Çocuk Masalları

felisity

Daimi Üye
Katılım
17 Şubat 2011
Mesajlar
1.551
Tepki
1.778
Puan
113
Konum
ADANA
TEMBEL KIZ
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde;pireler berber,develer tellal iken,ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış.Bu karı kocanın bir kızı olmuş.Kız,el bebek gül bebek büyütülmüş, ama hiç iş öğrenememiş.Bunun için adına Tembel Kız denilmiş.Bu kız o kadar tembelmiş ki yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış.Kız da oturduğu yerden işini gelberiyle yapıyormuş. Kızının evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş.Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş.Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş.Tekrar ava gitmek üzere . hazırlanmış, karısına ateşe ördeği koydum, yanmasın bak demiş.Tembel Kız, olur demiş, demiş ama yerinden bile kalkmamış. Aradan uzunca bir zaman geçmiş.Dilenci eve gelmiş.Tembel Kıza,hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek demiş.Tembel Kız da yan tarafta mutfak, geç al cevabını vermiş. Dilenci mutfağa girmiş.Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş,tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları...Gelmiş,Tembel Kızın yanına.Bak hanımcığım demiş,ekmeği aldım Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim.Türküyü şöyle söylemiş;Senin gaga benim torba içinde,Benim çarık senin çorba içinde,Sen yat kaba yatak yorgan içinde,Ben yiyecem gagayı orman içinde. Dilenci türküyü böyle söylemiş,çekip gitmiş.Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına ördek pişti mi? Demiş.Karısı olan biteni anlatmış,bak bana bir de türkü söyledi,sana deyiverem demiş,türküyü söylemiş. O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış.Ondan sonra Tembel Kız, tembelliği bırakmış.Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
---------------------------------------------------------------------------------------

KURBAĞA PRENS

Bir zamanlar yedii güzel kızı olan bir kral varmış. Bu kızların en güzeli en küçük olanmış.Güzel günlerde sarayın yakınındaki serin gölün kıyısında altın topuyla oynamaya bayılırmış. Bir gün kız topunu havaya atmış ve beklenmedik bir şey olmuş. Top göle düşmüş! "Topum gitti!" diye ağlamış kız. "Ben senin topunu getiririm," demiş gölün kıyısındaki küçük bir kurbağa. "Ama benimle arkadaş olacağına, yemeğini paylaşacağına ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen, " diye devam etmiş kurbağa. "Tamam " demiş kız. Ama kurbağa suya dalıp kızın topunu ona gerir vermez koşarak saraya dönmüş.

Akşamleyin kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam yemeğe başlamak üzerelerken kapıdan bir vraklama sesi gelmiş. Küçük prenses duymazdan gelmeye çalışmış. Ama kral meraklanmış. " Kim o?" diye sormuş. Prenses bunun üzerine kurbağaya verdiği . sözü babasına anlatmış. " Söz sözdür kızım," demiş babası. Böylece prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş.

Yemekten sonra kız tek başına yatağına yönelmiş. Kurbağa masadan, " ya ben ne olacağım? " diye vraklamış. Kral kızına, "Verilen sözlerle ilgili söylediklerimi unutma" demiş.Prenses kurbağayı yanına alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış. " Yastığına gelmek isterim demiş," kurbağa. Prenses gözyaşları içinde kurbağayı yastığına bırakmış.

