzur içindeyim, kendimi seviyorum, kendimi ve herkesi affediyorum.” Şimdi burada yazarken çok basit gibi görünse de, ben o gün bu cümleyi söylemeyi beceremedim. Özellikle “kendimi ve herkesi affediyorum” kısmını Ve o anda fark ettim, tüm yaşananları unutmayıp, intikam almak için bekledikçe ne çok acı çektiğimi. Sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. Beni en çok yaralayanlarla başladım yüzleşmeye, gecenin on ikisinde babamı aradım, dedim ki “baba ben seni çok seviyorum”. Babam saate ve söylediklerime anlam veremedi önce, içimdeki bu yıllar süren hesaplaşmayı anlatsam da anlamayacaktı. “Ne oldu?” dedi şaşkınlıkla. “ Hiç” dedim “seni rüyamda ölmüş olarak gördüm de öyle bir aramak istedim.” Telefonu kapattığımda yüreğimden bir yük kalkmıştı bile çoktan. Tabii, sonra epey ağladım, o ayrı. Bunu diğerleri izledi. Bir bir konuştum yıllarca biriktirdiklerimi. Ama en zor olanı kendimle barışmamdı ki bu çok uzun sürdü, aslında hala da sürüyor. Tek şansım bana ayna tutan biriyle yaşamak. Bazen arkasına saklandığımda savunma mekanizmalarının, küçük tatlı yalanların ve yine de kendimi kandıramamışken tamamen, öyle bir bakıyor ki bana, “tamam” diyorum “pes ettim, aslında ben şunu söylediğim nedenle değil, gerçekte başka bir nedenle yapıyorum.” Kolay değil, projektörler altında çırılçıplak dolaşmak gibi biraz. Bu kadar laftan sonra aslında yazının özetini şöyle yapabilirim sanırım: 1. Mayakovsky’nin dediği gibi “hiç bir şey boşa değil, acılar da!” 2. Yunus’un dediği gibi “ilim ilim bilmektir, İLİM KENDİN BİLMEKTİR, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” 3. Pascal’ın dediği gibi,”İnsanın tek mutsuzluğu yalnızca tek şeyden kaynaklanır: odasında sessizce kalmayı başaramamasından” (Sürekli konuşan insanların, kendilerine tahammül edemedikleri ya da iç seslerini bastırmak için böyle yaptıklarını düşünürüm bazen.) 4. İlahi adalet var ve iyilik de kötülük de bir bumerang gibi kişiye mutlaka geri dönüyor. 5. Ve ne yazık ki Küçük İskender’in dediği gibi “kirli ayaklarımızın üstüne temiz çorap giyerek” kendimizi temiz zannediyoruz!
Küçükken okuduğum ya da dinlediğim masallardan şöyle bir tema anımsıyorum. Bir yanda acımasız ve açgözlü kral, kraliçe, bey, ağa, tüccar vs., diğer yanda da yoksul ama iyi kalpli, tokgözlü masal kahramanı. Kahraman artık konusuna göre bazen açlığa, bazen susuzluğa, bazense sevdiğinden ayrılmaya tevekkülle boyun eğer ama masalın sonunda nasıl olursa olur, kötü kalpli kişiyi alt ederdi. Bu masallarda benim en çok ilgimi çeken, ezilen, hor görülen, sevdiği elinden alınan kahramanın umudunu yitirmeyişi ve asla yan yollara sapmadan, dalavereye girmeden, arkadan vurmadan büyük bir azimle savaşarak diğer kişiyi alt etmesi olurdu. Kıssadan hisse, çocuk aklımla kendi kendime derdim ki “demek ki, doğru sonunda kazanır” ya da “sonunda iyilik üstün gelecek”. Büyüdükçe yaşamın ilk bakışta böyle görünmediğini düşünmeye başladım. Yapılan haksızlıklar, yaşam koşulları arasındaki farklar öyle çok, çekilen acılarla, sürülen keyifler arasında öyle büyük farklar vardı ki, “yok” diyordum “mümkün değil, yapan yaptığıyla kalıyor, bu dünyada adalet yok, onun için sen de herkes gibi katı, herkes gibi bencil olmalısın, bugüne kadar verdin de ne oldu?” Böyle düşünmek kolaydı, canın mı yandı, düşün en kolay intikam yöntemini, sen de onun canını yak gitsin! İlahi adaleti ya da çoktan çivisi çıkmış dünyevi adaleti ne bekleyeceksin ki! Başarı, derin mutsuzlukların panzehiri oluyor ama kısa sürüyordu, bunu sürdürmek için yeni başarılara yönelmek gerekiyor, yeni planlar, yeni hırslaredinmek gerekiyordu. Sonra başarı tek başına bir anlamda ifade etmiyordu, birilerine gösterilmeliydi ki alkış alsın. Böylece başarı parayı, para, statü sembollerini- yani evleri , arabaları, kayak tatillerini, sürekli bir model yenilemeyi- tetikliyor, ben de poposuna nişadır sürülmüş bir beygir gibi oradan oraya koşturuyordum. Varılan hiçbir zirve yetmiyor, hatta oraya varmanın keyfi bile çıkarılmadan bakışlar daha yukarılara çevriliyordu. “Hayatta en korktuğum şey şu anki standartlarımı kaybetmek” diye sürekli telkin eden bir ebeveynin çocuğu olarak, ben de gemi azıya almış gidiyordum. İnsanlar ikiye ayrılmıştı, benim gibi olanlar ve diğerleri.