Tam o anda kurbağa yakışıklı bir prense dönüşmüş. "Korkma, " diye gülümsemiş. " Bir cadı beni kurbağa yapmıştı ve bu büyüyü ancak bir prenses bozabilirdi. Umarım arkadaş olabilirz. Hem bak artık bir kurbağa değilim." Prens ve prenses çok geçmeden evlenmişler ve düğünlerinde tabii ki bazı yeşil dostlarını da davet etmeyi unutmamışlar.
---------------------------------------------------------------------------------------

ANDROKLES
Vakti zamanında, Androkles isimli bir esir, efendisinden kaçarak bir ormana sığınmıştı. Etrafta gezinirken, birden bire, iniltiler içinde, Izdıraptan kıvranan bir Arslanın önüne çıkıverdi:

- "Önce dehşetli ürktü; kaçmaya yeltendi, fakat hayvanın, yerinden kımıldamadığını görünce, gerisin geriye dönerek ona doğru yürüdü. Yanına yaklaştığında, Arslan, berbat bir halde sişmiş, kanamakta olan iri pençesini uzattı Androkles, dikkatle bakınca pençeye, büyük bir dikenin girdiğini, bütün bu ızdıraba onun sebep olduğunu anladı.

Dikeni, derhal oradan çıkarıp yarayı temizledikten sonra, gömleğinin kolundan yırttığı parça ile güzelce sardı. Az sonra ise, yine ayağa kalkabilen Arslan, tıpkı bir köpek gibi esirin ellerini yalayarak önüne düşüp onu inine götürdü..

Artık her gün, Androklese avladığı etleri taşıyordu. Fakat bu başbaşa mesut yaşayışları uzun sürmedi; çünkü beraberce yakalanmışlar, esir günlerce aç bırakılacak bir arslana yedirilmek üzere, zindana atılmış, Arslan da aç ve susuz bir halde . hücreye kapatılmıştı.

Nihayet günü gelince, İmparator ile, erkânı, localarına yerleşip seyire hazırlanırlarken, esir Androkles de arenanın orta yerine çıkartıldı. Şimdi sıra Arslandaydı.

Günlerden beri aç ve susuzluktan yarı çıldırmış bir halde avının üzerine atılmak üzere, kükreyerek ağzından köpükler saçarak ortaya fırlayan Arslan, bütün hırsı ile koştu, tam avına atılacağı sırada, onu, kokusundan tanıyınca derhal önünde, dört ayağının üzerinde yere çöküp, aynen bir köpek sadakatiyle dostunun ellerini yalamaya başladı.

İmparator şaşırmıştı. Esiri yanına çağırttı ve baştan sona, bütün hikâyeyi, olduğu gibi dinledi. Bu anlatılanlar, hükümdarda öyle bir tesir yaptı . ki, derhal esirin affedilip hürriyetine kavuşturulmasına, Arslanın da, anavatanı ormana salıverilmesini emretti.
---------------------------------------------------------------------------------------

YEDİ KARGALAR

Bir adamın yedi oğlu varmış.O kadar istermiş de bir kızı olmazmış.günün birinde karısı ona müjde vermiş :gebe olduğunu söylemiş. Çocuk dünyaya gelmiş. Bu seferki kızmış. Buna çok sevinmişler ama , çocuk pek cılız , pek ufacık bir şeymiş. Bu yüzden de evde vaftiz edilmesi gerekmiş. .

Vaftiz suyu getirsin diye babası , oğullarından birini kuyuya yollamış. Öbür altı oğlan da onun peşinden gitmişler.hepsi de suyu önce kendisi doldurmak istiyormuş . Bu yüzden testi suya düşmüş . Oğlanlar oldukları yerde kala kalmışlar ; ne yapacaklarını şaşırmışlar .Hiçbiri eve dönmeye cesaret edememiş.

Çocukların hala dönmediklerini gören baba:

--- Yetiz oğlanlar kesin oyuna daldılar! demiş

Kızın vaftizsiz öleceğinden korkuyormuş. Canı çok sıkılmış:

---İnşallah hepiniz karga olursunuz! diye ilenmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı ilişmiş. Havaya bakmış ;kömür . gibi kara yedi tane karganın uçup gittiğini görmüş.

Anne baba bu ilenci bir daha geri alamamışlar. Oğullarının yedisinde elden kaçırdıkları için çok üzülmüşler .bütün sevgilerini biricik kızlarına vermişler , onunla bir parça olsun avunmuşlar.

Kız çok geçmeden kendini toparlamış ,gün geçtikçe güzelleşmiş ama başka kardeşleri bulunduğundan uzun zaman haberi olmamış. Ana babası bunu duyurmamaya çalışmışlar.

Sonunda günün birinde ahalinin kendisinden söz ettikleri işitmiş . Diyorlarmış ki:

--- Kız güzel ama , yedi ağabeysinin başlarına gelen yıkım onun yüzünden oldu.

Bunları duyunca kız çok üzülmüş. Annesine , babasına gidip sormuş:

---Ağabeylerim var mıydı benim ? Onlara ne oldu ? demiş.

Bunun üzerine ana babası bu gizliliği daha fazla saklamak istememişler. Tanrının böyle istediğini , yoksa doğumunun buna buna neden olmadığını anlatmışlar.Ama kızcağızın içine . bir kurt düşmüş . Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş.Bir yerlerde durup dinlenemez olmuş . Sonunda bir gün gizlice yola çıkmış.Ağabeylerinin izini bulmaya ne pahasına olursa olsun onları kurtarmaya karar vermiş.

Evden çıkarken ana-babamı anarım diye bir yüzük ,karnım acıkırsa diye bir dilim ekmek ,susarsam içerim diye bir testi su ,yorulursam otururum diye de bir iskemle almışmış.

Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş …Sonunda dünyanın öbür ucuna , güneşinyanına varmış ama güneş çok sıcakmış,korkunç bir şeymiş.Hem de küçük çocukları yermiş. Kız hemen burdan kaçmış ;doğru aya gitmiş. Ay da pek soğukmuş. Hem . de kötü huyluymuş. Çocuğun orada olduğunu anlayınca:

--- Burnuma insan kokusu geliyor! Diye bağırmaya başlamış.

Kız oradan da çabucak kaçmış ;yıldızlara gitmiş.Bunlar ona güler yüz göstermişler. Her yıldız ayrı bir sandalye de oturuyormuş. Içlerinden sabah yıldızı ayağa kalkmış ;ona bir aşk kemiği . vermiş:

---Yanında bu kemik olmazsa sırça sarayı açamazsın. Oysa kardeşlerin orada…demiş.

Kız bu küçük kemiği almış. Bir mendilin içine sarmış , yola çıkmış. Gide gide sırça saraya varmış. Büyük kapı kilitliymiş. Kız aşk kemiğini çıkarmak için mendili açmış. Bir de ne görsün? Mendil bomboş değil mi? Meğerse kız iyi yürekli yıldızın armağanını yitirmiş. Şimdi ne yapacak. Kızcağız ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Oysa sırça sarayın anahtarını yitirmiş. Bunun üzerine bir bıçak almış. Küçük parmağını kesmiş. Kapıya bunu sokmuş. Bereket versin kapı açılıvermiş.

Kız içeriye girince karşısına bir cüce çıkmış:

--- Yavrum demiş,ne arıyorsun burada?

Kız:

---Ağabeylerimi… Yedi kargaları arıyorum!

Cüce:

---Bay kargalar evde değiller. Onlar dönünceye kadar bekleyeceksen gir içeri!

Bunun üzerine cüce yedi tabak , . yedi bardak içinde kargaların yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız her tabaktan birer lokma yemiş , her bardaktan birer yudum su içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.

Birden bire havada bir hışırtı ,bir kanat hışırtı duymuş. Cüce:

---Bay kargalar eve geliyor!demiş.

Kargalar gelmiş ;yiyip içmek istemişler. Tabaklarını bardaklarını görünce arka arkaya söylenmeye başlamışlar:

---Tabağımdan kim yemiş?

---Bardağımdan kim içmiş?

---Buna bir insan ağzı değmiş!