Dolayısıyla sevmediklerimi rahatça suçlayabiliyor, aldığımı düşünmeyin. Benlikler öylesine sarmış ki her yanımızı, öyle kolay kolay pes etmedim ben. Ama söyledikleri her aklıma geldiğinde içimde bir rahatsızlık duymaya başladım. Bundan kısa bir süre sonra bir başka diyalogda “tutkuları bırakmak gerekir hayatta” dedi bana bir başka kişi. Sırılsıklam aşıktım o zamanlar, gözüm sadece onu görüyordu. “Mümkün değil” dedim “beni yaşatan şu anki tutkum, tutkular olmazsa hayat neye yarar ki?” Ama tuhaftır, sevdiğim kişiye onu artık unutmaya karar verdiğim – yani bıraktığım- anda kavuştum sonra. Bir başka enstantane ise sonradan bir şarlatan olduğunu anladığım Hindistanlı bir kadın ermişin toplu meditasyonun da yaşandı. Koca bir salonda yaklaşık 1000 kişi kadını dinlemeye gitmiştik. Kadın elimizi başımızın üzerine kaldırmamızı söyledi ve kendisinin söylediklerini tekrarlamamızı istedi.
Söyledikleri şunlardı: “Huzur içindeyim, kendimi seviyorum, kendimi ve herkesi affediyorum.” Şimdi burada yazarken çok basit gibi görünse de, ben o gün bu cümleyi söylemeyi beceremedim. Özellikle “kendimi ve herkesi affediyorum” kısmını Ve o anda fark ettim, tüm yaşananları unutmayıp, intikam almak için bekledikçe ne çok acı çektiğimi. Sonrası bir çorap söküğü gibi geldi. Beni en çok yaralayanlarla başladım yüzleşmeye, gecenin on ikisinde babamı aradım, dedim ki “baba ben seni çok seviyorum”. Babam saate ve söylediklerime anlam veremedi önce, içimdeki bu yıllar süren hesaplaşmayı anlatsam da anlamayacaktı. “Ne oldu?” dedi şaşkınlıkla. “ Hiç” dedim “seni rüyamda ölmüş olarak gördüm de öyle bir aramak istedim.” Telefonu kapattığımda yüreğimden bir yük kalkmıştı bile çoktan. Tabii, sonra epey ağladım, o ayrı. Bunu diğerleri izledi. Bir bir konuştum yıllarca biriktirdiklerimi. Ama en zor olanı kendimle barışmamdı ki bu çok uzun sürdü, aslında hala da sürüyor. Tek şansım bana ayna tutan biriyle yaşamak. Bazen arkasına saklandığımda savunma mekanizmalarının, küçük tatlı yalanların ve yine de kendimi kandıramamışken tamamen, öyle bir bakıyor ki bana, “tamam” diyorum “pes ettim, aslında ben şunu söylediğim nedenle değil, gerçekte başka bir nedenle yapıyorum.” Kolay değil, projektörler altında çırılçıplak dolaşmak gibi biraz. Bu kadar laftan sonra aslında yazının özetini şöyle yapabilirim sanırım: 1. Mayakovsky’nin dediği gibi “hiç bir şey boşa değil, acılar da!” 2. Yunus’un dediği gibi “ilim ilim bilmektir, İLİM KENDİN BİLMEKTİR, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.” 3. Pascal’ın dediği gibi,”İnsanın tek mutsuzluğu yalnızca tek şeyden kaynaklanır: odasında sessizce kalmayı başaramamasından” (Sürekli konuşan insanların, kendilerine tahammül edemedikleri ya da iç seslerini bastırmak için böyle yaptıklarını düşünürüm bazen.) 4. İlahi adalet var ve iyilik de kötülük de bir bumerang gibi kişiye mutlaka geri dönüyor. 5. Ve ne yazık ki Küçük İskender’in dediği gibi “kirli ayaklarımızın üstüne temiz çorap giyerek” kendimizi temiz zannediyoruz!