Yedinci karga bardağı dikip içerken ağzına yüzük gelmiş. Bakmış. Anne babasının yüzüğünü tanımış:

Kapının arkasında durup bu sözleri işiten kız ortaya çıkmış. Bunun üzerine kargaların hepsi yeniden insan kılığına dönmüşler. Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evin yolunu tutmuşlar.
-------------------------------------------------------------------------------------
KÜÇÜK TAS

Küçük bir taş parçasıydı. Masmavi denizin, köpük köpük dalgalarıyla öptüğü bir kıyıda yaşıyordu. Çocuklarla oynamaya bayılıyordu. Hele küçük dostlarının onu denize atmaları nasıl hoşuna gidiyordu bir bilseniz...

Gün boyunca güneşin altında kalkmak kolay mı sanıyorsunuz? Denize düşer düşmez güzel bir serinlik sarıyordu bedenini. Sonra hızla dibe iniyordu. Büyük bir keyifle balıklarla oynuyordu. Yengeçlerle eğleniyordu.

Ama çok geçmeden yine deniz kıyısını ve çocukları özlüyordu. Işte o zaman, dalgaların yükselerek onu yeniden kıyıya taşımasını beklemekten başka çaresi yoktu... Aslında çocuklardan başka yakını da yoktu. Binlerce yıl önce, yemyeşil ovaların sırtını dayadığı Kocadağdan, kopup irili ufaklı pek çok kardeşiyle birlikte sahile yuvarlanmıştı. Koskocaman bir dağken, minicik bir taş parçasına dönüşmek önceleri çok ağırına gitmişti. Ama daha da kötüsü vardı...Yıllar geçtikçe, çevresindeki taşlar biraz daha ufalanıyor, küçülüyordu.

Bu arda kendisinde de bazı değişimler olduğunu fark ediyordu. Önceleri yumurk kadar, eğri büğrü bir taştı. Oysa şimdi, kenarları yuvarlanmıştı. Eskiden çok daha güzel görünüyordu, ama yine de sevinemiyordu. Çünkü iyice zayıflamıştı.

"Böyle sürerse yok olup gideceğim" diye düşünüyordu. Bu duruma öylesine üzülüyordu ki, arkadaşlarına da yakınmaya başlamıştı. Onun bu yakınmalarını duyan karıncalardan biri, "üzüldüğün şeye bak!" . dedi. "Kim demiş yok olacaksın diye?" Üstelik herkes seni eskisinden daha çok sevecek".Küçük taş bu sözlere inanmamıştı."Hiç sanmam! Çocuklar beni göremezse nasıl severler" dedi ağlamaklı bir sesle. Karınca,

"Görmez olurlar mı hiç? Elbette ki görecekler!" diye üsteledi.

"Yalnızca adın değişmiş olacak, o kadar!"

- Adım mı değişecek? Peki kim değiştirecek? Yeni adım ne olacak?

- Iyice küçülüp, küçülüp sonunda toz gibi olacaksın... Veee... tıpkı senden önceki arkadaşların gibi senin adın da toprak olacak. Ondan sonra da yalnızca çocuklar değil, dünyadaki herkes seni çok sevecek. . Çünkü tüm canlıların yaşamasına yardımcı olacaksın.

-Toprak mı dedin? Hiç de fena bir ad değil... Yine de anlamadığım bir şey var; başkalarının yaşamasına nasıl yardım edeceğim?

Karınca bilmiş bilmiş güldü:

-Toprak, öylesine önemli bir madde ki, yararları saymakla bitmez. Örneğin bütün hayvanların ve insanların besin maddeleri toprakta yetişir. Ayrıca pek çok minik canlı türü yuvalarını toprağın altında yapar. Anlayacağın hem korunurlar, hem de rahatça beslenirler. Küçük taş bunları öğrenince çok sevindi. Içindeki sıkıntı kayboldu. Yeni dostlar kazanacağı ve onlara yararlı olacağı için artık çok mutluydu. Bir zaman sonra . kendisi gibi minik toprak parçalarının arasına karışıp gitti. Bir daha da kimse onun yakınmasını duymadı.
------------------------------------------------------------------------------------

MAYMUN PERİ

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel ülkelerden birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:

“-Hadi evlatlar, buyurun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.

“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle.

Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:

“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacagım” demiş.

Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgari esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.

İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş vezirin evinin avlusuna düşmüş. Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş. Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.

Derken sıra ortanca oğlana gelmiş. Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.

Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki. Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş.

Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.

Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında, gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:

“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:

“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacagız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:

“-Babana, istediğin adamlarını al ve . filan dağa git de” demiş.

Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş. Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.

“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”

Gerçekten de çok geçmemiş, padişah ogullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:

“-Şimdi ne yapacagız, babam çagırıyor” demiş Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça sogukkanlı, kocasının, misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bagırmasını istemiş.

Küçük oğlan, denileni yapmoş; Gülnar” diye bagırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:

“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş:

“Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. . Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.

Saraya gitmişler, Padişahın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yiyip içip eğlenmişler. Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara....
--------------------------------------------------------------------------------------
KELOĞLAN VE SİHİRLİ TAS

Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. İhtiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu "Keloğlum,keleş oğlum" diye severmiş.
Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin alıp balık tutmaya gitmiş. Belki bir kaç balık yakalarım. Anacığımla pişirir, yeriz. Aç karnımızı doyururuz" diye düşünüyormuş.


Irmağın kenarına gelip oltasını salmış. Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş. Pulları gümüş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu...
Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş. Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın. "Hem balığı götürürüm anama, hem tası" demiş.


Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş. Birden inanılmayacak bir şey olmuş. Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere. Keloğlan çok şaşırmış. Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan. "Bu, sihirli bir tas galiba. Hemen anama haber vereyim" demiş. Evlerine koşmuş.


Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış. Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş. Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış...
Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış. Kendisine hizmetçiler tutmuş. Sevdiği ve istediği her . şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş. Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış.


Gereksiz masraflara, lüzumsuz harcamalara girişmiş. "Oğlum bu işin sonu kötü olabilir" diye öğüt vermeye çalışan anasını bile . dinlememiş.

"Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim..." diyormuş.


Keloğlanın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış.

Herkes "Eski hali bundan daha iyiydi. Gözünü hırs bürüdü Keloğlanın" demeye başlamış.


Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş. "Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım. " demiş. Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış. Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş. Daha hızlı daha hızlı daldırmaya . başlamış tası. Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş. Birden tas elinden kayıp suya düşmüş. Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış. Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış. Binbir güçlükle kenara çıkmış. Kendisi suda çırpınıp dururken,biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp götürmüşler.


Artık tası bulmanın da imkanı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş. Başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın:

- Üzülme yavrum, demiş. Haydan gelen Hûya gider. Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın. Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı. Böylesi daha iyi oldu. Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun."

Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş. Anasına hak vermiş.

O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış.
---------------------------------------------------------------------------------------
ORMAN PERİSİNİN GÜLLERİ
Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanın birinde genç bir peri yaşarmış. Bu peri

çiçeklerden en çok gülleri severmiş. Evinin bahçesinde renk renk güller

yetiştirirmiş. Bu güller o kadar taze ve güzellermiş ki gören herkes perinin

güllerine hayran kalırmış.

Peri de güllerini çok sever, her sabah onları hem sular hem de onlarla konuşurmuş. Genç peri gülleriyle çok mutluymuş, ama onu üzen bir durum varmış. Peri güllerini çok sevdiği için onların solmalarına dayanamazmış. Güllerin bir süre sonra solması çok doğalmış, fakat genç peri güllerinin solmasına çok üzülüyor, güllerinin hep ilk günkü gibi taze ve diri kalmalarını istiyormuş. Kendi kendine “güllerim hep böyle güzel kalsa! O zaman hiç mutsuz olmam.” diyormuş. Bir sabah çiçeklerini yine sularken perinin dikkatini sarı renkte bir gül tomurcuğu çekmiş. Bu tomurcuk da diğer gül tomurcukları gibi pek güzelmiş. Fakat rengi diğerlerinden apayrıymış. Çok daha güzel ve değişik bir tondaymış tomurcuğun rengi. Bu yüzden, genç peri sarı tomurcuğa daha özenli bakmaya başlamış. Her sabah ona “küçük sarı tomurcuk büyüyecek, kocaman güzel bir gül olacak” diye güzel sözler söylüyormuş. Tomurcuk da bunu anlıyormuş gibi günden güne daha da güzelleşerek büyümüş. Kocaman bir gül olduğunda ise bahçedeki diğer güllerin arasında tıpkı gökyüzündeki güneş gibi ışıldıyormuş. O kadar güzelmiş ki onu görenler sarı güle bakmaya doyamıyorlarmış. Peri de bunun farkındaymış ve çok mutluymuş. Fakat sarı gülün de bir gün solacağını bildiği için, içten içe bir üzüntü duyuyormuş.



Aradan bir gün geçmiş, bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş. Bu süre içinde bahçedeki bütün güller solmuş, yerlerini yeni tomurcuklara bırakmışlar: güzel, sarı gül dışında! Bir ay geçmesine rağmen sarı gül solmamış, benzersiz güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş. Peri ilk başta bu işe çok şaşırmış fakat yine de sevinçliymiş. Çünkü güllerinin en güzeli solmamışmış.



İyi yürekli peri, her gün onu evinin penceresinden seyrediyor, onu özenle suluyor, ona güzel sözler söylüyormuş. Gel zaman git zaman; peri, bu işten sıkılmaya başlamış. Sarı gül hiç solmuyormuş, fakat bu periye artık mutluluk vermemeye başlamış. Çünkü peri sarı güle dair hiçbir umut taşımıyormuş içinde. Önceden gülleri solduğu vakit, yeni tomurcukların ne zaman çıkacağını merak ederek onlarla sabırla ilgilenir, umutla güllerinin açılacağı zamanı beklermiş. Fakat şimdi sarı gül hiç solmadığı için böyle düşünceleri kalmamış. Bu da periyi bir zaman sonra mutsuz etmiş. Yetiştirdiği güllerinin solmamasını isteyerek ne kadar yanlış düşündüğünü anlamış. Her şeyi doğal haliyle sevmek en güzeliymiş. Bu yüzden o günden sonra orman perisi, doğadaki her şeyi olduğu gibi kabul etmeye karar vermiş. Orman perisi uzun yıllar, bahçesinde yetiştirdiği güllerle beraber evinde mutlu bir hayat sürmüş.
---------------------------------------------------------------------------------------
EN DEĞERLİ HAZİNE
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkelerden birinde Hasan, Osman, Ali isimlerinde üç kardeş ve babaları yaşarmış. Bir gün sohbet ederlerken babaları:
. - Ben gençken tüm ülkeyi dolaşmıştım. Gezdiğim, gördüğüm yerleri hiç unutamadım. Aradan bunca zaman geçti. Neler değişti, neler aynı, çok merak ediyorum, demiş.
Hasan:
- Biz de hep kasabamızın dışındaki yerleri merak edip duruyoruz. İzin verirsen üç kardeş ülkemizi gezip görelim, sana gördüklerimizi anlatırız.
- Sizden ayrı kalmaya dayanamam ki, demiş babaları.
- Eğer üçümüz de ayrı yönlere gidersek, altı ay içinde tüm ülkeyi gezer döneriz demiş Ali.
Babaları oğullarının heyecanla baktığını görünce, isteklerini kabul etmiş. Yolculuk hazırlıklarına başlamışlar. Yanlarına biraz altın, biraz da yolluk yiyecek almışlar. Babalarının elini öperken "Altı ay sonra mutlaka döneceğiz" demişler. Atlarına binerek köyden çıkmışlar. Yol ayrımına geldiklerinde Hasan kuzeye, Osman doğuya, Ali de batıya yönelmiş.
Aradan bir ay geçmiş. Babaları bahçede odun kırarken Osmanı karşısında bulmuş bir anda:
- Hoşgeldin gözümün bebeği hoşgeldin, çok da tez geldin demiş.
- Hoşbuldum beybabam. Az dolaştım çok buldum. Bir sandık altınla döndüm.
Babası başka bir şey sormamış, sandığı alarak bir odaya kilitlemiş. Aradan bir ay daha geçmiş, bu sefer Hasan eve dönmüş. Babasının elini öpüp başına koymuş. Babası:
- Hoşgeldin gözümün bebeği hoşgeldin çok da tez geldin, demiş
- Seni özledim, erken döndüm. Gelirken de bir . sandık elmas getirdim. Babası birşey sormadan elmasları da altınların yanına kapatmış.
Aradan dört ay geçmiş. Babaları ve abileri her gün Ali in dönmesini bekliyorlarmış. Babaları bir gün iki oğlunu yanına çağırmış:
- Oğullarım, siz evden ayrılmanızdan bu yana iki mevsim geçti. Siz döndünüz ama Ali dönmedi. Ondan bir haber . de çıkmadı, demiş.
Hasan:
- Ben yola çıktığımda yollarda haramiler vardı. Atımı hep kuytuda sürdüm. Gündüz saklandım gece dolaştım. Bir sandık hazine bulunca da eve döndüm. Belki Aliyi haramiler yakalamıştır, demiş.
Osman ise:
- Benim gittiğim yönde ise bir ejderha nam salmıştı. Halktan çaldığı altınları sarayına kilitler, yakaladığı insanlara türlü işkenceler edermiş. Ben birgün bir sandık elmas bulunca, ejderha yakalar diye korktum hemen eve döndüm. Belki de Aliyi ejderha yakalamıştır, demiş.
Babaları sessizce düşünmekteymiş. İşte tam o sırada kapı vurulmuş, gelen Ali imiş. Babasının elini öpmüş, ağabeyleriyle sarılmış.
- Bunca zaman ne yaptın anlat hele, demişler. Ali anlatmaya başlamış:
- Yola çıktığımda yolumu bir harami çetesi kesti. Tüm varımı yoğumu, atımı aldılar. Eve dönmeye karar verdim. Yolda bir kuyudan su çekerken kuyuda
haramilerin hazinesini buldum. Onları çıkarttım. Eve getirecektim ama haramilerin onları halktan çaldığını anlayınca, en yakın köye gittim. Köylülerin yardımı ile hazineyi taşıdık ve halka dağıttık. Beni baş asker seçtiler. Sonra haramilere savaş açtık, onları yendik. Kazandığımız hazineleri aramızda paylaştık.
Komşu şehirlerden bir haber geldi; bir ejderha halkın parasını toplayıp sarayında saklamakta ve halk yoksulluktan inlemekteymiş. Onlara yardım etmeye karar verdik. Komşu şehirle güçlerimizi birleştirdik. Ejderha bizi karşısında kalabalık görünce, hepimizle başa çıkamayacağını anladı, sarayı bıraktı kaçtı. Saraydaki hazineleri de halka dağıttık. Sonra ben eve dönmeye karar verdim. Ama halk beni bırakmadı. Sen bizim beyimiz ol dediler. Ben de sizi görmeye gelebilmek için bir hafta müsaade istedim.
Üç gündür yoldayım. Yarın sabah dönmek için yola çıkmam gerekiyor.
Ali anlatmayı bitirince Osman ayağa kalkmış:
- Baba müsaaden olursa benim getirdiğim hazineyi de bizim kasabadaki yoksullara dağıtalım, demiş.
Hasan:
- Benim getirdiğim elmasları da dağıtalım herkese, diye eklemiş.
Babaları evlatlarına bakmış:
- Hazine sadece altın, elmas değildir. Sizler gibi oğulları olması, bir baba için en büyük hazinedir, demiş..
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst