Annesinin Koca Ayaklı Kızı (Final / Yazan : Aslihan Yilmaz)

Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI
(Otobiyografi-2009)

GİRİŞ

Her insanın yaşamında belirli dönüm noktaları vardır. Yıllarca biriken her anı bir gün gelip dışa vurur. Bazen yere düşüp kırılan bir cam gibi sert ve sivri, bazen de omzumuza konan kuş misali hafif ve sevimli...
1984 yazı. Sıcak bir yaz akşamında gözlerimi dünyaya açmanın kader olduğunu düşünürdüm düne kadar. Oysa kader diye bir şey yokmuş, kader sadece bizim ellerimizdeki tek kolu kopmuş oyuncak bir bebekmiş. Hepsi bu. Devlet hastanesinin 2 no.lu doğum odasında avaz avaz bağıran kadınların arasında genç bir tanesi dikkati çekiyordu. Sakindi; sanki hiç sancı çekmiyordu. Güzel kızı bugünde gelmeyecekti anlaşılan(!) Beklenen doğum ufaklığın mesajını verir gibi önce sessiz ve ürkek akşam saatlerinde ise ameliyathanenin duvarlarını çınlatacak kadar hırçın ve güzeldi…
Hemşire birkaç dakika sonra tekrar ameliyathaneden içeri girdi. Kadın; dokuz aydır hikâyeler anlattığı, geceleri küçük tekmeleri ile uyandığı, tek gözü hala azıcık açılmamış küçücük kızını tutuyordu elinde. Hemşire bebeğe tekrar baktı, gülümsedi ve annesine verirken;
“Tebrikler, koca ayaklı bir kızınız oldu “ dedi.
İşte genç kadın koca ayaklı kızına o gün kavuşmuş oldu…

***
BÖLÜM 1
“İşin Aslı”
İstanbul 1975,

İnsan birisine misket oynarken âşık olabilir mi? Annemle babam işte tamda böyle âşık olmuşlardı. İstanbul’un sakin semtlerinden biri olan Erenköy’ de –ileride benimde çocukluk ve genç kızlığımı geçireceğim semtte- haşarı bir çocukluk dönemini birlikte geçirmişlerdi. Oynadıkları oyunlar hala annemin aklının bir köşesindedir ki, arada, beklide o günleri özlediğinde “harika bir çocukluk geçirdim” der durur. Kim bilir beklide büyüdükçe başaramadıkları o şeyi çocukken yakaladıkları içindir…
“Anne, Nerimanlara oturmaya gidebilir miyim, lütfen lütfen lütfen.”
“Hiç düşünmüyorsunuz beni değil mi! Sabahtan akşama kadar ayakta geziniyorum, çarşısı pazarı, bulaşığı, çamaşırı hepsi bana bakıyor. Baban gelsin her bir yaptığını anlatacağım. Ben artık baş edemiyorum sizinle.”
“Yarın bütün işlerde sana yardım edeceğim anne, söz. Neriman bekliyor.”
“Ortalığı silip süpürmeden hiçbir yere gidemezsin. Ablan gibi okuyup bir şey olacağın da yok bari bana evde yardım et Güzin”
“Peki, anne, bitirirsem akşamüzeri gidebilirim ama dimi?”
“Haydi, haydi oyalanma…”

Baba korkusu; insana en dip köşeleri temizlemeyi, tavanlardaki bütün örümcekleri almayı hatta hiçbir iş yapmadan oturan ablana sataşmayı bile önleyecek kadar büyük bir korkuydu. Ama ne yaparsa yapsın annem yinede dedemin üç dört günde bir tekrarlayan tokatlarından nasibini alırdı. Ahmet Bey; o zamanlar İstanbul Haydarpaşa Gümrük Muhafazada çalışıyordu. Okuma yazma oranının genç nüfusta %10-15 olduğu dönemlerde ilk okul mezunu olarak yüksek mertebe ile gümrükte işe girmişti. Ne yazık ki bu evini ve kızlarını üç gecede bir görmesi demekti. Şimdi görevde on beşinci yılını bitirirken çocuklarından ayrı kalmasına sebep olan işin getirisini kullanıp içgüveysi olarak geldiği bu ahşap evi en baştan yapacaktı. Hem de öyle böyle değil betonarme bir bina inşa edecekti. Civardaki en yüksek binayı. Yaptı da...
Takip eden beşinci yılın sonunda binanın üçüncü katını da bitirmişti. Ve bu; tüm civardaki en yüksek binaydı. Elindeki para bitince ustalar yerine boya badana işlerinde kızlarıyla birlikte çalıştırmış, birçok malzemeyi de kendi taşımıştı. Ama başarmıştı işte. İleride eline tekrar para geçtiğinde belki üç kat daha çıkabilirim diye söz vererek elinde evine adını verdiği soyadı yazılı beyaz mermer taşı binaya çaktı. “Özay Apt. No:36”

“Sakatsa sakat seviyorum, sakat diye onu küçük göremezsin. Ben kararımı verdim baba, evleneceğim.”

Dedemin teyzeme attığı o tokat on yedi yaşındaki anneme büyük aşkların bir tokatla yıkılabileceğini göstermişti. Teyzem üniversiteyi kazanmış, dönemin seçkin okullarından birinde gazetecilik okumaya başlamış ve her konuda olduğu gibi hevesi hemen kaçmıştı. Ertesi sene bir bankaya memur olarak girmiş ve eniştemi orada tanımıştı. Banka da müdür yardımcısıydı, saygı duyulan biriydi ve kadınlarla konuşmasını çok iyi beceriyordu. Teyzem bankaya ilk girdiğinde müdür yardımcısının dikkatini hemen çekmişti. Öğle arası muhabbetler, iş çıkışı otobüs beklemeler, kasa sayımları derken ilk başlarda ona karşı pekte bir his beslemeyen teyzem aynı şubedeki Nilgün’ün de bu adamdan hoşlandığını belli etmesi ile ertesi hafta eniştemin evlenme teklifini tereddütsüz kabul etmişti. Emindi işte; bu adamı seviyordu. Hem de Nilgün’den daha çok. Yemeğe çıktıkları bir gün teyzeme kendi durumundan bahsetmişti. On dokuz yaşındayken ayağının nasıl otobüsün altında kaldığını, neler yaşadığını, bunu ona niye daha önce anlatamadığını, onu çok sevdiğini ve ondan vazgeçerse bunu anlayışla karşılayacağından bahsetmişti. Teyzem işte bu yüklü duygularla o akşam dedemin karşısına geçip o tokadı yiyebilecek cesareti bulabilmişti. Tam 4 ay sonra dedemin gururuna ve ananemin sitemlerine rağmen evlenmişlerdi.
Teyzemin evden gidişi ile annemin yaşadığı boşluk dile getirilmez derecedeydi. Sanki ananem tüm olanlardan onu suçluyordu. Onu suçluyordu kendini de... Erken yaşta kadınlığını kaybetmiş ve iki çocukla evi idare etmeye çalışıyordu ama bu onun küçük kızını gerektiğinden fazla yok saydığı gerçeğini örtmüyordu. Annem için o dönem ev işleri iki kat artmış, en yakın arkadaşı ile artık hiç görüşemez hale gelmişti. Bu iki yıl süren durum annemin babama âşık olması ile son buldu. Ananem her zaman buna daha çok tepki gösterir gibi gelmiştir bana.

“Aşk gerçekten ayaklarımızı yerden kesermiş.” Babamın çarşafların arasında yarısı kaybolmuş uykulu yüzünü izlerken tam böyle düşünüyordu annem. O duygulu ve güçlü bir kadındı. Aşkı uğruna birbirine düşman iki aileyi dize getirmiş ve babamla evlenmişti. Ve ben evliliklerinin 21.ayında onlara ceeee! Diyerek mutluluk getirmiştim. Evet, mutluyduk ve işin aslı işte tam burada başlamaktaydı.


Annesinin Koca Ayaklı Kızı - Okuyucu Yorumları
 
Moderatörün son düzenlenenleri:
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI -BÖLÜM 2-

BÖLÜM 2 “Masallar, Balonlar ve Geçmeyen Yaralar”

İzmir, 1989

Uçan balonlarım vardı benim.
Sarılı mavili ama en çokta yeşil renkli. Kaç erkeğin uçan balonla sokakta yürümekten utandığı o garip duyguyu barındırmazdı dedem kalbinde. Utanmazdı ve unutmazdı her cuma cami çıkışı ve her bayram sabahı balonları yolun başından görebilmek için kat kat minderlerin tepesinden ona el sallayan ufaklığı. Bu yüzden bekleyemezdi hiç yeşil ışıkları.

Çocuk olmanın en güzel yanlarından biri; çalan kapıya koşarken ardında eli dolu birisinin olduğunu bilmektir. Buğulu camlarda kalp resmi yapmak, hazırlanmış sofrada başköşedeki ahşap sandalyeden ayaklarımızı sallandırmak ve paşalar gibi çayımızı içerken yumurtalı ekmeği şekere banmak.

İzmir’in Tire ilçesindeki evimizin balkonundan sokağa kurulmuş semt pazarını izlerken o günleri düşünüyordum. Çevre köylerden insanlar kendi mahsullerini getirip her salı günü bu pazarda satmaya çalışıyorlardı. Çoğu, pazara deve ile malzemelerini taşırdı. Bir tanesine takılmış kocaman çan uyandırdı beni düşüncelerimden. Ne kadar özlemiştim meğer evimi, dedemi, anneannemi. Altı ay önce babamın işleri dolayısıyla taşınmıştık buraya. Annem yol boyunca “İzmir’in havası da insanları da sıcaktır derler, alışacağız kızım” demişti. İzmir’in insanları sıcaktı da ben pek değildim galiba. Bu kadar zaman sonra en yakın arkadaşım karşı apartmanda oturan bir komşunun köpeği tarçındı. Arada parkta görünce annem sevmeme izin verirdi. Bizim apartmanda oturan Deniz Abla vardı. Hafta sonları çalışmadığı zamanlarda bize oturmaya gelirdi. İyi huylu bir kızdı Deniz Abla. Beline kadar inen dalgalı saçları ve hokka gibi bir burnu vardı. Yalnızlığımı bazen fark eder gibi, annemle sohbet ederlerken elindeki bebeği de yürütürdü bana doğru. Oyun oynadığımızı sanıyordu zannımca. Ama daha kötü tecrübelerimde olmadı değil(!) Bizimle aynı sokakta oturan bir de Sebahat Teyzemiz vardı ki evlere şenlik bir kadındı. Bize geldiğinde hep aynı yere tek bacağını altına alarak otururdu. Önce hayırsız gelinini sonrada pısırık oğlunu saatlerce anlatıp uyuşmuş ayağını sallardı gözüme gözüme doğru.

“Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum.” * Yıllar sonra öğrendiğim bu söz bana hep İzmir’i, o günleri, yalnızlığımı ve kırık deniz kabuklarını hatırlatır.

İlk annem keşfetmişti yalnızlığımı. Yüreğimde babamın açtığı yaraları geceleri özenle hep annem sarardı. En çok sonsuza kadar prensi ile mutlu yaşayan küçük ayaklı külkedisini sevdim birde bitmek bilmeyen binbir gece masallarını. Çok içini acıtmıştı halim biliyorum. Bu yüzden karnındaki kıpırdanmaları dinlettiği o gün söylemişti bana. Bir kardeşim olacaktı. Kardeşimi beklediğimiz o İzmir yazı boyunca limona ve tuza doymuştuk. Bende aşeriyordum anlaşılan. Fakat babamın da aşerdiği şeyler vardı. Her gece salondaki kocaman müzik setine taktığı sarma kasetlerdeki acı bana onun benimle aynı şeyleri aşermediğini söylüyordu.

1989 yazında kaçar gibi ayrıldık İzmir’den. Annem babamın ödeyemeyeceğini bildiği bütün borçlarına karşılık tüm eşyalarımızı rehin verdiğini öğrendiğinde yüzünde hayal kırıklığı değil acı gördüm. Babam sonu baştan belli olan bu yolculuktan geriye beni, annemi ve bir kaç parça eşyamızı almıştı yanına. Ben mutluydum evimize dönüyorduk. Dedeme, anneanneme ve uçan yeşil balonlarıma. Olur da onu da almasınlar diye sıkı sıkı tuttuğum peluş bebeğimin üzerindeki küçük elime uzandı babam. Tuttu ve dudaklarına götürüp öptü.

”Geçecek kızım” dedi. Ama babam o gün bilmiyordu ve hiçbir zamanda bilmedi.
Benim öpünce geçmeyen yaralarım vardı…



Aslıhan YILMAZ




*Isaac Newton, İngiliz fizikçi
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI -BÖLÜM 3-

BÖLÜM 3
“Kardeşlik”

İstanbul 1989-1992
“Kardeş olmak için aynı kandan olmak gerekir ya da bazen gerekmez.”

Beş yaşındaydım. Dedemin bize evini açtığı o geceden sonra kendimi hem bedenen hem de kalben çelimsiz hissettiğim bir akşamüzeri annemi apar topar taksiye bindirdiler. “Kardeş geliyor” dedi anneannem arkalarından bildiği bütün duaları ederken. Bahçenin alçak yeşil demir kapısına başımı yasladım. O an kardeş dedikleri şey umurumda değildi. Her küçük kız çocuğu gibi annemi istiyordum…

”Sübyanların duası kabul olur” dedi anneannem. Tam olarak ne dediğini anlamasam da koynunda uyuduğum o gece benim bütün dualarım bu yöndeydi. Ertesi gün beyaz boyalı hastane binasının cam kapısından girerken elimde taze çiçeklerimi tutuyordum. Odaya girdiğimde annem yatakta yatıyor ve kucağında sarıp sarmalanmış ufacık bir şey tutuyordu. Battaniyenin arasından bükülmüş ayakları küçük tekmeler atıyordu annemin göğsüne doğru.

“Yaklaş, gel kızım” dedi annem. Odadaki diğer teyzelerin maşallah ile başlayan cümleleri ile çekingen ve ürkek dolandım yatağın etrafını. Annemin yanı başına geldiğimde çarşafın ucuna tutunarak parmak uçlarımda yükseldim. Önce beni omzumdan çekip yanağıma öpücük kondurdu sonra kucağında tuttuğu ufaklığın yüzünü görebileyim diye eğdi kolunu. ”Kardeşine hoş geldin de kızım” dedi. Kardeş(!) Evde günlerdir adı kararlaştırılmaya çalışılan bu varlığın benim için tek adı vardı. O da kardeş.

Anneannem arkamdan yaklaşıp zayıf omuzlarımı tuttu. Eğilip yüzüme baktı. “Sevdin mi kızım?” dedi. Yüzü bence biraz fazla pembe, buruş buruş ufacık bir oğlan. Bunu mu sevecektim ben. Başımı salladım yinede. Anneannem hoşnut olmuş şekilde ellerini çekti omuzlarımdan. Annemin kucağından üçüncü erkek torununu aldı kollarına. Şimdi başımın üzerinde anneannemin kollarında tuttuğu üzerinde turuncu ceylanların olduğu mavi battaniyeye sarınmış küçük oğlandaydı gözlerim. Tam o sırada kapı açıldı. İçeri nasıl bir güneş girdiyse adeta kalbim kamaştı. Dedem diğer doğum yapmış kadınların toparlanmasına zaman tanıyan bir yavaşlıkla girdi içeri. Gözlerindeki yaşı bir ben gördüm. Onu benden çok sever miydi ki? Sevmezdi, dedem her sevdasına ayrı bahçe açmıştı gönlünde. Hepsinin toprağı da can suyu da başkaydı. Hiç beş yıldır sulanan bu bereketli bahçeyle bu bir avuç toprak aynı olur muydu?
Ağız birliği yapmışlar gibi bu sefer de dedem sordu yanıma gelip. “Sevdin mi kızım kardeşini”. Bu sefer gelen soru anlamamı sağlamıştı. Önemliydi benim sevmem. “Sevdim” dedim. “Kardeşimi çok sevdim.”
Battaniyedeki küçük ceylanların başı büküldü. Bu benim hatırladığım ilk yalanımdı ve ne yazık ki son olmayacaktı.
Ertesi gün annemi hastaneden eve getirdiler. Evde bir hareket evde bir telaş(!) Kırmızı adi plastikten yapılmış oyuncak bir atım vardı. Bir bacağı mavi diğeri sarı. Önce onu verdim minik ellerine. Tutamadı, düştü yere, bacaklarından bir tanesi de benim ayaklarımın dibine. Bir gülümseme yayıldı küçüğün yüzüne. Sonrada bir daha ne verdiysem sıkı sıkı tuttu ellerinde. Hiç bırakmadı…


*****

Birini düşünün; gözlerine her baktığınızda çocukluğunuzun küçük günahlarını ve gençliğinizin büyük sırlarını gördüğünüz bir insan. Aynanın beden giymiş haliydi karşımda duran. Yaptığım bütün yanlışlarda arkamda duran. Eda’m.

Gecenin en kör saatlerinde İstanbul’un evimize yakın semtlerinden birinde bol merdivenli bir kapı girişindeki arabamızın içinde annemin nasihatlerini dinliyordum.”Uslu dur Aslıhan, bu gece uslu dur.” dedi. Durdum bende. Açık camdan dolan soğuk paltomun içine işlerken babasının kucağında bir kız çıkardılar apartmandan.

Onu ilk kez bir sene önce yine bu apartmandaki evlerinde görmüştüm. Kahverengi dalgalı saçlarıyla muzip bakışlı küçük bir kızdı. İlk randevularındaki sevgililerin kaçamak bakışlarıyla süzdük birbirimizi. Annesiyle birlikte karşımdaki oturduğu koltukta tek eli annesinin sıkı sıkı tuttuğu hırkasında benden saklanıyordu aklınca. “Hadi Eda, göster odanı Aslıhan’a.”dedi Gülten Teyze. Bakışlarımız kaçmadı bu sefer, birleşti. Bir buçuk saat sonra tam cesaret vermişken bana o muzip bakışlarla tek kaşımı kaldırdım. Ne o teklif edebildi sonrasında ne ben niyet ettim hâlihazırda. “Gidiyoruz” dedi annem en sonunda, misafirlik bitti.

Şimdi bir yıl sonra arabanın içinde gözleri kapalı babasının kucağında yatarken ona bakıp çok kızmıştım kendime. Neden defalarca ziyaretlerine gittiğimiz o evlerinde bir kez bile odasını görmeye gitmedim diye. Kollarında tuttuğu küçük kızına baktı Turan Amca endişeyle. “Havale geçiriyor” dedi. Uçarcasına vardığımız hastanenin merdivenlerinden çıkarlarken babasının koluna düşmüş başından bir tutam kahverengi saç dalgalandı. O saçlar gelip benim kalbime dolandı.

Çok yıllar sonra tesadüf yerine kader kelimesini kullandığım zamanlarda yüreğinden çok havaleler geçiren ben, kaçamak bir bakış attım yanımda oturan genç kıza.
“Ne var?” dedim sinirle. Genç kız pencereye yüzünü döndü. O söyleyeceklerini düşünürken ben ona uzun uzun baktım. Çocukken bilmiyordum ama hayat benden tüm değersiz alacaklarını yıllar içinde acımasızca söküp alacak ve geriye en kıymetlilerini bana bırakacaktı. Kardeşim gibi, bu kız gibi.
“Sana bir sır vereyim mi Aslıhan?” dedi genç kız. Tek kaşımı havaya kaldırdım.
Güzel bir yüz muzipçe güldü. Bir tutam kahverengi saç havada dalgalandı.

Aslıhan YILMAZ
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI -BÖLÜM 4-

“İlk Can Acıları”
İstanbul 1994,

Can,
Benim yeşil benli özürlüm.
Şimdi geriye dönük bakınca hatırlıyorum da o kadar masumdu ki benim ilk aşkım.
Her sabah seni görmek için giydiği o şekilsiz siyah önlük ve taktığı o en ucuzundan beyaz yaka ile okula koşa koşa giderdi bu küçük kız. Bilirdim beni görmezdin bile. Kim aligarson saç modelli, çilli, zayıf bir kıza bakar ki(?) Ben ise sana bakarken kendimi o kadar kasardım ki bu yüzden hala o zamanlar çillerimin büyümesine sebep olduğunu düşünüyorum.
Seni seviyordum, seni gerçekten çok seviyordum. En çokta nasıl göstereceğimi bilmiyordum. Okul yaşamında yazılı olmayan kurallarda vardır, bir erkek bir kızdan hoşlanıyorsa gelip sırasına oturur. Biz buna sıra arkadaşlığı deriz. Ve ben orta sıranın en önünde -öğretmenimiz tarafından- inek Onur’la oturtulmuşken senden böyle bir şey beklemek hata olurdu. Evet, en ön sırada oturuyordum çünkü kısa boylu bir kızdım. Alın size bir kusur daha…
Ama seninde kusurların vardı. Buna inanmak bana o zamanlar zor gelse de evet seninde kusurların vardı. Okuldaki bir diğer ilköğretim hocamızın oğluydun, uzun boylu ve yakışıklıydın da. Ama tam alnının ortasında tahta kalemi ile özenle kondurulmuş gibi duran bir yeşil benin vardı. Biliyordum sende kusurluydun ve biz birbirimiz için yaratılmıştık. Bunu söyledikten 1 hafta sonra ise Süheyla’nın yanına oturman tüm aşk ironimi yıkmıştı. Süheyla yaşına göre biraz hızlı büyümüş, alımlı, ela gözlü, beline kadar inen dalga dalga saçları ile sınıfın gözbebeği kızıydı. Esas kıza esas oğlan yani. Ama seninde bilmediğin bir şey vardı ki, oda o kız sana asla matematikte kopya vermezdi.
Sınavda onu dürterken hoca tarafından yakalanmış ve sınav bitene kadar-tam kırk beş dakika-tahta önünde beklemiştin ve bu bile seni Süheyla’dan uzak tutamamıştı.
Süheyla’nın ailesi zengindi ve tüm zengin çocukları gibi okula servisle gidip gelirdi, evleri üç sokak ötede olsa bile… Ben ise yürürdüm. Yürürken kendime kuytu bir apartman bahçesi bulmuştum ve yemediğim beslenme çantamı her gün düzenli olarak orada dökerdim. Bir sürü arkadaşım olmuştu. Kimisi getirdiğim yemeği her gün yiyor kimisi başka bir şey yok mu diye miyavlayıp dururdu. Hem bu benim suçum değildi ki. Her gün peynir ekmek yemekten bende sizin kadar bıkmıştım zaten. Bazen annem beslenme çantama domates salatalık koyardı ve bu benim için ziyafet sayılırdı. Beslenme çantamı sınıfta gururla açar ve zevkle yerdim. Bu genelde iki haftada bir yaşanırdı. O zamanlar ilköğretim okullarında aynı tip forma gibi yeme içmede de bir takım kurallar getirilmemesi ne kötüydü. Sınıfta kaşar, salam, tost gibi şeyler yiyenlerin yanında kuru ekmek arası peynir daha da bir gitmiyordu sanki boğazımdan.
Evet, bu babamın suçuydu. Artık doğru düzgün çalışmaz ve her gün alkol alır olmuştu. Dedemin emekli maaşı ancak bu kadarına yetiyordu. Üstüne üstlük evde her gün yaşanan kavgalara birde beslenme çantasını eklemek doğru olmazdı.
En çok içimi acıtan ise aile konulu kompozisyonlardı. Okulda babamın işini söylemekten utanırdım. Sahi babamın işi neydi? Bir kere annemden duymuştum serbest meslek diye bir şey diyordu mahallemizdeki dedikoducu teyzeye. Bende öyle demiştim okulda. İyi bir şey olmalıydı. İstediğin zaman gidip geldiğin bir iş ve istediğin kadar kazandığın. Peki, babam niye bu kadar az kazanıyordu. Bu kadarının bize yettiğini mi düşünüyordu. Birisi ona tek bacaklı naylon bebekle iki yıldır oynadığımı söylemeliydi.
Artık tek mutluluğum hikâye kitaplarım olmuştu. Sürekli okuyordum. Şimdide elimde Jules Verne diye yabancı bir yazarın balonla beş hafta adlı kitabı vardı. Öğretmenimiz yaşıma biraz ağır geleceğini söylemişti ama ben dinlememiş ve okumaya devam etmiştim. Doktor Fergusson –kitapta kırklı yaşlarında bir adam olmasına rağmen- benim için yakışlı, uzun boylu, lacivert ceket, gri pantolon ve yeşil benliydi. Tanrım! onunla balonla Afrika’nın ormanlarında muhteşem bir beş hafta geçirmiştik. Kitapta kadın kahraman olmamasını sorun yapmamış ve onun uşağı Joe olarak kendimi gayet güzel bu kahramanın yerine oturtmuştum.
Beşinci yılsonu okuma yarışmasında bu kitabı anlatacaktım. Bu benim hayallerimin kitabıydı. Okumayı bitirince onun gözlerine bakacak ve ders bitince birlikte el ele tutuşup sınıftan çıkacaktık. Afrika’ya değil tabi ama belki arka sokaktaki havuzlu parka gider biraz oturur ve ona diğer kitaplarımı da anlatabilirdim.
Herkes okuyacağı kitapları söylüyordu birbirine. Artık sınıfın gündemi bu olmuştu. Duydum ki Süheyla’da Polyannayı okuyacakmış. Tam ona göreydi zaten. Onun gibi bir hayatı olan her kişi hiç tereddütsüz bir Polyanna olurdu. Hem bu yaşa kadar Polyannay’ı okumamışımıydı bu kız(!)
İki hafta sonra bir akşam evde prova yapıyordum. Kitabımı odada sınıfa anlatır gibi sesli tekrarlıyor, arada bir Can’ın oturduğu sıraya denk gelecek yere yerleştirdiğim yastığa da bir bakış fırlatıyordum. Tam istediğim biri kurnaz ve nüktedan bir bakış. Evet, Can’cım ben beş senedir buydum ve sen beni fark edemedin bile ahmak diyen bir bakış.
O gece o kadar çok tekrarladım ki bu okumayı ilk kez anne babamın tartışmalarından sıyrılıp bambaşka bir dünyaya gitmiştim. Sabah annemin geç kaldın sesi ile yataktan fırladım. Anlaşılan tartışmaları gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürmüş ve annemde saati kurmayı unutarak yatmıştı. Hemen yataktan fırladım. Hava buz gibiydi. Annem benden önce kalkıp katalitik sobayı yakmıştı bile. Evdeki tek ısınma aracımız bu olmuştu artık. Oturma odasına gittiğimde babamın masada önünde tabaklar ve içki kadehi ile uyuduğunu gördüm. Sessizce sobanın önüne oturdum. Sırtımı yaklaştırdım, tüp azaldığı için kendini bile zor ısıtıyordu zavallı soba. Sıcaklığından çalarak kendimi ısıtmaya çalıştım. Sonra babama baktım. Ve o an ileride Can’ın da böyle olmaması için dua ettim. Ne kadar geçti bilmiyorum beş ya da on dakika belki. Uyumuşum yerde (!) katalitiğin önünde öylece babama bakarak uyumuşum. Tekrar annemin sesi ile uyandım. Sabahçı olmama lanet ettim ve annemin getirdiği çay ve peynir ekmeği mideme indirip aceleyle paltomu giydim. Bugün geç kalamazdım. Her gün olabilirdi ama bu gün hayır! Koşarak okula gittim. İlk ders başlamış ve herkes sınıfa girmişti bile. Koridorlar bomboştu. Olamaz böyle olmamalıydı. Derin bir nefes aldım. Bugün benim günüm olacaktı. Evet kötü başlamıştı ama iyi bitecekti.

Kapıyı parmaklarımla tıklatıp saygıda kusur etmeden açtım. Başımı kapı aralığından usulca çıkardım. Feride Hoca kürsüde tüm ihtişamı ile oturuyor ve sınıfa okuma ile ilgili son vaazlarını veriyordu. Kapının eşiğinde duran bana baktı ve başını bu kız okuyacakta göreceğiz ifadesi ile salladı. İçeri girdim. Biraz sinirlimiydi ne? Paltomu hemen asmamı ve oturmadan benim başlamamı söyledi. Dediğini yaptım. Geç kalmıştım ve kadını daha da sinirlendirmeye gerek yoktu. Kürsüye doğru yürüdüm.

Başımı kaldırdığımda onu gördüm. Onu ve yanında oturan Süheyla’yı. Bunu tahmin ediyordum ama yinede hafif utandım. Çantamı yanıma yere koydum ve o muhteşem hikâyemi anlatmaya başladım. Sınıfın baş ineği Berkay dâhil herkes bana bakıyordu. Benim böyle yetişkin bir hikâyeyi nasıl okuyup anladığıma bakar gibi dehşet ve hikâyenin devamını bekleyen merak dolu gözlerle. Sonunda hikâyem bitti ve sınıfta bir alkış koptu. Hoca dâhil herkes çok beğenmişti. Ve ben o ana kadar ona hiç bakmadığımı fark etmiştim ki baktığımda onun da beni alkışladığını gördüm. Doktor Fergusson beni alkışlıyordu. Bu nasıl bir mutluluktu. Uçuyordum. Üstelik yanında oturan Polyanna bile bu mutluluğu bozamazdı.
Ve ben gururla eğilip çantamı aldım yürümeye başladım. Sırama doğru yürüdüm yürüdüm ve son kez ona bakıp döndüm ve oturdum. İşte her şey tam o anda oldu. Sınıftan az önceki alkışın üç katında kahkaha sesleri yükseldi. Ne olduğunu anlamıyordum. Niçin gülüyorlardı. Ve özellikle niçin bana bakıp gülüyorlardı. Hayır, bu hikayemi beğendikleri için değildi. Bu..bu..ben tam ne olduğunu anlamaya çalışırken yanımdaki Onur bana arkama bakmamı söyledi ve o anda hayatımda gördüğüm en büyük utancı yaşadım. Önlüğümün arkası tüm kalçama kadar açıktı. Yanmıştı. Önlüğüm, atletim yanmıştı ve sırtımı gözler önüne seriyordu. Katalitik(!) Olamaz, bu olmazdı bugün böyle bitemezdi. Başımı kaldırdığımda Feride Hoca masamıza büyük bir gürültü ile vuruyor susun diyordu. Sonra yanıma geldi ve beni kaldırdı. Ben ise sınıfa değil hocanın yüzüne bile bakamıyordum. Yanaklarım alev alev yanıyordu. Çantamı sımsıkı tutarak ayağa kalktım, hocamın getirdiği paltoyu giydim. Bana elini uzattı. O an o ele tutunabileceğim tek dalmış gibi sarıldım ve yürüdüm. Başım önümde sınıfın kapısında son bir kez arkamı dönüp baktığımda onu gördüm ağzı kulaklarına varmış onu. Yeşil beni gülmekten aldığı yüzünün şeklinde yok olup gitmişti. Ve hızla arkamı dönüş çıktım. Artık bu durum can’ıma tak etmişti.

*****
Bu olay sınıfta öyle hemen unutulmadı. Gülüşmeler, iğnelemeler ve basit espriler birkaç hafta sürdü. ”Önlüğünü balonda mı yaktın kuzum”,” Wah wah Afrika’da aslan mı saldırıp parçaladı” gibi bitmek bilmeyen şakalar aldı başını gitti. Öğretmenim hemen ertesi gün annemi aramış ve sınıf annesinin aracılığı ile bana başka bir öğrencinin eski önlüğünü vermişlerdi. Demekki bu gülünç durum evlerde de anlatılmıştı. Düşünüyordum, on bir yaşında bundan daha kötü ne olabilirdi. Zaten asosyal olan ben artık hiç kimseyle konuşmuyordum. Döktüğüm peynir ekmeklerle önce babamı sonrada kendimi cezalandırıyordum. Tabii ki bu da benim işleyeceğim son günah olmayacaktı.

Yılsonu yaklaşmıştı. Bu sene ilk kez takdir almaya yaklaşmıştım. Bunda kitap anlatma rezilliğinden tam not almamın da payı büyüktü. Feride Hoca gerçekten hikâyemi beğendiği için mi yoksa o günü biraz olsun unutturmak için mi bilemem sınıftaki en yüksek notu bana vermişti. Bende dediğini yapacak, o günü unutacak -en azından deneyecek- ve bu başarı ile ailemi gururlandıracaktım. Belki de bir barbie ile beni ödüllendirebilirlerdi. Bunu onlara henüz söylememiştim tabi. Naylon bebeğimin artık toplu iğne batırılacak yeri kalmadığını görmeleri için ne daha yapmam gerekirdi ki. Barbie denilen bebekler naylondan değil daha sert bir maddedendi. Bunu iki apartman ötede oyun oynadığım naif bir kız olan Hatice’de görmüştüm. Ama o gün bir şey daha öğrenmiştim bu barbie denilen bebeğin birde erkek sevgilisi varmış. Adı Ken’miş. Hah! Sorun değil nasıl olsa benimkinin adı değişecekti. Ahmak Can ya da yeşil benli özürlü gibi. Bebeklerinin yüzü, vücutları o kadar gerçek ve güzeldi ki. Böyle bir bebeğim olsa dünyada başka hiçbir şey istemezdim. Barbinin upuzun saçları vardı. Tıpkı... Tamam, tıpkı Süheyla’nınkiler gibiydi işte. Aslında benimkilerde omuzlarıma değiyordu yani çekiştirip omuzlarımı biraz kaldırırsam bunu başarabiliyordum. Annem neden saçlarımı kısa kestirip duruyordu. Bir kız için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor muydu bu kadın.
Yılsonu yaklaşırken bir mezuniyet eğlencesi olacağını öğrendik, herkes çok mutluydu. Bende kendim adına benden başka bir eğlenceleri çıktığı için mutluydum. Oyunlar, skeçler belirlendi. Gösterinin en mükemmel oyunu “Katibim”di. Seçmeler yapıldı. Hiç şaşırmamıştım Katibenin Süheyla, Katibinse Can olmasına.

Ve işte sıra benim rolüme gelmişti. Kâtip ile kâtibe Üsküdar’a doğru yol alırken bende kenarda bekleyen dört ağaç figüründen biri olmuştum. O dallardan beni göremezken bu benim onu son görüşüm olmuştu.
*****
Aynı akşam annem ve babam yine tartışıyordu.
“Yeter artık bıktım bıktım aileme yük olmamızdan, bu ilgisizliğinden, parasızlıktan, her gece içki içip bizi unutmandan duyuyor musun beni.” diye yine isyan etti annem. “Of! Güzin başlama yine her akşam aynı tartışma.” Babam bizden ne kadar sıkılmıştı meğer.
“Şu içkiye verdiğin parayla çocuklarına bir hediye al. Bak kızın bugün bize takdir getirdi.” Babamın o anda takdirin ne demek olduğunu anladığından emin değildim.
“Keyfimden mi içiyorum, ben annemi bile tanımadım. Sen anlamazsın bunu Güzin, senin tüm ailen yanında.” Babamın sesi boğuk çıkmaya başlamıştı. “Benim yüzümden öldü. Ben doğmasam ölmezdi.” dedi.
“Senin ailen biziz. Bu hayatta herkese bir pay acı düşüyor. Kimimiz senin gibi bunu belki daha erken yaşamak zorunda kalıyoruz. Aynı şeyi kendi çocuklarını da yaşatmak ister misin? Onlarında senin gibi bir yanlarının ömürlerince eksik kalmasını ister misin söyle bana? Artık seçimini yap lütfen, ya içki ya da ailen. Ben bu hayatı seçiyorum diyorsan da kapı orada.”

Kapı aralığından çıt çıkarmadan izlediğim bu konuşmadan sonra ertesi sabah babam birkaç parça eşyasını topladı. Beklerken korku ve üzüntüden halının desenleri incelemeyi bitirmiş ayak parmaklarıma –her birine beş dakika kadar-bakıyordum. Babam yanıma geldi. Başımı kaldırdım, yüzüne baktım, o saçlarımı okşadı ve,
“ben gidiyorum artık kızım” dedi.
On anda sanki farklı bir dilde konuşuyordu ve ben hiç bir şey anlamamışım gibi yüzüne bakıyordum. Bu olamazdı. Bizi tercih etmemiş olamazdı. Eğildi saçlarımı kısaca okşadı, o bile zaman kaybıydı sanki kısa ve öz. Daha önce de başka çocuklara da yapmış gibi. Sonra hızlıca gitti. Benden uzağa. O kapanan demir kapının sesi bugün hala kulağımdadır.

Ve 11 yaşımda hayatımda tanıdığım iki adam tarafından da terk edilmiştim.
Beni artık gerçek sevgiye hiç kimse inandıramazdı.


Aslıhan YILMAZ
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI -BÖLÜM 5-

“Sudan Sebepler, Yanlış Tercihler”

İstanbul 1994-1997

Kendimi tanımaya çalıştığım zamanlardı. Tanımaya, yaralarımı sarmaya ve ayakta durmaya çalıştığım zamanlar. Beş yıl birlikte okuduğum çoğu arkadaşım aramızdan ayrılmış ve geriye kalanlarla her orta halli ailenin çocuğu gibi aynı devlet okulunda devam ediyorduk ortaokula.

Battaniye altında küçük kırmızı televizyonumuzda çizgi film izleyerek geçirdiğimiz o soğuk kış sabahlarından birinde kapımız çalındı. Babam giderken -bizi gibi- yıllardır bitmek bilmeyen borçlarını da yanına almayı unutmuş olacaktı ki; sonradan haciz memuru olduğunu öğrendiğim bir adam evimize adım attı kirli ayakkabılarıyla. Elindeki saman kağıdından defterini açıp kendi kadar temiz bir sayfayı çevirdi. Odaları dolaşırken eşyalarımızı kağıda sesli sıralamaya da başlamıştı.
“Bir adet buzdolabı, iki adet çekyat, bir adet merdaneli çamaşır makinesi, bir televizyon”
“Hayır, televizyon olmaz. Çocuklarım izliyor, lütfen televizyon olmaz.” Annemin çaresiz talebinden sonra adam önce tek kişilik koltukta büzüşmüş kardeşimle bana sonrada az önce not ettiği televizyona baktı. Her gün en az birkaç kez yaşadığı sıradan manzaralardı bunlar ve bizim gül yüzümüzün bu işte hatırı yoktu.
“Bende emir kuluyum hanımefendi, yapabileceğim bir şey yok.” dedi. Uzun kahverengi paltosundan halımızı kirleten ayakkabılarına kaydı gözlerim. Ayakkabıları gibi kalbide kirliydi belli ki.

Anneannemin yeğeni Ayhan Dayı vardı. Bizi seven sayılı akrabalarımızdandı. Haktan hukuktan anlayan düzgün bir adamdı. Annemin babama açtığı boşanma davasında anneme şahitlik yapmıştı. O gün adamın gidişinden kısa bir süre sonra annemde Ayhan Dayı’lara gitmek üzere ayrıldı evden.
İki gün sonra aynı kirli ayakkabılı adam tekrar geldi. Yanında iki polis memuru ve kapıda bekleyen -üzerinde nakliyat yazan- bir araçla. Annem, dedem ve Ayhan Dayı ile kapıda karşıladı onları. İki gün önce postacının getirdiği boşanma ilanını adama uzattı. Uzun uzun baktığı kağıdı geri verip savaştan ganimet toplayamayan asker edası ile arkasını dönüp uzaklaştı kirli ayaklı adam. Peşindeki polis memurları da arkasından. Onlar gittikten sonra, sinirden mi, rahatlamadan mı bilmem annem gözyaşlarına boğuldu.

Ertesi gün evde telefon çaldı. Ben henüz boyum yetmediği için, içinde kırmızı televizyonumuzun da bulunduğu büyük camlı kütüphaneye tırmandım. Ayaklarımı televizyonun olduğu sıraya koyup bir üst raftaki telefonun ahizesine uzandım.
“Alo?” dedim televizyona tutunarak dengemi sağladım.
“Aslıhan, kızım, ben baban” dedi. “Annen orada mı?” Bazı anlar vardır ki; vücudumuzdan hızla ter boşanıp, yerin ayaklarımızın altından kaydığını hissederiz. Televizyona tutunmuş küçük bedenim aynı böyle tepkiler veriyordu şu an. On bir yaşımda, her şeyin farkında ve benden beklenenden çok daha fazla bir kararlılıkla konuştum onunla. Artık sudan bahanelere tahammülüm kalmamıştı.
“Benim senin gibi bir babam yok! Duydun mu yok. Yooook!” diye haykırdım.
O gün kapanan ahize bizi o kirli hayattan çekip çıkardı. Yaşanan acı geride kalan beş insanı birbirine bir ömür boyu bağladı. Bir daha kimse ağzımızdan ard arda o heceyi duymadı.
“Ba-ba”

Üç yıl peşi sıra su gibi aktı. Artık on dört yaşımda genç kızlığımın ilk zamanlarındaydım. Annem babamdan boşandıktan sonra o zamanın en bilindik emlak firmalarından birinde işe girmişti. Babamla evlendiği ilk yıllarda yanlış bir tercih yapmıştı mesleği ve sevdiği adam arasında. Şimdi çalışmak zorunda olduğu bu işte gocunmadan çocukları için mücadele ediyordu. Bir akşam elinde iki renk paltoyla çıka geldi. Sevinçle giydim üzerime bana alınmış olanı. Oh be! dedim. Biz yeterdik birbirimize. Annemde öyle düşünüyor olmalıydı ki başka birini hiç sokmadı hayatımıza.
On beş yaşıma girdiğim yıl anlamıştım ki; sudan sebepler hayatımızı dönemeçli yollara sokabilirken, yanlış tercihler bizi dik uçurumlara sürükleyebilirdi.

Uçtuk bizde ama bir farkla; herkes bizim kadar şanslı değildi zannımca.
Biz düşerken bir çift el tuttu havada, her zaman babam bildiğim tek adama,
Dedem Ahmet Özay’a.

Aslıhan YILMAZ

Annesinin Koca Ayaklı Kızı - Okuyucu Yorumları
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI -BÖLÜM 6-
"Gondol Sefası"

İstanbul 1998,

“Anne Eda’lar geldi! Yaşasın çay bahçesine gideceğiz.”
Sevinçle perdeyi kapatıp koltukta zıplamaya başladım. İçimden ise yaşasın Lunaparka gideceğiz diye geçiriyordum. Arabanın tekrar çalan kornası ile koltuktan atlayıp kendi çapında sevinen kardeşime bir cimdik attım. Mademki bu kadar sevinmiştim bunu etrafa da göstermeliydim. Öperek sarılarak seven bir çocuk olamadım ben mizacım hiç kabul etmedi bu şirinlikleri. Ama hakkını vermem gerekirse attığım her cimdik bir öpücüğün yerini tutacak kadar iz bırakırdı karşı tarafta.
“Ah gerizekalı” dedi dilinin döndüğünce. Ne kadar da zevk verirdi küçük kardeşime sataşmak. Onun bana karşı koyamayan güçsüz bedeni her defasında annemden yardım istemeye muhtaçtı.
Arka odaya koşup cüzdanımdaki birkaç parça bozukluğu cebime sıkıştırıp ardından paltomu giydim. Ayakkabılarımı bağladığım sırada annem kardeşimi getirdi yanıma. “Siz çıkın bende geliyorum beş dakikaya” dedi kapıyı kapatırken. Aydın o ufak ayaklarıyla merdivenlere doğru koşmaya başladı. Kapının aralığından başını çıkaran annem telaşla ekledi. “Aslıhan, o kardeşine de bak düşmesin merdivenlerden.”
Bağcıklara son düğümü de atıp sinirle doğruldum. Baş belası çocuk. Hızla yaklaşıp merdivenlerin başında yakaladım onu. “Bana bak, uslu dur yoksa gece chucky gelir.”dedim.
“Gelmez işte.”
“Yaaa gelmez! Gündüz saklanıyor onun içinde.” Elimle bahçenin ortasındaki büyük şimşiri göstererek.“Gece ben istersem geliyor, bu gecede senin için çağıracağım onu.”
Chucky benim de dâhil tüm yaşıtlarımın kâbusu olan bir korku filminin başkahramanı katil oyuncak bir bebekti. Ama ne bebek(!) Edalarda yalnız kaldığımız zamanlarda evdeki tüm panjurları kapatıp bir koltukta büzüşerek izlerdik videokasetteki filmini. Belki de bu yüzden asla bir lahana bebeğe sahip olmak istemedim. Eda’nın Aydın’la yaşıt bir erkek kardeşi vardı. Çocuğu ve beni odada öylece bırakıp tuvalete gideceğim diye arka odada dakikalarca saklanırdı. Korkudan ayaklarımızı kanepeden sallandıramazken o acayip sesler çıkartarak bizim ödümüzü kopartırdı. Daha o zamandan belliydi cesur bir kızdı Eda ve hep öyle kalacaktı.
*****
“Açsana kapıyı Eda” dedim arabanın camına vurarak. Arabanın içine önce Aydın’ı bindirip sonrada kendim bindim.
“İyi akşamlar çocuklar.” dedi Turan Amca. Ne çok severdim onu. Babamın gidişinden sonra bizi hiç yalnız bırakmamışlardı. Haftada iki akşam bizi evden arabayla alıp ailecek gittikleri gezmelere ortak ederlerdi. Turan Amca ile annem aynı mahallenin çocuklarıydı. Bazen bana ben senin annenin sümüklü hallerini bilirim diye takılıp dururdu.
Annem genç kızlık dönemlerinde katıldığı bir daktilo kursunda Gülten Teyze ile tanışmış ve çok yakın arkadaş olmuşlardı. Turan Amca o vesile ile tanımış ve ilk görüşte âşık olmuştu Gülten Teyze’ye. Çalıştığı iş yerinin önünde saatlerce beklemiş sonunda tatlı dili ile çalmıştı sevdiği kadının kalbini.
Yarım saat sonra Anadolu Yakası’nın sahil semtlerinden birinde kurulmuş lunaparkın yayındaki çay bahçesinde çaylarımızı içiyorduk. Eda ile kaş göz işareti ile anlaşarak elimize bir avuç çekirdek alarak yan masaya kaydık. Konuşacak, üzerinden geçilecek son dört günde çok dedikodu vardı zira. Dedikodu biter bitmez elimi cebime atıp; “Bende beş lira var.” dedim, lunaparkın ışıklarından daha parlak bir ışık gözlerimde parlarken.
“Ben alamadım kızım! babam cin gibi hiç yer mi?” Eda başını çevirmeden göz ucuyla babasını takip ederek.
“Olsun bir kere binebiliriz, hadi” dedim sevinçle.
Masadan kalkarak çaktırmadan –ya da biz çaktırmadığımızı sanarak- yavaş yavaş yürümeye başladık.
“Biz biraz dolaşıp geleceğiz” dedi Eda. Çocuğun bile inanmayacağı bu açıklama karşısında Turan Amca göz kırptı. “Ne tarafa?” Kol kola girmiş yürürken aynı anda “Hiç şöyle.” Deyip gösterdiğimiz tarafa doğru yöneldik. Çay bahçesinden çıkıp sahil yolunun kenarındaki kaldırımdan yürümeye başladık bir gözümüz Turan Amca’da. Kaldırımda ilerlerken yanımızdaki yoldan geçen bir araba korna çaldı. Bize mi çaldı ?” dedim.
“Yok, canım saçmalama” dedi Eda. İki ve üçüncü arabadan sonra emin olmuştuk. Bize çalıyorlardı.
“Var mısın?” dedim. “Yirmi araba yapmaya.” Aklıma gelen en aptal fikirle.
“Varım” dedi. Annemlerin görüş alanından çıkıp üç yüz metrelik bir alanda gidip geliyorduk. Sadece beş dakika sonra “On dokuz” dedi Eda katılarak gülüyordu. Bense kahkaha atmaktan konuşamaz halde karnımı tutuyordum.
Derken önümüzde bir araba aniden durdu. “Küçük hanımlar sizi gideceğiniz yere bırakabilirim.” dedi kır saçlı şoförü. Bizim donmuş ifademizden cesaretle adam kapıyı açmak için uzanınca yay gibi gerilip ok gibi aynı anda sıçradık. Deli gibi koşuyorduk. Lunaparkın büyük demir kapısına vardığımızda soluk soluğa söyleyebildim o arsız kelimeyi. “Yirmi”
*****
Gişeden elimde biletlerle çıkarken Eda beni kenarda bekliyordu. Hala koşmaktan düzensiz nefesi ile konuştu. “Bu dolu bir sonraki tur binelim. En arkasına oturmadan zevki çıkmıyor.”dedi Önümdeki dev gondola ve içinde çığlık atan insanlara bakıyordum. Para verip işkence çeken insanların ruhlarının derinliklerinde neler saklanıyordu kim bilir.
“Ben buna hiç binmedim Eda.” dedim. “Çok heyecanlı” diye bağırdı çığlık atanların seslerini bastırarak. Öyle olduğu kesindi heyecandan kalbim duracaktı. İnsanlar gondoldan inerken sabırsızca aralarından en arka sırayı kapabilmek için ilerliyorduk. En arka koltuğa oturduğumuzdan kısa bir süre sonra diğer yerlerinde çoğu doldu. Önümdeki tek tutunma aracı olan alçak demire tutundum.
“Eda bu sallanıyor ya açılırsa” dedim korkuyla ve emin olmak için demiri oynatmaya devam ediyordum. Bana daha önce demirin açılıp içinden düşenlerin olduğu bir hikâye anlattığı sırada tekerlekler hareketlendi. İnmek için çok geçti artık fakat anın tadını çıkarmanın da tam zamanıydı. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Uçuyordum. Kesinlikle uçuyordum. Sanki gondol havalanırken içimden bir şeyler gidiyordu. İçimdeki bütün serçeler bir bir havalanıp bulutlara doğru kanat çırpıyordu. Ben hayalimin en güzel yerinde iken bir kol dürttü beni.
“Aslıhan, bittik babam.” dedi Eda. Gözlerimi açtığımda Turan Amca’nın aşağıda bilet gişesine dayanmış bize el salladığını gördüm. O an yapılabilecek en saf ve salak hareketle el salladık aynı anda.
İndiğimizde yan yana dizilmiş halde nutuk seviyesine yakın uzunlukta bir azar dinledik. Turan Amca sinirden gülerek baktı bize. “Siz var ya kızım(!) otuz yaşınıza gelseniz de hala akıllanmazsınız.”dedi. Gerçekten de öyle oldu. Otuz yaşımıza gelmiş ve hala akıllanmamıştık…

A.YILMAZ
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
“Kitap, Dolap ve Kalp Kilitleri”
İstanbul 1998-1999,

Okul hayatının en önemli senelerinden biridir orta son. Liseli olmadan önce son çocukluk anıları durur kilitli dolaplar ardında. Kimimizin hala veda etmek istemediği oyuncak bebekleri saklanırken kimimiz asla kabul etmeyip başlamışızdır gizliden ve beceriksiz makyajlar yapmaya.

“İşte böyle sevgili günlük. İçim içimi yiyor anlayacağın. Onun hangi liseye gideceğinizi henüz öğrenemedim. Of ya aklıma girmiyor bu fonksiyonlar. Kafasız mıyım neyim? Şimdiden belli olan bir şey var ki yarınki matematik sınavına aklımda deli fikirlerim, beynimde dahi planlarım ve kalbimde heyecanla gireceğim. Neyse yatayım artık ben. İyi geceler. Seni seviyorum S.”

Birinin okursa hayatımın sona ereceğini hissettiğim en mahrem duygularım vardı benim. Tüm sırlarımı ifşa ettiğimi zannettiğim bu küçük defterde bile cesur olamıyordum. Adını bir türlü yazamıyordum. Düşünmenin değil ama ifade etmenin suç olduğunu sanıyordum. En çokta annemin okumasından korkuyordum. Küçük kızının kafasından geçenlerin artık masallar olmadığını anlayacak diye. Anlayacak ve hayal kırıklığına uğrayacak diye. Elimdeki kırmızı kaplı defteri kapatıp derin bir iç geçirdim. Defterin kalbimdekinden daha sağlam gözüken küçük kilidini takıp dolabın derinliklerindeki kazakların arasına sıkıştırdım. Benim kimsenin bilmediği bir yere açılan dolap içi sırlarım vardı. Kilitli ve oldukça yasaklı. Usulca kapadım büyük ahşap gardolabın ağır kapısını. Yorganın altındaki buz gibi yatağa girip ısınmak için bacaklarımı karnıma çektim. Soğuk bir kızdım ben. Ne ellerim ne de ayaklarım bir türlü ısınmazdı. Keşke bu soğukluk utanınca kızaran yanaklarımı da biraz olsun serinletseydi. Ne de tuhaf bedenim vardı. Bir yanım buz tutar bir yanım alev alev yanardı.
Elimize mutlu sonla biten çocuk masalları yerine kendi masalımızı yazacağımız günlükleri alırken her sayfanın masallardan bile daha güzel olmasını umut ederdik. Masallar yerine rüyalara tutunduğumuz yaşlardı bunlar. En güzel yerinde uyanıp devam etmek için gözlerimizi sıkı sıkı kapadığımız ve kaldığımız yerden devamını getirebildiğimiz rüyalar. İkinci perdeyi bizim serbest çalışabileceğimiz rüyalar…

*****
Kalın yeşil kaplı liselere hazırlık kitabını sıraya sertçe bıraktım. Kolum kopmuştu artık bu ansiklopediyi her gün taşımaktan. Kalbimdeki ağırlık yetmezmiş gibi bir de bununla uğraşıyordum. Kitabın gürültüsüyle boş bulunan Nurhayat sıçrayarak doğruldu.
“Ne oldu? Gelmişler yine sana.”dedi. Nurhayat benimle aynı sokakta oturan aynı sınıf ve sırayı paylaştığım en yakın okul arkadaşımdı. Ders çalışma bahanesiyle her akşam birimizin evinde bir araya gelir ve saatlerce sohbet ederdik.
“Geldiler.”dedim sıraya oturup kollarımı birbirine dolarken.”İki hafta kaldı iki ve ben işte böyle elim kolum bağlı oturuyorum. Ya hem ben niye bu çocuğun hangi liseye gideceğini öğrenmeye çalışıyorum ki?” daha çok kendi kendime konuşur gibiydim.
“Bilmem? Neden acaba?” dedi gülerek. Ağzındaki kurşun kalemin arkasını dişliyordu. Yavaşça ona doğru dönerek fısıldadım. “Nurhayat ben karar verdim. Sercan’ın hangi okula gideceğini öğrenmekten vazgeçtim. Çünkü daha iyi bir fikrim var. Evini bulacağım.” dedim.
“Ahaa, yine başlıyoruz. Kızım sen ne ara kuruyorsun bunları ya” dedi.
Gülümsedim. “Rüyada” dedim. “Rüyada kuruyorum.”
Aynı günün berbat geçen bir matematik sınavı sonrası bahçede duvarın kenarındaki bir bankta oturmuş basketbol oynayanları izliyordum. Sekiz kişinin içinde olduğu sahada benim gözüm tek bir kişideydi. İnsan çevresine de mi bakmazdı. İnsanlara, etrafa, şu arkamdaki ağaca da mı bakmazdı? Nurhayat sınavda bekleyerek ilham geleceğini sanıp ders sonuna kadar çıkmamıştı. Başaramamış bir yüz ifadesi ile gelip yanıma oturdu. “Berbat geçti. Bence de sen evini öğren çünkü biz bu gidişle diploma alamayacağımız için aynı liseye gidemeyeceğiz kuzum.”
“Alırız alırız” dedim tüm dikkatimi sahaya vermiş şekilde.
”Benimki yok bugün dershanedeymiş, âlim olacak beyefendi. Eee! Senden ne haber?” dedi benim baktığım yöne sabitlenerek.
“Ne olsun gördüğün gibi insanın top olası geliyor, baksana başka bir şeyi görmüyor ki gözleri. Nurhayat bak şu yaşımda öğrendiğim bir şey varsa oda bu yaştaki erkeklerin kafası başka türlü çalışıyor. İlgilendikleri bir şey varsa o da ya top ya da şu bilgisayarda oynanan oyunlar var ya hani işte onlar.” dedim sinirle.
“Bizde ilgilendiririz şekerim.” diyerek beni çekiştirerek banktan kaldırdı.
“Napıyosun Nurhayat ya!”
“Burada böyle oturarak dikkatini çekeceğini sanıyorsan yanılıyorsun, üç senedir oturdun da ne oldu, şöyle bir gezelim bir endamımızı gösterelim değil mi ama?” dedi sevinçle. Çaresizce koluna girdim. Duvar kenarından sahanın etrafını beşinci kez turladıktan sonra anladım boşa debeleniyorduk. Tam içimden avazım çıktığı kadar bağırmak geçerken okulun zili benim yerime dile gelip teneffüsün bittiğini bildirdi. “Hadi Nurhayat gidelim benimkisi boşa kafa patlatmak zaten.” dedim.
Her zaman etrafımdaki insanlar benim şom ağızlı biri olduğumu düşünmüş ve bence hiç yanılmamışlardır. Mecazi anlamda söylediklerim gerçek anlamı ile olup, şaka yollu dile getirdiklerim kısa sürede can sıkıcı hale gelirdi. Bugün işte yine öyle bir gündü.
Nerden geldiği son derece belli olan irice bir basket topu önce Nurhayat’ın kafasına, onun kafasından benim kafama ve benim kafamda duvara çarparak domino taşı gibi devrilmemize yol açtı. Okulun duvarına yapışmış halde yere doğru süzülürken son gördüğüm bana doğru koşan Sercan’dı.
Ardından benim için ikinci perde başlamıştı.
*****
Gözlerimi açtığımda müdür muavini Jale Hanım’ın odasındaki deri koltukta iki seksen yatıyordum. Ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyorum başımın sol tarafının zonklaması hala acıyla karışık devam ediyordu. İşte istediğim olmuştu sonunda. Kafamı patlatmayı başarmıştım. Aşkın ve aşkla gelen talihsizliklerin benle ne derdi vardı. Ya üstüm başım yanıp tutuşuyor ya da kafamı gözümü kırıyordum aşk uğruna. Üstelik bu yaşta(!) Çok geçmeden kafama oksijen gitmeye başlamış ve panik dalgası bedenimi kaplamıştı. Rezil oldum dedim içimden rezil. Doğrulmaya çalıştığım sırada odanın kapısı açıldı. Jale Hoca elinde tentürdiyot şişesi ve pamukla içeri girdi.
“Ah be kızım, nasıl oldun?” dedi telaşla.
“İyiyim Hocam, bir şeyim yok” elimi ağrıyan başıma götürünce alnımın sol tarafından sızan bir miktar kan elime bulaştı. Jale Hoca elindeki pamuğa bolca tentürdiyot dökerken “Sadece sıyrılmış korkma kızım dedi. ”Ama ne olur ne olmaz ailene haber verelim bir röntgen falan çektirin.” dedi.
Tentürdiyodun açılan yaramla buluştuğu ilk an acıyla hafifçe çığlık atarken “Yok hiç gerek yok iyiyim. Hocam Nurhayat nasıl?” dedim.”İyi merak etme onunda alnının iki yanında güzel morlukları oluştu.” dedi gülerek. Gerçekten gülünecek haldeydik. Nihayet biten pansumanın fırsatı ile ayağa kalkıp izin istedim. “Toparlan izinlisin eve git dinlen ben ailene telefonla haber vereceğim, Süleyman Bey’e de söylüyorum seni eve bırakacak.” dedi Jale Hoca.
“Tamam hocam. Eşyalarımı alıp geliyorum.”dedim.
Odadan çıkıp kapıyı kapattım. Daha ilk adımı mı atmadan kapının kenarında dikilen Sercan’ı gördüm. Ne kadar güzel ama. Bunca zaman varlığımdan bihaber olan bu çocuğun dikkatini çekmek için illa kafamızı gözümüzü dağıtmak lazımdı demekki. Wah wah dedim içimden üzülmüş demek buralara kadar geldiğine göre.
“İyi misin?” dedi merakla.
Yürümeye başladım cevap vermeden önce. Yüzüne bakmadan “İyiyim” dedim “Yok bir şeyim.”
“Oh, çok korktum ya” dedi üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi. Benim için üzülmemişti. Kendisi için korkmuştu demek. Bencil yaratık. Hızla üst kattaki sınıfa çıkan merdivenlere yöneldim.
“Yavaş yürüsene, düşüp bayılacaksın yine.” dedi bay beyin cerrahı.
“Sanane ya istersem düşerim istersem bayılırım. Seni ne ilgilendirir.”dedim duraksayıp sinirle yüzüne dik dik bakarak. “Sonra yine ben taşırım.” dedi. Utançtan kıpkırmızı olan yanaklarımdan ona dönük olanını heyecandan buz gibi olmuş elimle kapatmaya çalıştım. Hızla merdivenleri çıkarak sınıfa yöneldiğim sırada bu suratla içeri giremeyeceğimi hissedip sınıfın karşısındaki lavaboya yöneldim. Arkamdan bir ses bağırarak beni durdurdu.
“Ben ne yaptım akılsız kız” diye bağırdı terslenerek. Artık çok geçti kalbimin kilidi kırılarak açılmıştı. Üç adımda yanına gittim. Soluk soluğa kalbim ağzımda atarcasına tek avazda söyledim.
“Hiç! Hiç bir şey yapmadın. Sorunda bu(!)”
Sesim boş koridorlarda istediğimden kat ve kat fazla yankılanırken sol elimin başparmağı onun göğsünü oyuyordu.
*****
Yıllar sonra bir eylül akşamında başka bir semtteki kafeteryada otururken bir adam tepeme dikilip adımı fısıldadı. Okuduğum kitaptan başımı kaldırıp yüzüne baktım. Saçları uzun, yüzünde kirli bir sakal ve daima kendini gösteren gamzesi ile bana bakıyordu tanıdık yüz. O da tanıdığımı anlamış olacak ki selam sabah vermeden on yıldır cevabı içimde kilitli o soruyu bir kez daha tekrarladı.
“Ben ne yaptım akılsız kız.” dedi. Bu sefer kendi yaptığından pişman konuşur gibiydi. Kilitli kalbimin ben bile şifresini unutmuşken başımın sol tarafında bir acı hissettim. O an tek doğru cevap geldi aklıma.
“Hiç, hiçbir şey yapmadın.” Omuz silktim gülerek tepemdeki şaşkın adama. ”Sorunda bu.”
Adam aldığı küstah cevap karşında yanımdan kaçarak uzaklaşırken kafeteryanın kapısı açıldı. İçeri şen şakrak hoş bir bayan girdi. Masamdan henüz ayrılan adama bir bakış atıp karşıma oturdu.
Tamamen içgüdüsel olarak başımı tutan elim genç kadının sorusu ile kucağıma düştü.
“Başına ne oldu?” dedi yerine yerleşirken.
“Nurhayat çarptı şekerim.” dedim.
“Hay Allah nerden geldi aklına ya? O kim kız ben gelince kaçtı, sevgilimi yaptın?” dedi neşeyle.
“O mu?” dedim elimi sallayarak. “O akılsız bir erkek. Hem Nurhayat sen versene davetiyemi.”
 

Ekli dosyalar

  • 901722_698742410158242_606477659_o.jpg
    901722_698742410158242_606477659_o.jpg
    76 KB · Görüntüleme: 5
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
“Kısayollar”

İstanbul 2000-2002,

Hayatta bazen başkalarının kestirme diye tarif ettiği o kısa yollar bizim için çıkmaz sokaklara dönüşebilir. Geriye dönüp aynı yollardan geçemeyecek kadar ilerlediğinde yaşımız çaresizce en yakınımızdaki duvar dibine çökeriz. Aklımızda başkalarının yüklediği anlamlar, omuzlarımızda taşımak istemediğimiz sorumluluklarla…

İnsan en çok başkalarının kararlarına boyun eğdiğinde pişmanlığı en derinlerinde yaşar. Kendi hatalarını kader diye geçiştirirken başkalarının hatalarını kabullenişimiz bizim akılsızlığımız olarak sonsuza kadar içimizde kalır.

2000 yılının son yaz günlerinden birinde annemle tesadüfen sokağından geçtiğimiz bir lisenin önünde durup arabadan indik. Pembe boyalı okul binasının ana giriş kapısının üzerindeki tabelada birçoklarını cezbeden o iki kelime yazmaktaydı. ”Meslek Lisesi”
Hayata kısa yoldan atılsın diye kararsız küçücük beyinlerin kapatıldığı bu okullar bizi o çıkmaz sokaklara sürüklerdi. Bizim gibilerin artık seçme şansı yoktu. Ne olacağımız daha başından belli olan bu yolda acaba on dört yaş karar vermek için çok mu küçük kalırdı?

İlk bin kişi içinde üçüncü sırada girdiğim bu okul benim için zekâma yapılmış bir hakaret olsa da bunu elimi sıkı sıkı tutan anneme söyleyemezdim. Ben liseyi bitirip hala ne olmak istediğine karar verememiş gençlere hep özenmişimdir. Onların karar vermek için önlerinde uzun zamanları ve istedikleri okulları seçtiklerinde kırılmayan okul puanları vardır. Onlar aileleri tarafından ne olmak istediğine kendisi karar versin denilen şanslı çocuklardır.
İlk senem işte böyle o çıkmaz sokağın duvarında yediğim simit ve içtiğim tuzlu ayranlarla geçti. Dört kişilik ufak bir kız grubumuz vardı. Nilay, Nurdan, Ergül ve Ben.

Nilay haftanın beş günü okula gelmeyi dert etmediği gibi okula yeni gelen yakışıklıların listesini tutan hercai bir kızdı. Bizim için hep su gibi geçen teneffüslerden birinde koşar adımlarla bahçeye yanımıza gelip nefes nefese konuşmaya başladı. “Kızlarrr! Okula bugün bahtiyar adında bir yakışıklı kayıt olmuş. İster misiniz bizim sınıfa versinler. Ah! İşte o zaman ben olurum asıl bahtiyar.” diyerek ellerini çırpmaya başladı. “Kayıt defteri gibisin Nilay” dedi Nurdan bıkkınlıkla. Nilay’ın her yeni gelen erkek öğrenci üzerinde oluşturduğu potansiyel erkek arkadaş kurgularından hepimiz fazlasıyla sıkılmıştık.

“En azından senin gibi ömrümü gelmeyecek birini beklemekle geçirmiyorum.” dedi yürek burkan bir hainlikle. Nurdan yakın bir akrabalarının oğluna uzun zaman önce âşık olmuş ve sabırla fark edilmeyi beklemişti. İşin aslı halada beklemekteydi. Ne Ergül ne de ben bunun olmayacağını bilsek de söylemeye cesaret edemezdik. İnsanları zaaflarından, acılarından ve yaralarından vurmak hainlerin işiydi. Onlar canınızı bile bile yakarlardı. “Sen öyle san.”diye ağlamaklı bir ses karşılık vermede gecikmedi. Nurdan koşar adımlarla yanımızdan uzaklaşırken elimdeki simitten hırsla bir ısırık aldım. Bir insan kravatla boğulabilir miydi? Yaklaşık elli kilo olan bir kızı boğmak için bedenim çok mu sıska kalırdı? Hâlbuki şuan kendimde o gücü hissedebiliyordum. Bakışlarımdan bunu kafamda tarttığımı hissetmiş olacaktı ki saldırı yönünü bana çevirdi.

“Ne! Ne var? İlk o başlattı. Hem artık şu kızı eğlemekten vazgeçin, vazgeçin de gerçekleri görsün biraz. Büyüsün artık biraz!” Elini konuyu değiştirdiğini belli edercesine salladı. “Hem onu bunu bırakında ne dersiniz gelir mi bu çocuk bizim sınıfa.” dedi kedi gibi duvara sürtünerek. Bir insan hiç mi lafını esirgemezdi. Bu kızın ağzını kullanması için kesinlikle kılavuza ihtiyacı vardı. Susması gereken yerde susmuyor olmadık yerde pat diye kanal değiştiriyordu. Arkadaşlıkta olamasa da ilişki konusunda kendi deyimi ile tam bir profesyoneldi. Yaklaşmakta olan her ilişkinin kokusunu havada dağılmadan alırdı. Tıpkı aynı gün bizim sınıfa verilen Bahtiyar’dan aldığı gibi. O günden sonra Nilay’ın etek boyu bir karış daha kısalmış ve okulda yapılan aramalarda çantasından kitap defterden çok kozmetik yığını çıkar olmuştu. Havalıydı, alımlıydı tamam bu kız tam bir fettandı. Ama en önemlisi istikbaline giden bu yolda yürümekte kararlıydı ve ben ilk kez o zamanlar hayran olmuştum işve yapma kabiliyetine sahip kızlara. Birkaç kez denemeye çalıştığımda sakatmışım gibi duran hareketler başkalarının üzerine nasılda güzel yakışıyordu.
*****
Birbirinden sıkıcı geçen iki yılın son günlerinden birinde Ergül kafamdan geçenleri okumuşçasına bahçede dolaştığım sırada gelip koluma girdi. “Söyle bakalım neyin var senin?” dedi. “Hiç yok bir şeyim, biraz canım sıkılıyor, hala staj yeri bulamadım ona taktım kafayı.” dedim.

“Sıkma canını hani annenin şu bankada çalışan arkadaşı vardı ya, bak görürsün en kısa zamanda haber gelecek” dedi. İyi ki varsın demek ister gibi kolumdaki elini tuttum. Tam o esnada Serap merdivenlerin başından bize doğru seslendi. Serap Ergül’ün yan sınıfta okuyan kuzeniydi. Kızın teneffüse çıktığında yaptığı ilk iş bahçeye koşup etrafa bakmak ve bizi radarına alınca ders zili çalana kadar sakız gibi yapışmaktı. Arkadaşlığımızı kıskanıp iyi vakit geçirdiğimiz zamanları bozmak için elinden geleni yapıyordu. Bazen merdivenlerden deli gibi yanımıza koşarken takılıp düşmesi için dua ederdim.

Görünen o ki gün yine formundaydı son üç merdiveni zıplarken Ergül’e dönüp teneffüsün kaç dakika olduğunu sordum. “On beş” dedi çaresizce. İki güçlü kol bizi hızla ayırıp aramıza girdi. “Ne yapıyorsunuz kızlar?” dedi tüm ağırlığını bize verirken. “Hiç gördüğün gibi dolaşıyoruz” dedi Ergül. “Bu gün eve hangi yoldan gidiyoruz sevgili kuzenim?” diye devam etti susmak bilmeyen şahsiyet. Evlerine çıkan her sokaktaki çeşitli dükkânları olan yakışıklı mahalle esnaflarının hikâyelerini artık ezberlemiştim. Ergül kurtar beni diye bana bakarken çaresizce araya girdim. ”Biz bugün son derse girmeyeceğiz o yüzd… daha lafımı bitiremeden “Yaşasın okuldan kaçacağız çok heyecanlı” dedi zekâ özürlü. Ve biz o son derse girmeyi daha az sıkıcı bulurken Serap okul kapısında azimle kırk beş dakika bizi bekleyecekti.

*****
İki hafta sonra son elli yılın en şiddetli mali krizlerden biri yaşanırken dönemin önemli bankalarından birine kısa yoldan girip çalışmaya başlamıştım. Okuldaki monoton ortamdan kurtulup iş hayatına atıldığım o ilk günlerde kumaş mini eteğim ve rugan ayakkabılarımla boy gösteriyordum. Cinsiyetimi ilk kez hissetmeye başladığımdan mıdır bilmem hafif makyaj bile yapmaya başlamıştım. Bankadaki personel çok sıcak karşılamıştı beni. Annemin arkadaşı Beyhan Hanım bankanın muhasebe müdürüydü. Beni de kendi bölümüne aldırmış ve yardımcı memuru Meliha Hanım’a teslim etmişti. Meliha Hanım eşinden ayrılmış, ilerleyen yaşına rağmen yaşam enerjisinden hiçbir şey kaybetmemiş, hayatın attığı tekmeler karşısında bence daha iyisini yapabilirsin diye kafa tutmuş bir kadındı. Onu gördüğüm ilk andaki bakışmamızda anlamıştım kadında tuhaf bir gizem vardı ya da ben mi bu aralar Agatha Christie dozumu arttırmıştım? Sebebi ne olursa olsun sevmiştim onu. O da beni sevmiş olacak ki masasının yanındaki boş masayı bana tahsis etmişti. Dönen koltuğa oturup sallanmaya başladım çaktırmadan sırıtırken kısa yolla bir yerlere gelmek ne güzel şeymiş diye düşünüyordum. Bankanın yemek çay işleri ile ilgilenen Erkan Bey çay servisi yapmak için yukarı çıktı. Onunla da tanıştıktan sonra bana hoş geldin olarak tavşankanı çayından ikram etti. Zevkle kabul ettim tabi. Masamdan kalkarak küçük çalışma ofisimizi gezmeye başladım. Masamın karşısındaki korkuluklara kollarımla yaslanarak aşağıya baktım. Muhasebe bölümü bankanın aşağıdaki hengâmesinden ayrılmış üst katta ufak ve şirin bir yerdi. Diğer iki stajyer aşağıda kalabalık içinde çalışırken ben yukarda zevki sefahat yapacaktım. Ah! bir çay hakikaten iyi giderdi. Tam arkamı dönüp masama ilerleyecekken onun yaptığı şeyi görüp durdum. Meliha Hanım önce etrafı kolaçan ederek masanın üzerindeki iki çayın yerini değiştirdi. Ne yaptığını görmüştüm fakat anlamak için önce çay bardaklarına sonrada tekrar yüzüne baktım. Yerime geçip oturdum sessizce önümdeki çay bardağına bakarken Meliha Hanım’ın da bana baktığını biliyordum.

Ofis sandalyesini benimkinin yanına sürüp burnumun dibine kadar girdi. Kadında onu ilk gördüğümde fark ettiğimi sandığım gizemin benim hayal dünyamın bir parçası olmadığını o an anladım. Son kez etrafa göz gezdirip saçımı elleriyle kulağımın arkasına koyarken kadının dudaklarından kanımı donduracak o cümle dökülüverdi. Hayatta hiç bir şeyin kısa yoldan hazıra konmamak olduğunu öğreten boğucu bir cümle.

“Yardım et bana. Öldürecekler beni kızım. Yalvarırım yardım et bana.”
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
“Dersimiz Cinayet”

İstanbul 2003,

Bir insanın hayal gücüne ne kadar inanabilirsiniz?
Tadı oldukça lezzetli yemeklerle zehirlendiğini söyleyen, güya her gün bordo renkli bir BMW tarafından izlenen, sabah akşam çekmecelerini sıkı sıkı kilitleyen birine ne kadar inanılabilirse bende işte o kadar inanmış ve zamanla yaşça büyük bu kadına saygısızlık etmemek için onun küçük oyunlarına katılır olmuştum. Tabldotları gizlice değiştirmem, çayları diplerine döktüğüm sayısız çiçekleri kurutmam işte hep bu yüzdendi. Yapmadığımda bana deli gibi bakma çocuk diyen gözleri görmeye dayanmıyordu kalbim. Okulun monotonluğundan kaçıp kurtulacağım diye sevindiğim bu yer okuduğum hiçbir macera kitabında olmayan sayısız aksiyonlarla doluydu. Birisine tüm bunların bir bankanın üst katında yaşananlar olduğunu söyleseydim akıl sağlığımı sorgulayacakları kesindi.
Bu zor zamanlarda en büyük destekçim Beyhan Hanım’dı. Meliha Hanım’ın benden istediği saçma sapan istekler karşısında kaş göz işareti ile idare et derdi hep. Kadının izinli olduğu günlerden birinde benimle uzun uzadıya konuşmuştu Beyhan Hanım. Ondan öğrendiğim kadarıyla Meliha Hanım zor bir hayat geçirmiş, eşi bir takım olaylara karışmış ve sonunda da onu terk etmişti. Ondan sonra kadın önce yaşadığı semti ve tüm çevresini değiştirmiş sonrada bu hayal ürünü hikâyeleri kurmaya başlamıştı. Beyhan Hanım buradan ayrılırsa başka bir yerde iş bulmasının çok zor olduğunu bildiği bu kadını emekliliğe kadar idare etmekte kararlıydı.
Dosyalama ile geçen bir günün sonunda banka boşalmış ve her akşam beşten sonra gelen sessizliğe bürünmüştü. Personel son dökümlerini alıp vezneler sayılırken bende günlük işlerimi tamamlamakla meşguldüm. Meliha Hanım acayip bir dilde kendi kendine anlamadığım bir şeyler mırıldanırken çantamdan hoşuna gideceğini umduğum bir şeyi çıkarıp ona uzattım. Kadın her ne kadar tuhafıma gitse de aynı ölçüde hoşuma da gidiyordu işte.
“Meliha Hanım, bakın bu benim en sevdiğim yazarın bir kitabı. Dün aldım.” dedim. İlgilendiği her neyse başını kaldırıp bana baktı.
“Öyle mi? Adı ne?” dedi. Söyleyeceğim şeyin onu güldüreceğini mi yoksa kızdıracağını mı bilemeyerek cevap verdim. “Dersimiz Cinayet”
Kadın koltuğun arkasına yaslanarak içten bir kahkaha attı. “Kızım bırak o kitapları okumayı asıl cinayet burada, yavaş yavaş öldürüyorlar beni.” dedi. “Kimler Meliha Hanım kimler öldürüyor?” soruyu sorarken masamdan kalkıp onun masasına yaklaşmıştım. Elimdeki kitabı masasına bırakarak yanına çömeldim belki biraz dertleşmek ikimize de iyi gelirdi hem bu kadar gizem de bence artık yeterdi.
“Her yerdeler, kim olduğumu biliyorlar.” dedi fısıltıyla.
“Beyhan Hanım dedi ki …”
“Bırak Beyhan Hanım’ı onun hiçbir şeyden haberi yok.” dedi aynı sessiz fakat bu kez sinirli ses tonu ile. Belki de kadının psikolojik bir yardım alması gerekiyordu. Yaşadığı zor günlerin etkilerinin hala bazı şeyleri yanlış anlamlandırmasına sebep olduğu muhakkaktı. Bunu ona benim söylememin haddim olmadığını düşünürken her zaman kilitli tuttuğu çekmecesinden bir tıkırtı geldiğini işittim.
“Meliha Hanım şuradaki çekmecelerden bir tıkırtı mı geldi? “ dedim elimle kadının diğer tarafında kalan masa altındaki çekmecelerini işaret ediyordum.
“Ne sesi kızım hadi sen işine bak.” diyerek beni yerime postaladı. Yerime geçip bozulmuş bir şekilde oturdum. Hem bana bir şey anlatmak istemiyor hem de küçük oyunlarına alet ediyordu. Karşımızdaki camlı ofisinde oturan müdür yardımcısı Nilgün Hanım ayaklanarak masasındaki özel eşyalarını toparlamaya başladı. Meliha Hanım o esnada konuşmaya başladı. Odada ki tek kişi olan bana mı söylüyor yoksa daha çok kendi kendine mi konuşuyor anlayamamıştım. “Yıllarca bir tek kişinin bana inanması için mücadele ettim. Deli dediler, sorunlarım olduğunu söylediler. Biliyorum sende öyle düşünüyorsun. İnsanlar benden uzaklaştıkça onlar üstüme daha çok geldiler.” dedi.
İçimden kim onlar lanet olası kim diye haykırıyordum! Nilgün Hanım ofisinin ışığını kapatarak merdivenlere doğru yöneldi. “İyi akşamlar bayanlar.” Hemen akabinde merdivenlerin başında durup “Aslıhan sende bizim tarafta oturuyordun değil mi? İstersen bırakabilirim yolumun üstü.” diye ekledi. Bu havada otobüs beklemekten kurtulan ben sevinçle çantamı kapıp Meliha Hanım’a iyi akşamlar diledim. Merdivenlere ilerlerken kadın bana seslendi. “Aslıhan?” Ağır çekim hareketlerle arkamı döndüm. Gözleriyle masanın ucunu gösterdi. “Kitabını unuttun.” Yavaş adımlarla ilerleyip masadan aldığım kitabı çantama attım.
“Hadi evlat git artık.” dedi. Başımı sallayıp merdivenlerden koşar adım indim. Bankanın kapısına çıktığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Geniş otoparktan çıkan bir araç gelip önümde durdu. Sürücü koltuğunda oturan Nilgün Hanım binmem için işaret ediyordu. Arabaya binip kapıyı kapattım. Yol boyunca benim okulumdan onunda uzun meslek hayatından keyifli bir sohbete girdik. Oturduğumuz semte girdiğimizde kadın ilgiyle sordu. “Meliha Hanım’la anlaşabiliyor musunuz? Kendisi malum biraz tuhaf bir insandır.” dedi. Gülümsedim “Öyle gerçekten ama çok iyi biri.”
Sonra bir sessizlik oldu sanki bunu konuşmak ikimize de iyi gelmeyecekti. Evime kadar bırakması karşılığında teşekkürlerimi sunup arabadan indim. Kadın camı açıp ağzına götürdüğü sigarasını yaktı. “Ben ilerideki Turkent sitelerinde oturuyorum. Her sabah işe şu sokağın başından geçerek gidiyorum. İstersen işe benimle gelip gidebilirsin.”dedi. “Çok teşekkür ederim.” dedim. Bu harika olacaktı.
*****
Artık geceleri uykularımı kaçıran bu cinayet düşüncelerini okulda en yakınım gördüğüm Ergül’e anlatmayı düşünmüştüm çoğu kez. Ama sonra arkadaşlığını kaybetmekten korkarak vazgeçiyordum her seferinde. Kendimi onun gözünde yarım akıllı kuzeni Serap’tan daha akılsız durumuna düşürmektense ölmeyi yeğlerdim. Hem artık Meliha Hanım’da daha normal davranışlar sergiliyordu. En azından kadının ağzından geçtiğimiz hafta beni öldürecekler gibi bir cümle dökülmemişti. Fakat tüm yiyecek ve içeceklerin yerleri değişmeye devam ediyordu.
Dün “Nisan aylarını işlemeye başlayalım.” demişti Beyhan Hanım’ın masasındaki çayı ile kendisininkini değiştirirken. Sınırda olan sabrım dile gelerek “Meliha Hanım madem bu çaylarda zehir var? Bizim çoktan tahtalıköyü boylamış olmamız gerekmez miydi? Ama gördüğünüz gibi hem ben hem de Beyhan Hanım gayet sağlıklıyız.”
Meliha hanım elinde kendince sağlıklı çayı ile masasına oturup “Sen kendini sağlıklı mı görüyorsun, şu haline bak belin kopacak kızım.” diyerek bir kahkaha patlatmıştı. Çok komikti gerçekten üstelik hiç güleceğim de yoktu. Pazartesi gününe kadar bankaya gitmeyeceğim için bu konuda kafa yormaya ara verecektim. Makine kaynamadan biraz kapatıp dinlendirmek fena olmazdı. İlk dersin başlamasına on beş dakika vardı. Kendi kendime konuşmaya devam ederken sınıfın kapısından kıpkırmızı yüzü ile Nurdan girdi. Hemen arkasından da okulun kapısında onu yakalamış olan Nilay.
Nurdan hemen arkamda kalan sırasına oturup sırtından çantasını çıkardı ardından paltosunu en son da boynundan kravatını çekip masaya fırlattı. Tüm bunları yaparken bir kez bile kafasını kaldırmamıştı. Nilay daha fazla dayanamayarak sorularını peş peşe dizmeye başladı. “Nurdan ne oldu? Ağladın mı? Biri bir şey mi dedi?” Nurdan uzanıp paltosunun cebinden çıkardığı buruşuk bir mendile burnunu sildi. Ağlamamak için kafasını tavana kaldırdığında onun bütün gece boyunca ağlamış olduğunu fark ettik. Ergül sınıfa girip “Günaydın canlar, a aaa ne oldu?” diye telaşla yanımıza gelip Nurdan’ın yanına oturdu. Nurdan daha fazla tutamayacağını anladığı gözyaşlarını serbest bıraktı. Ağlayarak bize akrabaları olan Caner’in nişanlanacağı haberini verdiğinde hepimiz sus pus olduk. Tanıdık birine karşılıksız âşık olmak ne kötü bir şeydi. Kalbinden bir gün çıkarsan bile hayatından bir türlü çıkaramayacaktın. İşte bu yüzden ne yazık ki Caner denilen çocuğun mutluluğu ile Nurdan’ın acısı aynı gün yaşanacaktı hem de tüm ailenin gözü önünde.
Nilay bile bu acıya kayıtsız kalamayarak kızın elini tuttu. Bahtiyar bu kızda bazen var olmadıklarını sandığım duygularını gün yüzüne çıkarmıştı demek. “Söyle” dedi Nilay. “Git sevdiğini söyle.” İşte tam onun tarzıydı ve adım gibi emindim ki gidip yapardı fakat Nurdan onun bunu yapmaya cesareti var mıydı? Tabii ki yoktu.
“Saçmalama. Ömrümün sonuna kadar tüm aileme rezil olmamı mı istiyorsun? Babam ne der hiç düşündün mü ?” Evet, birde bu konu vardı. Babaların ne tepkiler verdiğinden pek haberi olmayan ben belki bir fikri vardır diye Ergül’e baktım.
“Onsuz ölürüm ben ölürüm gözümü açtığım ilk günden beri onu sevdim. Bir tek onu sevdim. Eğer evlenirse yaşayamam, ölürüm, öldürürüm kendimi.” Son günlerde ölmek kelimesini ne kadar da sık duyar olmuştum. Nilay az önce su yüzüne çıkan duygu kırıntılarını tek hamlede boğarak “Eminim her konuda fikri olan Aslıhan’ın bunun için de bir sözü vardır.” dedi. Ergül “Kes şunu Nilay.” diye çıkıştı. Karşımda oturan ölmek için çok genç kıza gözlerimi diktim. Zaten zayıf olan bedeni tüm gecenin yorgunluğu üzerinden geçtikten sonra iyice çelimsiz gözüküyordu. Şişmiş gözlerini sakınmadan dikkatini bana vermiş Nilay’ın aklına soktuğu üzere benden bir çözüm yolu bulmamı bekliyor gibiydi. Aşk benim çözüm yolu bulabileceğim son konu olsa da aşkı bilen birinden alıntı yapabilirdim.
Ergül ile yer değiştirip onun yanına oturdum. Bir kolumu omzuna atıp onu kendime çektim. “Benim bir sözüm yok bu konuda biliyorsun zaten kafa göz patlatmaktan öteye gidemedim.” Nurdan ağlarken gülmeyi başararak burnunu çekti. “Ama bildiğim bir üstadın sözü var ki ilaç gibi gelir. Mevlana Celaleddin Rumi demiş ki.” Nurdan omzuma koyduğu başını hafifçe kaldırıp yüzüme baktı. “Ne demiş?”
“Allah der ki; kimi benden çok seversen onu senden alırım ve ekler; onsuz yaşayamam deme seni onsuzda yaşatırım.” Nurdan’ın dindiğini sandığım ılık gözyaşları gömleğime akarken devam ettim.
“Ve mevsimler geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur, aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dostun olur. Öyle garip bir dünya olmaz dediğin ne varsa oldurur.” Başına küçük bir öpücük kondurup sesimin titrememesine çaba sarf ederek devam ettim. “Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın en garibi de budur ya öldüm der durur yine de yaşarsın.
Kalbini sağlam tut arkadaşım.”
*****
Pazartesi günü bir yandan sınavlar, bir yandan ÖSS, bir yandan da Nurdan’ın üç gündür arkamdaki boş yeri kafamın çatlarcasına ağrımasına sebep olmuştu. Yoğun geçen bir ayın son günü Beyhan Hanım Meliha Hanım’la kasa sayımına gitmişlerdi. Nilgün Hanım’da ofisinde yoktu. Fırsat bilip başımı masaya koydum. Bir süre sonra geçmeyeceğine emin olduğum ağrıya daha fazla direnmemeye karar verip çantama ağrı kesici almak için uzandım. Yanımda ağrı kesici olmadığını fark ettiğimde Meliha Hanım’ın kullandığı ilacı aklıma geldi. Acaba yan etkisi falan var mıydı? Sonuçta tuhaf bir kadındı ve pekâlâ ilaçlarının da kendisi gibi tuhaf yan etkileri olabilirdi. Kadının masasına doğru ilerleyip sandalyesine oturdum. Kalemliği ve masasının üzerindeki kutusunda yaptığım araştırmalarda ağrı kesici bulamasam da kutunun dibinde ufak bir anahtar yığını gözüme ilişti.
Biliyorum bunu yapmamam gerekirdi. Bu yanlıştı, suçtu hatta günahtı. Ben gelgitler yaşarken elimdeki anahtar beni sok şu kilide der gibi bakıyordu. “Sadece ilaç bakacağım, özel hiçbir şeyini karıştırmayacağım. Söz veriyorum.” diye kendime sesli söz vererek anahtarlardan ilkini masanın sağ tarafındaki çekmecede denemeye başladım. Hafif bir tıkırtı duyduğumu sanıp gelen gidenin olmadığını kontrol etmek için başımı kaldırdım. Masanın arkasındaki radyonun kapama düğmesine bastım. Oda sessizliğe gömülürken merdivenlerden biri çıkarsa sesini duyabilecektim ve bu benim kendimi yan tarafta duran masama atmama yeterli zaman sağlardı. Anahtarlardan denemediğim bir tanesini daha çekmeceye sokmaya devam ederken yine aynı tıkırtıları duydum. Duydum ve anladım ki tüm o sesler merdiven tarafından gelmiyordu. Azimle açmak için çaba sarf ettiğim çekmecenin içinden geliyordu. Aklıma bundan üç hafta önce yaptığımız bir konuşma geldi.
“Meliha Hanım şuradaki çekmecelerden bir tıkırtı mı geldi?”
“Ne sesi kızım hadi sen işine bak.”
Anahtar yığınını masaya bırakıp sandalyeyi masadan uzaklaştırdım. Aklımdan korkuyla kendi kendine ses çıkaran şeylerin neler olabileceği geçiyordu. Çekmeceden uğultulu bir ses geliyordu. Sanki kaset gibi bir şey sarıyordu. Ya da birisi kalemle tahtayı çiziyordu. Acaba ses kayıt cihazı falan koymuştu. Bu her şeyi açıklardı doğrusu. Bu kadın tam bir kaçıktı. Biz de sesimizi çıkarmadan bakarız dedim içimden gülümseyerek.
Anahtar yığınını masadan bu kez oldukça kararlı olarak alıp anahtarları süratle denemeye başladım. Üçüncü anahtar kilide girerken merdivenlere son kez göz gezdirip derin bir nefes alarak çekmeceyi açtım. Çekmecenin açılması ile attığım çığlık arasında bir saniyeden daha az bir süre geçmiş olmalıydı.
“Aaaaa! Aman Tanrım. Tanrım.” Sandalyeden düşercesine kalkarak kendimi arkadaki duvara yapıştırdım. Görüntü her insanın midesini kaldırabilecek boyuttaydı. Bu nasıl bir şeydi bunu nasıl bir insan yapardı? Bir çekmece dolusu bazıları ölmüş hamam böceği insanın içini dışına çıkaran bir görüntü ile oynuyor ve dolabı aşındırıyordu. Lanet olsun duyduğum ses kayıt cihazı falan değil o küçük şeylerin sürtünme sesiydi. Çekmeceden çıkmaya çalışanları görünce hızla ayağımla kapattım. Bayılmak ya da kusmak arasında sesler çıkardığım sırada bankanın yarısından fazlası yukarı kata gelmişti. Beyhan Hanım telaşla sordu. “Ne oldu kızım niye bağırıyorsun?” Vücudumdan ter boşanırken bayılmamak için son gücümle cevap verdim. “Yok, yok bir şeyim dolaba parmağım sıkıştı da.” dedim parmağımı inanmaları için göstererek.
Beyhan Hanım başını kaldırıp ellerini açarak Allah’ım sen bana yardım et derken Nilgün Hanım yanıma gelip elini omzuma koydu. “Rengin bembeyaz oldu senin. Hadi ben çıkıyorum seni de eve bırakayım yürüyecek halin yok.” Başımı evet anlamında sallarken göz ucuyla yere böcek düşmüş mü diye çaktırmadan bakıyordum. Beş dakika sonra Nilgün Hanım’ın peşi sıra merdivenlerden inerken gözlerim Meliha Hanım’ı arıyordu. Kadın onca gülütü patırtıya rağmen ne hikmetse ortalıklarda görünmüyordu. Bankanın kapısında her zaman ki gibi Nilgün Hanım’ın aracını çıkarmasını beklerken bankanın camına yaslanıp içeriye baktım. Kafamı kaldırdığımda üst katta korkuluklara dayanmış o tanıdık yüzü gülümseyerek bana bakarken buldum. Benden yeterince uzakta olmasından cesaretle gözlerimi çekmeden bende uzun uzun Meliha Hanım’a baktım. Nilgün Hanım arabanın kornasına basınca bakışmamız zamansız bölündü. Araca doğru ilerlerken anlamıştım ki benim bu bankadan alacağım çok ders vardı ama tezim cinayet olacaktı.
Gözümün önünden silmeye çalıştığım o manzarayı kovalamaya çalışırken Nilgün Hanım’ın sesini duydum. “Bende senin yaşlarında ÖSS’ye hazırlanırken bir gün yorgunluktan bindiğim otobüste uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda İstanbul’un bir ucundaydım. Sizin işiniz daha zor haftanın üç günü iş iki günü okul insanın çalışma düzeni de bozulur.” dedi. Bende düzen falan kalmadığı suratımın şeklinden fazlaca belli olurken Nilgün Hanım paketten bir sigara alıp dudaklarına götürdü. “Evet bu günlerde biraz fazla yoruldum, dalgınlıkta var, tabii sakarlıkta.” dedim gülümsemek için ağzımı zoraki yayarken.” Araç daha önce olduğu gibi evimin önünde durdu. Teşekkür edip araçtan indim. Kısa bir süre içinde olsa kurtulmuştum o bankadan, ölümden ve iğrenç hamamböceklerinden.

Araç hızla uzaklaşırken daha önce nasıl olup da fark etmediğim bir şey dikkatimi o anda çekmişti. Kadının kullandığı araç bordo renkli bir BMW idi.
Aklım bu tesadüfü idrak etmeye çalışırken annem ödümü patlatırcasına camdan bağırdı. “Aslıhan eve girmeden ekmek al.“
“Ya of anne!”

Söylesenize hangi cinayet romanı kahramanı gidip bakkaldan ekmek alırdı?
 

Ekli dosyalar

  • untitled.png
    untitled.png
    22,5 KB · Görüntüleme: 7
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 10

“Hayal Bahçesi”

İstanbul 2003,

Trenin son kompartımanına doğru hızla koşuyordum. Arkamdan gelen yüzü maskeli adam her adımda aramızdaki mesafeyi kapatarak ilerliyordu. İri bedeni hızla yaklaşırken vücudundan yayılan öfke dalgaları beni ondan önce yakalıyordu. Beynimde çalan alarm zilleri bana tek bir şeyi söylüyordu. “Seni öldürmek istiyor.” Son kompartımanın kapısı açıp içeri girdim. Bomboş vagonda çığlık çığlığa bağırıyordum. “Yardım edin. Lütfen bana yardım edin.” Sesime gelen tek cevap az önce geçtiğim kapının sertçe açılması oldu. Vagonun sonuna vardığımda trenin son kapısını açıp hızla uzaklaşan demir rayları gördüm. Ya atlayıp ölecektim ya da kendimi karşımdaki bedenin insafına teslim edecektim. Karşımdakinin insaf derecesini az çok kestirebilsem de cesaretsizce kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Kaderime teslim olmadan önce son bir umutla adamın görünmeyen yüzüne diktim gözlerimi. “Lütfen, lütfen bana zarar verme!”
“Aslıhan?” Biri adımı seslenmişti ya da ölmeden önce insanların gördüğünü söylediği halüsinasyonlardan birinin başlangıcındaydım. Başımı çevirdiğimde yan tarafımdaki koltuklarda oturan kadını gördüm. “Meliha Hanım?” Kadının oturduğu koltuğun tarafına doğru kendimi atıp dizlerinin önüne çömeldim. “Meliha Hanım yardım edin lütfen beni öldürecek.” Tren mi sallanıyordu yoksa benim bedenim mi sarsılıyordu bilmiyordum. Başımı kadının kucağına gömüp maskeli adamın boynumu koparmasını bekledim. Sonra derin bir patırtı duyuldu. Hala yerinde olan kafamın üzerinden bir şeyler dökülüyordu. Başımı kaldırdığımda kadının ağzından dökülen böceklerin her yanıma dağıldığını gördüm. Aldığım son nefesle haykırdım.
“Aaaaaa!” Soluk soluğa yatakta doğruldum. Bu son bir ayda haftanın üç dört günü gördüğüm kâbuslardan sadece bir tanesiydi. Ter içinde kalmış bedenimi tekrar yatağa bırakmadan önce yorganın içini ve yastığın altını iyice kontrol ettim. Zaten araknofobisi olan ben için bu kadarı tüm gün boyunca kaşınma ve mide bulantısı demekti.
Gözlerimi kapatıp üzerimdeki korkuyu atmaya çalışırken çalar saatin sesi ile ikinci kez sıçradım. “Lanet olsun. Lanet. Lanet. Lanet saat.” Saati hızla devirerek susturdum. Yataktan doğrularak ayaklarımı sallandırdım. Bugün günlerden pazartesiydi. Bankaya gitmem gerekiyordu. Açmamam gereken o lanet çekmeceyi açmamın üzerinden bir buçuk ay geçmişti. Tek güvendiğim insan olan Beyhan Hanım’da iki hafta önce birçok personel gibi mali kriz sebebiyle erken emekli edilerek görevden alınmıştı. Artık o cehennemde tek başınaydım. Bunun bilinci ile yemeklerin içini kaşıkla kontrol etmeden yemiyor, gerekmedikçe öğrenmek adına tek kelime soru sormuyor ve yolda gördüğüm tüm bordro renkli BMW’ler de o tanıdık plakanın olup olmadığını kontrol ediyordum.
Ruh halimin oldukça bozuk olduğu o dönemde birkaç ay önce söyleseler çok üzüleceğim ama benim için şimdilerde tek umut ışığı olan şey gerçekleşti. Stajyerler arasında departman değişikliği yapılacaktı. Beni alt katta mevduat servisindeki Selda Hanım’ın yanına verip diğer iki stajyerden ilk andan beri yıldızımızın bir türlü barışmadığı Cansu’yu Meliha Hanım’ın yanına vermeleri ise keyfime keyif katmıştı. Bakalım Cansu Hanım bu duruma ne kadar katlanacaktı.
*****
Alt kattaki yoğunluk beni kısa sürede içine almıştı. Hiçbir şey düşünmeden sadece işimle ilgileniyordum. Yine böyle günlerden birinde bankanın mutfağından içeri girdim. Karnımdaki gurultulardan anladığım kadarıyla açlıktan ölmek üzereydim. Yemekçi Erkan Bey tabldotları hazırlamış yemekhaneye taşıyordu.
“Hımm ne yemekler var.” dedim aç kurt misali.
“Yemekler hazır kızım sen geçip başlayabilirsin.” dedi. Hızla masanın üzerinde diğerlerinden ayrı duran tabldota uzanmıştım ki Erkan Bey “Sen bunu al kızım.” diyerek elime diğerinin aynısı başka bir tabldot tutuşturdu. İşte yine aynı şey olmuştu. Aşağı kata geçmiş olmam bu olaylardan kaçmam için yeterli olmayacaktı demek ki.
“Peki” diyerek bana uzatılanı kaptım. Erkan Bey kendi taşıyacaklarını almakla meşgulken boynumdaki ucunda yeşim taşı olan kolyeyi kopararak çıkarıp bana yasak olan tabldottaki çorbanın içine bıraktım. Adam arkasını dönüp “Eee hadi ne bekliyorsun yemekhaneye geçsene.” dedi.
“Bir tane daha ver Selda Hanım’ın yemeğini de çıkarayım.” dedim tüm şirinliğimle. Adam elindekilerden birini daha bana uzatırken mutfağı gelini tarafından ele geçirilmiş kaynana gibi suratıma baktı.
Beş dakika sonra muhasebe ile aynı katta bulunan yemekhanede Selda Hanım’ın tepsisindeki çorbayı keyifle içiyordum. Personel yavaş yavaş yerlerini alırken Cansu tüm sinir bozan görüntüsü ile gelip karşıma oturdu. Meliha Hanım’da az sonra gelip Cansu’nun yanına oturunca kızın hiçbir şeyden henüz haberi olmadığını anladım. İştahla çorbasına ilk kaşığını daldırırken Erkan Bey elinde özenle tutarak getirdiği tabldotu kimin önüne koyacağını başından beri bildiğim yere koydu. Meliha Hanım’ın önüne konan yemeklere istemsizce bakarken ne tuhaf değil mi diye düşündüm. Aslında hiç tuhaf değildi. Karşımdaki kadın da deli falan değildi. Kadın başından beri doğruyu söylüyordu. Nedenini henüz bilmediğim bir sebeple kadına zarar veriyorlardı. Meliha Hanım son bir umutla yanında çorba içen kıza baktı. Cansu’dan bir hayır gelmeyeceğini anlayınca çaresizce kaşığa uzanıp çorbasına daldırdı. İşte bizim aramızdaki bu dostluk o gün çorbaya dalan o kaşıkla başladı. Kaşığın içindeki parlak yeşim taşı onun bu yolda artık yalnız olmadığını gösterircesine parlıyordu. Taşın kime ait olduğunu adı gibi bilen kadının yüzü aydınlandı. Yanımdaki henüz sahipsiz tabldotlardan birini ona doğru uzattım.
“Siz bunu alın Meliha Hanım.” dedim. “Bu günlerde nerden ne çıkacağı hiç belli olmuyor doğrusu.”
Kendini uyanık sanan insanları her zaman çok sevmişimdir. O muhteşem akılları ile o kadar meşgullerdir ki karşısındakinin zekâsından zerre şüphe etmezler. İnsan en çok onları şaşırtmaktan zevk alır. Erkan Bey’in taşa bakarkenki şaşkın yüzü de işte bana böyle zevk vermişti.
Benim artık beyaz atlı prensler, güçlü dükler ve gözü kara şövalyelerin oluşturduğu hayal bahçemde ölüm isteyen maskeli adamlar, zehir saçan cani insanlar, nereden çıkacağı belli olmayan böcekler ve henüz kim olduğunu bilmediğim katiller vardı.
Ve ben küçük Hercule Poirot* iş başındaydım.


*****
“Bakın şimdi bu yoldan gidersek internet cafede çalışan Ayhan’ı görürüz ama cafeye gelmeden şu sokaktan dönersek ilerideki oto yıkamada bir esmer güzeli var ki görmeye değer.” dedi Serap sevinçle. Sana da esmer güzeline de dedim içimden. Bu yarım akıllı ile aynı okula gittiğim için üzülmeli miydim? Yoksa böyle bir kuzenim olmadığı için sevinmeli miydim? Karar veremiyordum doğrusu. O günlerde Ergül genç bir çocuktan hoşlanmaya başlamıştı. Metin evlerine giden cadde üzerinde bir spor mağazasında çalışıyordu. Alışveriş yaptığı sırada tanışmışlar ve aralarında şu yüksek voltajlı elektriklerden biri oluşmuştu. Ergül içimde kelebekler uçuşuyor diye tarif etmişti hissettiği heyecanı. Benim içimdeki kelebeklere ne olmuştu? Bir tanesi bile üç yıldır tek kanat çırpmıyordu. Bir günlük o heyecana bile razıydım oysa.
“Caddeden gidelim Serap” dedi Ergül. “Aaaa neden ama bak çok yakışıklı diyorum size.” diyerek çocukça sesler çıkarmaya başladı. Acaba kaldırıma oturup ağlamaya başlar mı diye düşündüğüm sırada kız gelip koluma girdi. “Sen yakışıklı görmek istemez misin Aslıhan?” dedi. “İsterim isterim tabi ama bunun için yolumu uzatıp dükkânının önünden göz süzerek geçmeyi istemem Serap’cım.” dedim. “Aslında haklısınız cadde üzerinde de bol yakışıklı çalıştıran dükkân var.” bu kız beni hiç şaşırtmıyordu.
On beş dakika sonra spor mağazasında Ergül beğendiği birkaç ayakkabı modelini denerken Serap tezgâha yaslanmış pis pis göz süzüyordu. Yine kimi gözüne kestirdiğine bakmak için dönünce başka bir müşteri ile ilgilenen ve az önce bize yardımcı olan genci gördüm. Metin’i. Çocuğun bu yarım akıllının beyninde yer etmemesi için hızla koltukta bir yeni ayakkabı denemeye girişen Ergül’e döndüm. “Ergül hadi gidelim artık sen sonra başka zaman bakarsın.” dedim. Ergül başını kaldırıp yüzüme baktı “Ne oldu ya? Daha iki kelime bile konuşamadım.” dedi. “Sonra konuşursun hadi.” diyerek kendi ayakkabılarını ona uzattım. Arkamı dönünce Serap’ı az önceki tezgâh önü yerine camda bir şey işaret ederek Metin’le konuşurken gördüm. Artık çok geçti benim saf arkadaşım burada ayakkabı denerken kuş kafese girmişti.
“Ergül bu Serap senin Metin’den hoşlandığını biliyor mu?” dedim. “Evet biliyor biraz bahsettim.” dedi. Hala benim neden bahsettiğimi anlamamıştı. “Peki onun bu çocuk olduğunu biliyor mu?” elimle mağazanın girişinde kıkırdayarak kuzenin konuştuğu çocuğu gösterdim.
“Evet anlamış olmalı ki Serap mağazaya girdiğimizde bana cimdik attı.” dedi neşeyle. Başımı olumsuz anlamında salladım belki Serap anlamıştı ama Ergül henüz kuzeninin nasıl biri olduğunu anlamamıştı ve bunu anlaması için kalbinde uçuşan tüm kelebeklerini benzin döküp yapması gerekecekti.
*****
Peki ondan sonra ne mi oldu?
Nilay Bahtiyar’la evlenip ömrünün sonuna kadar aramızdaki en bahtiyar kişi oldu.

Nurdan Caner Ağabeyi’nin nişan tepsisini tutmak zorunda kaldığı gün bir daha âşık olmayacağına yemin etti. Yeminine sadık kalarak yıllar içerisinde karşısına çıkan tüm teklifleri geri çevirdi ve halen kimseye kalbini açmamakta kararlı.

Ergül bir zamanlar en sevdiği kuzeni olan Serap’ın o spor mağazasında işe girdiğini öğrendiği günden beri onu bir daha hiç affetmedi ama en çokta kendini.

Ve ben. Herkesin beklediği şeyi yapmıştım. İlk senede İstanbul’a yakın bir ildeki üniversiteyi kazanmıştım. Hem de en kısa yoldan. Bu mutlu haberi önce ailem ve canım dostum Edamla paylaştım. Şimdi paylaşma sırası en az benim kadar sevineceğine inandığım birindeydi. İki hafta önce stajımı tamamlayıp ayrıldığım bankanın kapısında içeri girdim. Güvenlik görevlisi Tahsin Bey’le hemen kapıda, başta Selda Hanım olmak üzere alt kattaki tüm personel ile bankanın ortasında sevinçle paylaştım. Herkes tek tek tebrik edip tekrar onları görmeye geldiğim için teşekkür ettiler. Kalbim üst kattaki kadına koşmak için can atıyordu. Kazanırsam söz verdiği gibi beni kâğıt helva arası dondurma ısmarlamaya götürecekti. Hızla merdivenleri çıkarken Selda Hanım’ın seslendiğini işittim.
“Aslıhan Meliha Hanım işten ayrıldı.” dedi. Merdivenlerde tökezleyerek durdum. “Nasıl yani bankadan ayrıldı mı?” dedim. “Evet geçen hafta istifasını verdi.” Hah! Meliha Hanım asla istifa etmezdi. Kadının elindeki tek umudu ileride alacağı emekli maaşıydı. İnanmayarak başımı salladım üst kata çıkıp kendim gözlerimle görmeden de inanmayacaktım. Hızla yarısında dikildiğim merdivenleri tamamladım. Üst kata çıkıp ufak sevimli ofisimize girdiğimde gözlükleri burnunun üzerine düşmüş kır saçlı bir kadın bana bakıyordu.
“Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?” dedi kadın. Önce kendi masama sonrada kadının oturduğu Meliha Hanım’ın masasına içim acıyarak baktım.
“Meliha Hanım?” diyebildim sadece gözlerimde biriken yaşlar nedeniyle kadını gri bir siluet olarak görebiliyordum şimdi. Gri siluet hareketlenerek yaklaşırken gözlerimde biriken yaşı sildim. “Meliha Hanım ayrıldı. Ben yardımcı olabilir miyim size?” dedi. Hayır dedim içimden sen hiçbir şeye yardımcı olamazdın. Dur bir dakika belki de olabilirdi. “Ben Meliha Hanım’ın stajyeriydim. İki hafta önce ayrıldım. Hatta masam şurasıydı efendim. Kendisine ulaşmam lazım şu dolapta personel özlük dosyaları olacaktı. İzin verirseniz adresini alabilir miyim?” dedim. Kadın hayır derse bile zaten gidip zorla alacaktım.
“Tabi ki.” dedi. Hızla bir zamanlar Beyhan Hanım’ın olan büyük masanın arkasındaki ahşap dolabı açtım. Bankadaki tüm personelin özlük dosyalarının bulunduğu klasörü alıp masaya bıraktım. İçindeki dosyaları sırayla çevirip aradığım dosyayı yerinden çıkardım. Masadan aldığım ufak bir bloknota telefon ve adresi karalayarak dosyayı yerine koyup dolaba kaldırdım.
“Teşekkür ederim. İyi günler.” diyerek ofisin kapısına doğru hızla ilerledim. Gri saçlı kadın bana ofisten çıkamadan seslendi. “Burası benim masam demiştiniz, bu kitap sizin olabilir mi?”
Kadının uzattığı elindeki tanıdık kitabı aldım. “Evet benim teşekkürler.” Ofisin kapısında elimdeki kitaba bakınca içimdeki şeytan ayağa kalkarak dile geldi. “Affedersiniz adınız nedir?“ dedim. Yaşlı kadın burnuna düşmüş gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı. “Neriman Soykan.” dedi. “Neriman Hanım bence çok dikkat edin dışarıdan banka gibi görünen bu yerde çekmecelerinizden türlü böcekler fışkırabilir, iş arkadaşlarınız tarafından takip edilebilir hatta yemeklerinize zehir konabilir ve siz sırf bunlara ayak dirediğiniz için işten zorla istifa ettirilebilirsiniz.” Kadının söylediklerimin tek kelimesine inanmayan şaşkın yüzüne bakıp odadan ayrıldım.

*****
İstanbul’un dar bütçeli ailelerinin oturduğu bir evin kapısı yedinci defa çalıyordum. Çalmanın fayda etmediğini anlayıp kapıyı yumrukladım. Tam iki gündür telefonla ulaşmaya çalıştığım evden çıt çıkmıyordu. “Meliha Hanım benim Aslıhan? Açın Lütfen. Bana kâğıt helva sözünüz var.” dedim başımı eski iki katlı evin kalın tahta kapısına yaslayarak. Bitişik evden genç bir kadın sonunda sesime çıktı. “Kızım buyur” dedi. Bir umutla kadına doğru ilerledim. “Meliha Hanım’a bakmıştım da.” dedim.
“Neyi olurdun kızım.” genç kadın evin önündeki basamaktan inerken sormuştu.
“Şey ben arkadaşıydım.” dedim kadına saçma geleceğini bilsem de kafamdan yalan uyduracak gücüm hiç yoktu.
“Takdir-i ilahi kızım başın sağolsun.” dedi avuçlarını havaya açarak. “Ne takdiri ne diyorsunuz siz!” diye kadının üzerine doğru yürüyünce kadın kolumu tutarak “Sakin ol kızım yapacak bir şey yok hepimizin gideceği yer orası.” dedi. Beni asıl yıkan kadının devamında söyledikleri olmuştu. Meliha Hanım üç gün önce komşularının günlerdir evden ses gelmemesi üzerine polise haber vermeleri ile evinde ölü bulunmuştu. “Tam ne oldu bizde anlamadık. Sanırım zehir mi içmiş intihar mı etmiş zaten son günlerde çok tuhaftı. Kızım nereye başın sağolsun tekrar.”
Başıma ağır bir cisimle vurmuşlar gibi sağa sola ilerlerken deli gibi ağlıyordum. Sokağın başına geldiğimde gözyaşlarımın arasından gördüğüm bordro bir renk hızla hareket etti. Plakasına ilk kez bakmaya bile gerek görmediğim BMV hızla uzaklaşırken ben hayal bahçemdeki bütün kelebekleri o gün benzin döküp kendi ellerimle yakmıştım.


Meliha Tekin anısına…Küçük Hercule Poirot’undan.



*Ünlü cinayet romanı yazarı Agatha Chrıstıe’nin yazarın kendi kurguladığı başkahramanı, dedektif.
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
"Mert Sevdalar"

“Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler…”


ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 11

Sakarya 2003-2004,

Hangisi daha çok korkutuyordu beni bilmiyorum. Geride bıraktıklarım mı yoksa önüme çıkacak olanlar mı? Şimdi tam burada geride bıraktığım ailemdi. Çocukluğumun bana sırt çevirdiği bir yaşta üniversite dedikleri iki katlı bir binanın önündeki köhne tren garında onları son ana kadar gayretle tutabildiğim gözyaşlarımın ağırlığı ile uğurladım. Bana en çok hareket eden trenin camından ağlarken gülmeye çalışarak el sallayan dedemden ayrılmak zor gelmişti. Bu yüzden çok sevdim ağlayan adamları. Bir erkeğe yakışan en güzel aksesuar yalnızca gözyaşlarıydı. Yaşanan sözde sevgiler, bizi terk edip gidenler hatta ilk aşklar bile yeri gelir hatırlanmazken sizin için gözyaşı döken bir erkek asla unutulmazdı.
Üniversiteden öğrenci yurduna yeni ezberlediğim yoldan kafamda bu düşüncelerle varmıştım. Üç katlı bir apartmandan bozma mavi demir kapılı yurdun önünde durup binanın dışına baktım. Biliyordum yeni hayatım bu kapının ardında başlayacaktı. Yukarı çıkmak için merdivenlere doğru yürürken kapı girişindeki ufak yazıhanelerinde duran sevimli karı kocaya sevgiyle gülümsedim. Şimdi bahsi geçen yeni hayatıma başlamadan önce yapmam gereken son bir şey vardı. İkinci kattaki boş dairede bulunan en küçük iki kişilik odaya girip kapıyı arkamdan kilitledim. Etrafa yayılmış eşyalarım tıpkı benim gibi iğreti duruyorlardı. Ranzanın üst katındaki yatağıma girip yorganı kafama çektim. Dünyanın her yanında savaşlar devam ederken, birileri seçmediği hayatları yaşarken, kalp kırıkları içimize batar ve biz ağlamak için bir omuz yerine yastıklara sarılmaya devam ederken hayat bize her şeyin kısmet olmadığını ellerimize cetvelle vura vura öğreten en sert öğretmenlerden beterdi. Kızaran ellerimizdeki taze yaralar bu zor günlerin en acı izlerini taşırdı. Oysa ben güzel ellerim olsun istemiştim. Güzel, narin ve bakımlı…
Bir gürültüyle uyandığımda hava kararmıştı. Nerede olduğumu anlamak için üç saniye odaya göz gezdiren dalgın bakışlarım odanın buğulu cam kapısındaki belirgin siluette takılı kaldı. “Kimse var mı?” diyen bir sese yatakta doğrulup cevap verdim. “Bir saniye.” Ranzanın alışık olmadığım dar merdiveninden inerek küçük odanın kapısını açtım. Upuzun bakır saçların çevrelediği güzel bir yüz karşımda belirdi. “Merhaba. Ben kapı kilitli olunca çaldım ama uyandırdım galiba.” Ağlamaktan şişmiş gözlerim uyku ile iki iri baloncuğa dönüşse de bozuntuya vermedim. “Önemli değil, yol yorgunluğu işte.” Genç kız tamam o zaman dercesine başını sallayıp elini uzattı. “Ben Eren. Yan odada kalıyorum sanırım daire arkadaşıyız.” dedi. Sevgiyle uzatılan eli sıktım. “Merhaba daire arkadaşım bende Aslıhan memnun oldum.” Kenara çekilip odaya girmesi için yol verdim. Merakla odayı incelemeye koyuldu. “Hımmm bu odada dar ve uzunmuş. Bizimkisi kare. Aaa! Şanslısın balkonu da var.” Evet çok şanslıydım gerçekten intihar etmeyi düşünürsem atlayabileceğim bir balkonum bile vardı. Eren ufak plastik masaya ve sandalyeye göz attıktan sonra odadaki dolabı incelemeye koyuldu. “Ya bizde askı bile yok. Şu dolaplara bak. Küçücük. Üstelik dairede bir tane bile ayna göremedim biliyor musun? Yüzümüze nasıl bakacaksak.” Kızın dolapla komik kavgasını seyrederken en son ne zaman aynaya baktığımı düşünüyordum. Odadan çıkıp mutfakla bir olan geniş hole doğru ilerledim. Gelen sesler dairede yalnız olmadığımızı söylüyordu. Mutfakta orta yaşlı bir kadın dolapları karıştırıyordu. “Eren kızım siz burada nasıl yemek yapacaksınız. Bu tezgâh çok küçük.” Beni fark eden kadın durup gülümsedi. “Merhaba evladım ben Eren’in annesiyim. Bakınıyordum öyle etrafa ne var ne yok. Sen de bugün mü geldin kızım.”dedi. Başımı sallayıp az önce tanıştığım kızın yanımdan geçip oturduğu holdeki büyük masadan bir sandalye çekip karşısına oturdum. “Sen yalnız mı kalıyorsun?” diye devam eden kadına yalnızlığımın sadece şuandan ibaret olmadığını anlatmak isterdim. “Evet bugün ailemi yolcu ettim.” dedim. “Okul bu hafta başlamayacakmış galiba bir hafta burada ne yapacağız.” Karşımda oturan kız bu soruyu bana sormuştu fakat annesi benden önce cevapladı. “Ne demek ne yapacağız kızım eve dönersiniz haftaya okul açılınca gelirsiniz.” dedi. Eve gidip gelmenin elimdeki paranın üçte birini götüreceğini söyleyemezdim tabi. Bu yüzden çoğu zaman yaptığım gibi dış sesim yerine iç sesle konuşmaya başladım. Gidin dedim içimden sizde gidin terk edin beni. Sen kal yalnızlık sen cezalısın!
Ertesi gün Eren’le okula yaptığımız ufak keşif sonrasında derslerin önümüzdeki hafta başlayacağını da öğrenmiş olduk. O dönüş yolunda sevinçle bir şeyler konuşuyordu. Önümüzdeki günler için planlar yapan kızı çaktırmadan inceledim. Oldukça güzel yüzünün hakkını veren aydınlık bir gülüşe sahip ve kendine güveni yerinde olan bir kızdı. Benim olamayacağım biri gibiydi ve benim olamayacağım o kız bir saat sonra annesi ile kendilerini bekleyen dolmuşa binerken odamın balkonundan onlara sadece el salladım. Ardından yalnızlığıma bir damla intizar ekleyip iyice karıştırdıktan sonra tekrar içime attım. Bilen bilir bu yalnızlık tecrübesinin kati şartıdır.
*****
Yurttaki dairede tek kaldığım bir hafta boyunca ilk görüşte kanımın kaynadığı Ayşegül ile güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Ayşegül aynı katta bulunan bir başka daireye yerleşmiş olan ve belki de benimle aynı olabilecek sebeplerden ötürü bir haftayı burada geçirmek zorunda kalan bir kızdı. Ben mütevazı insanları her zaman bir başka sevmiştim. Kenarda kalan, kendini göstermeyen ve hep geç keşfedilen. Yakınlarımızda bulunan ilçe merkezine hafta boyunca küçük yürüyüşler yapmış, basit ama doyurucu sofralar kurmuş, birbirimizi tanımaya çalışmıştık. Ayşegül ile oda arkadaşı olan Havva’da aramıza katılmış ve bir haftanın daha çabuk geçmesine yardımcı olmuştu. Bir hafta sonra üniversitenin açılmasından önceki gece dairemizdeki bütün yatakların üstü bavullardan çıkarılmış kıyafetler ve onları özenle dolaplarına yerleştiren birbirinden hoş kızlarla dolmuştu. Yurt sonunda olması gerektiği doluluğuna kavuşmuştu. Eren’in oda arkadaşı Zeynep’le de tanıştıktan sonra kendi odamdaki boş yatağa baktım. Hiç şaşırmamıştım koca yurtta sadece boş kalan iki yataktan birinin benim odamda olmasına. Zaten boşta sayılmazdı orda yıllardır benimle olan en kadim dostum yatacaktı. Yalnızlık. Yedi kişilik dairenin üçüncü ve son odasında kalan podyumdan fırlamış üç güzel de beni nazikçe selamlamışlardı. Kızların hangi ajansa kayıtlı olduğunu düşünürken hiçbir yerde ayna olmadığına sevindim. Dairenin ben en çirkin kızı şuanda kendimi görmeye pekte dayanamazdım.
*****
Yarınki büyük gün öncesi ilk buluşma da benim odasında toplanmıştık. Boş yatakta beş kız pijamalar ve ellerimizdeki kupalarla koyu bir sohbetin içine dalmıştı. Herkes kendini tanıtıyor, geldikleri yerlerden bahsediyor ve yeni heyecanların coşkusu saatin sabaha karşı olduğunu bize unutturuyordu. Eren’in annesi de ilk gece bizi yalnız bırakmamıştı. Bize başımızın çaresine bakmadan önceki son ziyafetlerimizi çekmemiz için bir dolap dolusu yemek yapmıştı. Yadigâr Teyze yarım saatte bir “Haydi kızlar yatın yarın nasıl kalkacaksınız?” dedikçe kupalara yeni çaylar dolduruluyordu. Bu kadını sebepsizce çok sevmiştim. Sonradan öğrendiğimde sebepsiz olmadığını fark ettim. Eren’in babası o çocukken vefat etmiş ve annesi ikisi sağır ve dilsiz iki çocuğuna kol kanat germişti. Demek bu tanıdık sebep Eren’le aramızda ilk günden itibaren özel bir bağ oluşturmuştu.
Çayından büyük bir yudum alan Zeynep “Şu okulu seçtiğime inanamıyorum ya arkadaşlarıma bu okulda okuyorum diyemem ben. Bizim lise bile bundan daha güzeldi. Ama biliyor musun kampüsteki derslere katılabiliyormuşuz. İnternetten araştırdım çok güzel arada oradaki derslere de katılabiliriz. Keşke bende birinci öğretim olabilseydim. İstanbul’a sadece iki saatlik mesafe de bulunan bu bir üniversitenin böyle olmaması gerekirdi.”dedi. Zeynep; Ayşegül, Eren ve benden biraz farklı bir kızdı. İçinden geçeni pat diye söyleyen, biraz fazlaca konuşkan ve heyecanlı bir kişiliğe sahipti. Bu özelliklerinin başımıza çok işler açacağının tabii ki o zamanlar farkında değildik. Konular uzadıkça uzamıştı. Havva’nın memleketi Konya’dan, Eren’in yedi yıllık sevgilisi Barış’a, Zeynep’in İstanbul’daki üniversite okuyanlara olan hayranlığından, Ayşegül ile ikimizin birinci öğretim puan sistemi muhabbeti sabahın ilk saatlerine kadar sürdü. Yatağa girdiğimde okunan ezan sesi içime su serpmişti. Yataktan kalkarak sadece intihar etmek için kullanılmayacak kadar güzel manzaralı balkona çıktım. Belki de Eren haklıydı. Belki de şanslıydım. Belki de yeniden başlamalıydım.
*****

Ertesi sabah herkes harıl harıl son hazırlıklarını tamamlamakla meşguldü. İlk hafta birinci ve ikinci öğretim aynı anda derse girecekti. Makyajlı yüzler, düzleştirilmiş saçlar arasında kot pantolonum ve beyaz gömleğimle tam bir liseli gibi duruyordum. Ya o kaşlara ne demeli. Kaşlar demek haksızlık olurdu zira birbirinden ayrılamayan sevgililer gibi birleşmişlerdi. Evden topluca çıkarken Yadigâr Teyze’de bizimle üniversiteye kadar gelmişti. Derse uğurladıktan son trenle İstanbul’a dönüp bizi kaderimizle baş başa bırakacaktı. Vedalaşmanın özel olduğunu düşündüğüm için yanlarından ayrılıp diğer kızlara doğru ilerlerken Yadigâr Teyze arkamdan seslendi. “Görüşmek üzere fındık kurdu.” Hızla dönüp gülümserken işaret parmağımla kendimi gösteriyordum. “Ben mi?” dedim. “Sen tabi ben ömrümde böyle güzel fındık kurdu görmedim.” dedi. Gülümsedim, güzel bir şey olduğunu hissetmiştim ve güzel şeyler duymaya alışkın olmadığım için birazda kızarmıştım. Arkamı dönüp üniversitenin kapısına doğru yürüdüğüm sırada yüzümdeki hafif alev harlanarak tüm vücudumu kaplayan bir yangına dönüşmüştü. Bu benim onu gördüğüm ilk andı. Okulun kapısından giren kalabalık bir erkek grubunun içinde gülümseyerek yürüyordu. Üzerindeki ananemin hırkasına benzeyen hırka, dağınık saçlar ve kirli sakaldan oluşan genel hat profili önce beynime sonrada kalbime sadece bir saniye de kazıdım. Bedenim benden izin almadan harekete geçmiş ve grubun arkasına takılmıştı bir kere. Gülüşerek merdivenlerden çıkan erkeklerin arkasında hipnoz olmuş gibi ilerlerken ilk görüşte aşk ironisine bu güne kadar neden inanmadığıma lanet ettim. Grup ikinci kattaki bir sınıfa girdi. Bende peşlerinden girerken dönüp hangi bölüm olduğuna bakmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Grup amfi dersliğin cam kenarındaki arka dört sırasını iştigal ederek yerleşti. Ne kadar şanslıydım ki; o orta sıraya yakın tarafa oturup elindeki defteri dünyanın en güzel hareketi ile masaya bırakmıştı. Kurulmuş bebekten farksız kesik kesik hareketlerle gelip orta sıranın tam onun hizanda kalan yan sırasına oturdum. Gelen gülüşmeler devam ederken elimde parçalarcasına tutmuş olduğum kitapları derin bir nefesle masaya bıraktım. Bu hareketle elimde var olduğunu unuttuğum kalem yere düştü. Eğilip kalemi almak için çabalarken birisi son derece ilgi alanımda olan kişiye seslendi. “Mert oğlum biz senin gibi paralı okumuyoruz. Hakkımızla geldik buralara.” dedi. Mert mi? Adı Mert miydi? Bir adama bundan daha güzel yakışan bir isim olamazdı herhalde diye uyuşmuş beynimle düşünürken arkamdan biri beni hafifçe dürttü. “Niye beni beklemedin?” Arkamı dönüp yanıma yerleşen Eren’e baktım. “Çoluk çocuk kaynıyor ya şu çıkardıkları gürültüye bak.” dedi. Baktım bende. Gürültünün içinde en sevimli şekilde mırıldanan kişiye. “İkinci öğretimmiş bunlar sen yaşadın. Bunlarla ders mi dinlenir ya.”diye hayıflandı. Eren grubun içinde kendisine bakan erkeklerden birini fark edip başını çevirdi. O anda aynı bölümde okuduğumuz için sevinmeli mi yoksa ikinci öğretim olmadığıma kahretmeli miydim bilemedim. Yani onunla sadece bir haftamı derse girebilecektim. Başıma dikilen tanıdık bir ses işittim. “Aslıhan kaysana.” Ayşegül ve Zeynep oturmak için beni bekliyorlardı. Bari bir hafta görebilecektim bırakında tadını çıkarayım bakışı ile yüzlerine bakarken “Ben solağım o yüzden bu başa geçtim Eren’in yanına geçseniz?” Yalvarış dolu çıkan bu istek karşısında kızlar Eren’in yanına geçmek üzere hareketlenirken yandaki grubun gözleri de üzerlerindeydi. Ben girdiğimde farkında bile olmayan gözler şimdi beni es geçip yanıma oturan üç güzele kaymıştı. Sıranın üzerindeki ilk kitabın kapağını açıp karalamaya başladım. Bu benim için en gergin olduğum zamanlar beynimin uyguladığı bir oyalanma yöntemiydi. Az sonra derse giren orta yaşlı bir kadın sınıfta kısa sürede sessizliği sağlayıp dersin Türk Dili ve Edebiyatı olduğunu açıkladı. Sayısal alanda okuyan biri için işkence sayılan bu ders benim içimi acıtan hayallerimi bir kez daha hatırlattı. Şuan olmak istediğim bölümü ve nerede olduğumu. İnsan ideallerinden sapar ve hayallerinden uzaklaşırdı elbette ama benimki resmen ters köşeye yatmaktı. Hani bugün her şey yeniden başlayacaktı.
Hoca Türk Edebiyatı’ndan örnek vermek ve ilk dersi bu önemli eserler hakkında konuşarak geçireceğimizi söylediğinde bildiğim bütün eserlerin isimlerini önündeki kitaba az önce çizdiğim iç dünyamı oldukça yansıtan tuhaf resimlerimin altına sıralamaya başlamıştım. Yedinci ismi yazarken duyduğum bir ses kalemi kâğıda çiviledi.
“Mert sen yanlış tarafa oturmuşsun. Sıranın sol tarafına oturacaktın.” Arsız çocuğun göz kırpıp beni gösterdiği o anı sadece yarım saniye olsa yakalamıştım. Kıkırdayarak sıraya kapaklanan çocuk şimdi gülme krizine girmişti. Sakinleştirici sinyaller beynime doğru kayarken dikkatimi hocaya verdim. Bana söylüyor olamazdı. Olamazdı değil mi? Olamaz canım ne alakası var. Sus Aslıhan kes artık kendi kendine konuşmayı. Derse odaklan bak şans bir sonraki dönem gelmeyecek! Başım hocaya dönükken göz ucum ve tüm dikkatim yan masadaydı. Yanındaki yılışık çocuğun ne söylediğini tam olarak duyamasam da Mert ona okkalı bir tekme attıktan sonra ilk kez bana başını çevirme lütfünde bulunarak baktı.
O sırada fark etmiştim hoca sınıfa seslenerek bir şeyler soruyordu. Ne sorduğunu bilmiyordum. Çünkü şimdi tüm benliğimle yan tarafa doğru akıyordum. “Evet gençler içinizde örnek vermek isteyen var mı?”
Mert şimdi başını tekrar arkadaşına çevirip fısıldadı. “Saçmalama. Söz konusu bile olamaz. Baksana o biraz şey.. yani şey…” Masanın üzerinde kalem tutan elinin ne olduğumu anlatmaya çabalayan hareketi görüş alanıma girdiğinde ifade edemediği o şeyi ben dile getirmiştim. Hem de farkında olmadan yüksek sesle. “Fındık Kurdu”
Ağzımdan çıktığı anda duyduğum pişmanlıkla elimle dudaklarımı kapasam da artık çok geçti. Başımı çevirdiğimde hoca dâhil herkesin bana baktığını gördüm. Mert’in bile. Şimdi o umursamaz surat beş karış açıkağızla ve gözleri de yuvalarından fırlamış gibi bakıyordu. Biz mert ve onurlu adamlar sevmiştik aslında. Sadece göstermeyi beceremediler. Onlar bizim gözümüzde birer film kahramanı şu küçük yaratık Gremlinler ya da herkesin evinde olan patlak gözlü Furby’ler olarak kalacaktı. Sen de benim Furby’im olacaktın.
Cevap bekleyen hocaya dönüp yüksek sesle yanıtladım. “Fındık Kurdu ile Furby hocam. Henüz yazmaya başlamadım. Karakter oluşturma aşamasındayım.” Hoca’nın ve tüm sınıfın Türk Edebiyatına verdiğim bu en güzel örnekle ağzı beş karış açık kalmıştı...
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
“Kuyruk Acıları”

“Biz seninle ilkbaharla sonbahar gibiydik. Asla yan yana gelemesek de birbirimize en çok benzeyendik. Kış son gücüyle seni kendine çekerken hain yaz hep aramıza girecekti. Tuhaftı biliyorum; ne sen ilk olabilecek ne de ben son kalabilecektim.”

ANNESİNİN KOCA AYAKLI KIZI BÖLÜM 12

Sakarya 2003-2004,

"On dört kahvehane."
Ayşegül başını çevirip yüzüme baktığında devam ettim. "Sadece üniversite ile yurt arasında on dört tane kahvehane var. Hepsi de ağzına kadar dolu. Bu insanlar evlerini nasıl geçindiriyorlar?"
Yurda varmadan önünden geçtiğimiz on dördüncü kahvenin önündeki genci yaşlısı tuhaf bakışlı adamlar evlerinin nafakalarını önlerindeki tavla kadar önemsemiyor gibiydiler. Bulunduğumuz küçük yerleşim yerinin en önemli geçim kaynağı bu üniversite iken neden bize öfkeli olduklarını aklım almıyordu. Onlara göre bir kız çocuğunun ailesinden ayrılıp okuması yanlıştı hatta belki de günahtı. Biz onların gözünde aciz ana babaların günahkâr çocuklarıydık. Bu yüzden değil miydi her birimize filizlenen öfkeleri ve bu yüzdendi bizi ilgiyle her süzdüklerinde estağfurullah çekmeleri.
Kendi düşüncelerimden içim ürpermişti ya da ılık esen sonbahar rüzgârıydı içimi ürperten. Hah! Sonbaharda bana benzemez miydi zaten. Solgun, yaşlı ve hüzünlü. Derin bir nefes daha çektim içime. Bahar havası da aynı benim gibi buram buram arada kalmışlık kokuyordu. Ne buz tutar lapa lapa kar yağdırır ne de güneşle kavurup ten yakardı. Ne doğru dürüst sevmeyi becerebiliyordum ne nefret etmeyi. Ne kanatlı melektim ne kuyruklu şeytan. Ne her şeyi halleden akıllı ne dünyayı boş vermiş deli. Özümü bulacaktım zira zamanı vardı belli.
"Ne düşünüyorsun fındık kurdu?" Ayşegül koluma girip beni kendine çekti. "Bu akşam da burgu makarna mı yiyeceğiz yoksa kelebek mi onu düşünüyordum."dedim. Kıkırdayarak yurdun kapısından girerken kelebek gibi kanat çırpıyorduk.
Gülmekten kendimizi daireye zor attığımızda Eren'i mutfak yerine yatağında gözü yaşlı otururken bulduk. Bizi görünce dizlerini kendine çekip başını eğerek kaldığı yerden ağlamaya devam etti. Gülüşümüz yüzümüzde donmuştu. Ayşegül ile birbirimize bakıp elimizdekileri Zeynep'in boş yatağına bıraktık. Karşıdaki yatakta duvar kenarında büzüşmüş Eren'in yanına usulca sokulduk. Küçük grubumuzdaki en ufak olan ben fındık kurdu elimi bakır renkli saçların altından geçirip omzuna sarıldım. “Canım ne oldu?" Eren hıçkırıklarına kısa bir ara verip başını yasladığı dizlerinden kaldırmadan cevapladı. "Biz Barış'la kavga ettik." Başını kaldırıp kızarmış gözlerini gözlerime dikti. "Bitti. Ayrıldık."dedi. Ayşegül kızın ıslak yanağına yapışmış saçlarını omzunun arkasına atarak yüzünü tamamen ortaya çıkardı. "Saçmalama Eren! Barış seni asla bırakmaz. Siz birbirinizi seviyorsunuz. "Ayşegül’ün tesellisi basit ve gerçekçiydi. "O dediğin İstanbul'daydı. Araya mesafeler girince olmuyormuş işte."
Ona teselli verme sırasının bende olduğunu kaş göz işareti ile belirten Ayşegül'e tek kaşımı kaldırarak cevap verdim. Benim araya giren mesafelerin zayıf aşkları koparıp güçlü sevgileri kuvvetlendireceği gibi edebi saçmalıklar parçalayacağımı sanıyorsanız aldanıyordunuz. Ben en zor zamanlarda acıyı hep dalgaya vururdum. "Aman iyi olmuş oh zaten hiç içim ısınmamıştı. Ne öyle oraya gitme Eren! Bunu yapma Eren! Ben bile sıkılmıştım. Oh be iyi oldu müzmin bekârların arasına hoşgeldin hayatım."
Ayşegül ağzı bir karış açık ne yaptın der gibi bakarken Eren yaşadığı şoktan kısa sürede çıkıp "O bunları benim iyiliğim için söylüyordu tamam mı? Beni düşündüğü için ve beni sevdiği için. Aslında çokta haksız sayılmaz!" Söylediği söz bittiğinde odadaki sessizlik üçümüzün kahkahaları ile son buldu. Bir insanın en güzel gülüşünü ağladıktan sonraki pırıl pırıl yüzünde görürdünüz. Bende görmüş ve akabinde yatağın üzerindeki telefonunu Eren'e uzatmıştım."Hadi ara canparem." Elimdeki telefonu kapıp hızla ayağa kalktı."Banyodan çıktığımda yemek istiyorum ona göre. "Odadan çıkıp hole doğru ilerlerken Ayşegül'e göz kırpıp yüksek sesle bağırdım."Akşam yemeği yedide. Menüde ıspanak var!" Banyodan gelen memnuniyetsiz sesten bir saniye sonra yüzüme yediğim yastıkla yatağa savrulmuştum.

******
"Bu ıspanağı yıkamaya harcadığım vakitle vizelere hazırlanmıştım he." Eren bornozuyla banyonun kapısında dikilmiş hayret dolu bir ifade ile bana bakıyordu. "İnanmıyorum fındık kurdu yemek yapıyor! Hem de soğanlı salçalı falan." Tencereden taşan ıspanaklara zor kullanarak kapağı kapatmaya çalışırken dil çıkardım. "Ne sandın kızım. Anneannem her zaman öğren kızım ama yapma derdi. Yaptığın banaysa öğrendiğin sana.”
"Ayşegül nerede?"
"Üstünü değiştirmek için dairesine geçti."dedim. Eren muzipçe gülümsedi."Biz barıştık."
"Kim barıştı." Zeynep anahtarı açtığı kapıdan çıkarmak için debelenirken sormuştu.
"Yemek yapacağım deyince Eren ve Ayşegül benimle küsmüşlerdi de ekmek aldın mı mesaj atmıştım." Kitapların arasından ekmeğin ucunu göstermeye çalışan Zeynep son bir gayretle anahtarı hain kapıdan çıkarmayı başardı. "Ay sen yemek mi yaptın?"
Elimdeki bıçağın ucunu karşımdaki iki bayana tek tek sallarken keyifle söylendim."Bu akşam parmaklarınızı yerken bunu size hatırlatacağım."
Sadece on beş dakika geçmişti. Bu geceki evin küçük annesi ben sofrayı kurup salatayı masaya bırakırken kapı çaldı. Odadan çıkan Eren kapıya koşarken Zeynep'te banyodan çıkıp masaya oturmuştu. "Çok acıktım ben. Bana bir tabak dolusu koy lütfen."derken salatanın suyuna bandığı ekmek ucuyla kendinden geçmişti.
Ayşegül kapıda Eren'in yanağından ufak bir makas alıp sofraya Zeynep'in yanına oturdu.
Anneannemin yaptığı yemekler dillere destan, annemin zeytinyağlılarına herkes hayranken benim başarısız olmam mümkün değildi. Elinde beni olanların yaptığı yemekler her zaman lezzetlidir derdi anneannem. Bende bundan cesaretle artistik hareketlerle önlüğü başımdan çıkarıp kapının koluna astım. Desenleri solmuş yemek tabaklarından en üsttekini elime alıp tencerenin kapağını açtım. Tencerenin dibindeki bir avuç ot yığınına bakarken Zeynep "çok koy çok!"diyerek çatalını masaya vurmakla meşguldü. Anneannem yalan mı söylemişti yoksa genetiğim mi bozuktu. Zaten bozukluğum yaptığım o evde kalmış kızın çeyiz bohçası kadar büyük olan mantılardan belliydi. Tencerenin kapağını hızla kapatarak aklımca arkama sakladım. Dağdan inmiş aç kurt sürüsünden kurtulmak için aklıma ilk gelen yalanı zırvaladım."Biri yemeğimizi çalmış."
"Kim çalmış?"
"Eeee, yemek yok mu yemek"
"Seni öldürsem kaç yıl yerim fındıkkurdu?"
Mutfakta kopan kıyametten duyabildiklerim bunlardı.

*****
Lapa lapa yağan karda bozuk yollardan okula gitmek benim için tam bir işkenceydi. Ben sıkı sıkı basmaya çalıştıkça dizlerim daha da titriyordu. İstanbul’da yağan sulu kara alışkın olmamdandı belki de. Gece pencereden izlediğim karın sabaha çamura dönüşen İstanbul yollarına alışkındım ben. Belki de onu tekrar görecek olmamın heyecanıydı dizlerimi titreten. Ne heyecanlanacaktım ki o patlak gözlü değildi artık ilgimi çeken. Yürümeyi yeni öğrenen altı bezli bebekler gibi kızların arkasından ilerliyordum. Atacağım her adımda verdiğim stratejik kararlarla önümdeki kar kütlelerine basıyordum. İki düşün bir ilerle. İki düşün bir ilerle."Vize haftası olmasa ben dışarı çıkmazdım ya ah!" Buz tutmuş yolda spagat açmama çok az kala önümdeki Eren'in paltosuna asıldım. Aldığım destekle bacaklarımı kapatıp doğrulmaya çalışırken sinirle söylendim. "Siz niye bizimle derse giriyorsunuz ki ikinci öğretim dediğin akşam derse girer."
Eren'in gülmemek için kendini zor tutan yüzünü görünce benim için cinnet kaçınılmaz hale gelmişti. "Rektörlüğe dilekçe yazıp şikâyet edeceğim. Ah! Sakın beni bırakayım deme Eren düşeceğim."
Eren'in koluna girip uzaktan beyaza bürünmüş üniversite binasını görünce içim biraz olsun rahatlamıştı. Dayan kızım az kaldı!
"Sapanca kampüsü tadilata girmiş." dedi Eren ve devam etti."Çevre ilçelerdeki kampüslere bölümleri dağıtmışlar. Müdüriyet Hazır giyim birinci ve ikinci öğretime bizim dersliği verince bizde sizin sınıfa kaldık hayatım."
Yüzüme diken gibi batan kardan korunmak için atkımı düzeltme gafletinde bulunarak elimi Eren'in kolundan sadece bir saniyeliğine çekmiştim.
"Ne kadar sürecek bu durum?" Tabi ki öfkem Eren ve Zeynep'e değildi. Öfkem o patlak gözlüyü bir süre görmek zorunda kalacak olmamdı. Ben atkı ile debelenirken Eren karların üstünde zıplayarak bağırdı.
"Bu güzel haberi benden al canım dönem sonuna kadar beraberiz."
"Nee! Ahhhh!"
Düşünmeden attığım o adım sonrasında iki seksen yolun ortasında uzanırken acıdan çok bedenimde senden kalan hatıradan ötürü haykırmıştım.
"Lanet olsun sanırım kuyruk sokumumu kırdım!"

*****
"Ya kalksana orası benim yerimdi." Bebek sesi çıkaran ve havaya hiçte uygun olmayan açık yaka gömlekli bir yarım akıllı sarışın tepesinde dikildiği çocuğu çekiştiriyordu. Ben doğru dürüst yürümeyi beceremezken kızın kusursuz fönlü saçları sinirime dokunuyordu. Okulda kuaför falan mı vardı. Hayır yani kuaför varsa kesin revir falanda olmalıydı. Kalçamı tuta tuta arka taraflardaki boş sıralardan birine doğru ilerlemeye başladım. Kız şimdide elindeki defterle çocuğun kafasına vurmaya çalışıyordu. Bütün sene! Bütün sene bunlarla okumaktansa kendimi az önce altından geçtiğim kapıya atkıyla asmaya razıydım.
Kısa bir süre içinde birinci ve ikinci öğretimi içine alan amfi acıyla bağırıyordu. Yeter artık! Bir kaç kişi daha derse girerse kesin sınıf çöküp aşağıdaki hazır giyimin kafasına inecekti. İnmeliydi de dedim kapıda onu gördüğümde. Bütün bunların suçu onlardaydı. Arka sıradaki Zeynep'in de İstanbul'dan arkadaşı Hakan gür sesi ile bağırdı. "Mert sen böyle gel." Tıklım tıklım oturan fakirlerin arasından rezerve edilmiş masasına ilerleyip o aşina olduğum umursamaz tavrıyla gelip arkamdaki sıraya defterini fırlatırcasına bıraktı. Oturmadan önce sınıfa bir göz atan küstah bakışlar dile geldi. "Bu ne böyle ya!"

Hah! Bende aynen böyle düşünüyordum. Bu ne böyle? Başımdaki kırmızı bereyi çıkarıp sıranın altına tıkıştırdım. İyi ki sabah Ayşegül'e saçımı ördürtmüştüm. En azından kabarıp berbat bir görüntü sergilemiyordu.
İktisat hocası her zamankinden kalabalık sınıfa tuhaf bakışlar atarak kürsüye doğru ilerledi. Mahir Hoca derslerine küçük espriler yapmadan asla başlamazdı. Bugün konu aramasına gerek kalmadığından topu direk ağlarla buluşturdu.
"Nerede hareket orada bereket" Burnunun ucuna kaymış gözlüğü biraz daha gülerse son kemeri de aşıp yere düşecekti.
Bu esprinin arkasından sınıfın arka bölümünde bir kahkaha koptu. Sebebi tabi ki hocanın esprisi değil bunu kendince uyarlayan genç beyinlerin eseriydi. Sınıfın yaşına göre babayiğit görünümlü öğrencisi Taylan "Ya da nerede çokluk orda bokluk arkadaşlar" diyerek çevresindeki grubu kendince hareketlendirmişti.
Mahir Hoca çantasından ders notları ile birlikte bir kaç kâğıt çıkararak sınıfa seslendi.
"Evet derse başlamadan önce hazır iki öğretimde bir aradayken vize sonuçlarını açıklayayım."
Ön sıralardaki adını bilmediğim kızlardan biri heyecanla sordu "Hocam ne çabuk okudunuz?"dedi. İltifat olarak algıladığı bu soru sonrasında tek elini çenesinin altına alan Mahir Hoca "İki öğretimde de en yüksek not alan öğrencileri açıklayacağım. Sonrasını sınıfta elden ele gezdirin."Az önce kendisine soru soran öğrenciye dönerek "Ders sonrası listeleri panoya asın lütfen." Kız başıyla onaylayınca Hoca elindeki kâğıdın en üstündeki isme dikkat kesilerek okumaya başladı. "İktisada giriş birinci dönem vizesi birinci öğretim en yüksek notu Doksan Sekiz puanla Aslıhan Yılmaz" Sınıfta kendi grubunda olmayan kişiler birbirlerinin isimlerini bilmezdi. Adımı duyduğum an iyi geçtiğini bildiğim sınavın birincisi olacağım aklıma gelmezdi. Hoca kim olduğunu görmekte ısrar ederek sınıfa göz gezdirirken Ayşegül kolumu dürtmekle meşguldü. Belki de sınıfı taramaktan vazgeçer diye düşünürken "Evet Aslıhan Yılmaz! Yok mu?" Kaçarı yoktu adam gül yüzümü görmeden rahatlamayacaktı. Çaresizce el kaldırdım. Hocanın kalabalıkta beni fark etmesi ile bana yönelttiği kalem tutan eli ayağa kalk işareti yapıyordu. Tüm sınıf şimdi Aslıhan Yılmaz'ın kim olduğuna bakarken yavaşça ayağa kalktım.
"Tebrik ederim küçük hanım. İnanın not kırmakta zorlandım." Gözlerimi hocaya dikmiş diğer insanların bana baktığının bilinci ile hafifçe kızardım. "Teşekkür ederim."
"Şimdi de ikinci öğretimin en yüksek notu Doksan Sekiz puanla Mert Sezer" Kafama balyozla vurmuşlar gibi hissettim o akıl fukarası patlak gözde benimle aynı puanımı almıştı. Arka sıranın gıcırdadığını işittim. Şimdi o da ayağa kalkmıştı. Az önce kendi meşrebinde espri yapan genç ıslık çalarak alkışlamaya başladı."Helal Mert yakışır." Yarım akıllı çocuğa uyan bir grup daha alkış koparırken Hoca listeleri ön sıraya uzatarak sınıfa dağılmasını sağladı.
"Beraber mi çalıştınız çocuklar? Hatalarınız bile aynı"
Önüme eğdiğim başımı bu sözle aniden kaldırdım ve bu sefer bilinçli olarak yüksek sesle söyledim."Allah korusun hocam."
Dış sesimin verdiği bu hızlı ve net cevabın bir de iç karşılığı vardı elbet. Söylemeye dilimin dönmeyeceği, kalbimin bu sükûnete boyun eğdiği bir karşılık. O da benim gibiydi her duygusu ve her hatasına kadar. Çünkü biz seninle ilkbaharla sonbahar gibiydik. Asla yan yana gelemesek de birbirimize en çok benzeyendik. Kış son gücüyle seni kendine çekerken hain yaz hep aramıza girecekti. Tuhaftı biliyorum; ne sen ilk olabilecek ne de ben son kalabilecektim.

Yerime oturduğumda aynı sırayı paylaştığım kızların hayret dolu yüzlerine tek kaşımı kaldırarak cevapladım. "Ne var?" Arkamdaki sıranın güçlü sallantısı ile sabah darbe aldığım kalçam bir kez daha zonkladı. İnsan görünümlü varlık yerine oturmuştu. Belli ki sinirlenmişti de. Bundan aldığım zevkle dersi dinlemeye başladım.

Kısa bir aranın ardından ders olağanca karmaşıklığı ile devam ediyordu. Tam rekabet piyasası ve yaklaşımlarını anlatırken kendinden geçmiş hoca arada sınıfa sorular sorup beklediği cevapları alamayınca geriye dönüp en baştan başlıyordu.
"Tam rekabet piyasasında, hiçbir firmanın sattığı ürünün fiyatı üzerinde tek başına kontrol gücünün olmadığı özel bir piyasa yapısıdır. Tam rekabetçi firma fiyat belirleyici değil, fiyat kabullenicidir."
Bana göre şuanda rekabet tam da arkamda devam ediyordu.
Hakan gür sesinin elverdiği en alçak şekilde konuşuyordu."Bak alttan üstten sonra bir yandan ve yine alt üst."
Artık hiçte beni etkilemeyen ses itiraz etti. "Hayır birader alt üst sağ sol. Aşağıya kadar böyle devam ediyor. Ne saçmaladıklarını anlamaya çalışırken arkamdakiler restleşmeye devam etti. "Var mısın iddiaya. Soralım."dedi Hakan.
"Soralım" dedi patlak gözde.
Aman neyse ne umursamıyorum da dedim içimden. Bütün bir dönem neyin peşinde olduğu ile uğraşmayacaktım. Kesin ön sıralardan birini gözüne kestirmişlerdi. Önünde yanında altında üfff!
Omzumu dürten bir parmak içimdeki umursamaz sesi kesti. Arkamı dönüp bana ilgiyle bakan iki yüze döndüm.
"Ne var?"dedim bıkkınlıkla.
Hakan yüzünü sıraya yaklaştırıp tavus kuşu gibi boynunu eğdi. "O kafandaki alttan üstten sonra bir yandan ve yine alt üst şeklinde mi devam ediyor?"
"Nee!" Sesim olması gerektiğinden yüksek çıkınca hızla önümü dönüp bizim tarafa bakan Hocayla göz göze geldim. Sol omzunu kaldırıp elimle bir şey yok gibisinden hareket yapınca hoca burnuna düşmüş gözlüğünü ittirerek tahtada yaptığı hesaplamaya geri döndü. İçimden derin bir nefes alıp bunu da atlattım diye düşünürken sol omzumun hemen arkasından gelen nefesle karışık bir ses bütün vücudumun kontrolünü ele geçirdi.
"Her şeyi bu kadar planlı mı yaparsın fındık kurdu? Saçını bile?"
Omzumun üstünden cevapladım."Se-seni ilgilendirmez."
Ufak dağınık bir nefes hissettim. Gülmüştü."Balıksırtımı bu?"
Herkesin anın durmasını istediği zamanları muhakkak vardır. Bu benim için öyle bir andı. Herkesin yalnızca on saniye kadar donmasını ve arkamdaki Furby'in yüzüne doğru oldukça tiz bir çığlık atmayı deli gibi istiyordum. Kontrollü olmak suç muydu? Bilinçli ve öngörülü davranmak. Olayların kontrolünden çıkması insana nasıl zevk verebilirdi ki. Arkamdaki mahlûka zevk verdiği kesindi. Hocaya göz atıp usulca arkamı döndüm. Ayşegül yapma dercesine bacağıma vururken sesimi de kontrolüm altına alarak cevapladım. "Hayır balıksırtı değil, bu modelin adı kuyruksokumu"
Hakan'ın bağıran sesi ile hoca dâhil tüm sınıf arkasını döndü. O ise aldırmadan bağırmaya devam ediyordu.
"Kazandım iddiayı ben kazandım."
*****
Ayşegül'lerin ön tarafa bakan odalarındaki açık camdan yurdun altındaki cafeye giren çıkanları izliyordum. Canlı müziğin sesi odadaki sessizliği biraz olsun dağıtıyordu. Yeni türkünün sözlerine aşina olduğun bir şarkısını çalıp hep bir ağızdan söyleyen topluluğa bende burada eşlik ederken diğer camdan sarkan Zeynep'e göz kırptım. Oda şarkının sözleri ile bana cevap vererek gülümsüyordu. İçerdekileri de bize katılmaya davet etmek için arkamı döndüm. Yatağında sus pus oturan Havva yurdun sahibi Türker Amca gibi düşünenlerdendi. Ona göre böyle yerlere gitmek, erkeklerle aynı ortamlarda oturup eğlenmek günahtı. Daha önce sayısız kez bu konuda konuşup ortak bir görüşe varamadığımız için konuyu tekrar açmamayı uygun buldum. Daha önce bir kaç kez aşağıya inmek için girişimde bulunduysak da Türker Amca'nın onaylamaz tavırları yüzünden vazgeçmiştik. Hepimiz çok iyi biliyorduk ki cafenin sahibi ile mahkemelik olan Türker Amca tarafından oldukça masum olan bu durum ailelerimize çarpıtılarak anlatılabilirdi.
"Ben markete inip çekirdek alayım bari. Gelsene sende Zeynep."
Zeynep üstünü başını göstererek “Bu tiple aşağı falan inemem ben. Sen aşağıdaki kalabalığı gördün mü?” Başını pencereden sarkıtarak içeri yeni girip çıkanlara göz gezdirmeye devam etti. Üstümdeki eşofman takımına bakıp omuz silktim. “Aman kim görecek beni. Ben iniyorum. Birazdan gelirim. Başka bir şey istiyor musunuz?” Zeynep camdan neşeyle, Havva’da oturduğu yataktan somurtarak aynı anda cevap verdiler. “Hayır!”
Yurdun merdivenlerinden koşar adım inip kapıya doğru ilerlerken önünden geçtiğim yazıhanesinde sesten dolayı sinirle oturan Türker Amca’yı gördüm. Kapalı cam kapının önünde durup önce bakkal yönünü kafamla işaret edip ardından elimi ağzıma götürerek çekirdek ihtiyacımı dile getirdim. Dışarı çıktığımda tüm üniversitenin bizim yurdun altında toplanıp toplanmadığından şüphelenmeye başlamıştım. Kalabalık öyle böyle değildi ve cumartesi akşamı olması dolayısıyla eğlence geç saatlere kadar sürecek gibi görünüyordu. Çiseleyen karla karışık yağmurdan payıma düşenin en azını almak için koşar adım kendimi hemen yan binadaki markete attım. Yurda döndüğümde kısmen ıslanmış olsam da buna değer bulduğum poşetimle merdivenlere doğru yönelmiştim ki yurdun televizyon odasında küçük bir pencerenin önünde çaktırmadan cafedekileri gözetleyen Asiye’yi gördüm. İşte can sıkıntımı geçirecek bir şeyler bulmuştum. Elimdeki poşetin ses çıkarmamasına dikkat ederek yavaş adımlarla zaten davul çalsam benim varlığımı fark etmeyecek durumda hipnoz olmuş kızın yanına vardım.
“Asiye! Ne yapıyorsun sen?” Asiye olduğu yerde korkuyla sıçradı. Gelenin tehlike teşkil etmediğini fark edince elini önce kalbine sonra da damağına götürdü. “Ödümü koparttın Aslıhan.” dedi.
“Ne yapıyorsun bende bakacağım.” Küçük pencereden bu kadar önemli neye baktığına merak ederek Asiye’yi çekiştirmeye çabaladım. Asiye doksan kilo ağırlığı ile pek kımıldatılabilecek gibi görünmüyordu. “Şşşt! Şimdi Türker Amca’ya yakalanacağız. Lütfen biraz sessiz olabilir misin?”dedi.
Tabi ki onu rahat bırakacaktım ama biraz pazarlık payı bırakmaktan zarar gelmezdi. “Tamam gideceğim ama bana neye baktığını söyle.”dedim. Asiye önce kapıya doğru bir bakış attı. Gelip gidenin olmadığına emin olduktan sonra bana aramızda kalacak dercesine işaret parmağı ile kesin uyarı verdi. Ağzımın hayali fermuarını çekip elimdeki poşeti yakınlarımdaki masaya bıraktım. Asiye elini dudaklarına götürüp sessiz ol işareti verirken ben çocukken her ay penisilin iğne yemek için annemin zorla götürdüğü dispanserdeki resimden daha gerçekçi şekilde hemşire pozu verdiğini düşünüyordum.
“Gel bak.”diyerek beni az önce görmek için meraktan çatladığım pencerenin önüne çekti. Elbette ufak camın nereye açıldığını biliyordum. Cafenin sahne diye tabir edilen kısmındaki en köşe tarafı görüyordu. Anlamadığım şey kızın içeri girip diğerleri ile eğlenmek yerine bu delikten kısmen bakma ihtiyacı duymasına neyin sebep olduğuydu.
Sahnenin ortasında uzun saçlı genç bir çocuk Akdeniz Akşamları tarzında bir şarkı söylüyor ve göz gözü görmez bu yerde siluet olarak seçilen bir grup ona ayakta eşlik ediyordu. Asiye arkası tam bize dönük ayakta org çalan çocuğu işaret etti. “Adı Faruk. İşletme ikinci sınıfta okuyor. Org ve gitar çalıyor. Yaklaşık yedi aydır birlikte olduğu Buse adında bir kız arkadaşı var ve kendisi iki yıldır benim platonik aşkım oluyor.” Gösterdiği yerdeki yakışıklı sayılacak çocuğu inceledim. “Neden platonik olarak kalmasına izin veriyorsun?”dedim. Sanırım yanlış bir noktaya parmak basmıştım ki Asiye alt dudağını ısırıp yüzüme dik dik baktı. “Sence bu küçücük delikten onu izlemek hoşuma mı gidiyor. Şu çocuğa bir daha bak lütfen benim gibi biriyle çıkmak ister mi? Halime bir bak herhalde benden iki Buse çıkar.”
“Her şey dış görünüş değil.”dedim inandığım şeyin arkasında durarak. Başını sallamakla yetindi sadece cevap bile vermeyi gerek görmemişti. Yüzümü küçük pencereye çevirip önümdeki loş ortama göz gezdirdim. “Gerçekten dış görünüş her şey demek değildir Asiye. Hayır eminim başka şeylere değer veren insanlarda va…”
“Ne oldu? Hey!” Asiye’nin bana seslenen sesini duyuyor fakat tepki veremiyordum. Donmuştum. Vücudum üzerinde durduğum mermere kök salmış ve gözlerim küçük pencereden görünen karanlıkta Faruk’un org çaldığı masanın önünde oturan gruptan ayağa kalkarak elindeki bir kâğıdı çocuğa uzatan tanıdık siluetteydi. Tanıdık umursamaz tavırlarla çocuğun omzuna vurarak az önce ayağa kalktığı masaya -gayet hoş bir kızın yanındaki yerine- kuruldu. Koltuğun kızdan yana olan tarafına uzattığı kolu sabrımı taşıran son damla olmuştu.
Her şey dış görünüş değildir.
Her şey dış görünüş değildir.
Arkası dönük sevgi dolu çifte bakarken sinirle ellerimi yumruk yapmıştım. “Aslıhan?” Kolumu koparırcasına sıkan Asiye’den kendimi kurtarıp deli gibi etrafa saldırmaya başladım. İlk gözüme çarpan plastik bir tabureyi alıp küçük pencerenin önüne yere koydum. “Demek ben kontrollüyüm heee, plancı ve sıkıcıyım. “ Taburenin üzerine çıkıp tek bacağımı ufak camdan soktum. Hemen ardından otuz dört bedenimi çok zorlamadan -başımı hafifçe vursam da- camdan diğer tarafa geçirmeyi başarmıştım.
Asiye yurdun tarafında kalan tek bacağıma yapışmış çekiştirirken bir yandan da yalvarıyordu. “Aslıhan ne yapıyorsun?” Kötü bir kahkaha atıp kendimi cafenin içine attım. Şimdi ufak pencerenin diğer tarafında kalan şaşkın yüze dönerek cevapladım. “Doğaçlama yapıyorum. Plansız ve kontrolsüz.”

*****
Son ana kadar umudum vardı bir ikizin olup olmadığından. Ama şimdi o kadar emindim ki; aynı yumurta ikizi bile böyle pervasız böyle küstah bakamazdı. Birkaç adım önümde org çalan Faruk klavyenin tuşlarına daha bir acıklı basıyordu sanki. Bir sonraki şarkı bari benim olsun dedim. İçerideki loş ortama gözlerim iyice alışmaya başlamış ve o patlak gözleri daha net görür olmuştum. Sırtının dönük olmasının rahatlığı ile sahnenin kenarındaki perdenin dibinde uzun uzun inceledim bedenini. Sağ yanındaki güzele fazla gülmekten içine hava dolan gamzelerini, yan bakan boynunun kıvrımlarının hırkanın yakası ile kesiştiği o yeri ve saçına verdiğin o farklı şekli. Hepsini uzun uzun inceledim.
“Ahh! Yardım edin!” Arkamı dönünce anne karnından çıkan bir yavrunun ilk anlarına şahit oluyor gibiydim. Asiye yapmaması gereken bir şeyi yapmış ve camdan geçmeye çalışmıştı. Şimdi kafası ve kısmen çıkmış gövdesinin üst kısmı ile hayata merhaba diyordu. Şaşkınlıktan donmuş halde perdenin kenarında kalakalmıştım. Hemen sonra nerde olduğumun ve müdahale etmezsem neler olabileceğinin bilinci ile cama doğru uçarcasına koştum. “Asiye ne yaptın sen. Geri it kendini geri it.” Asiye göğüs kafesi sıkıştığı için zar zor cevap verebiliyordu. “Gidemiyorum. Sıkıştım.”
“Ne akla hizmet girdin sen oraya.” Arkamı dönüp tüm olanlardan hala habersiz sahnede bir şeyler çalan küçük topluluğa göz gezdirdim. “Bekle beni Asiye.”dedim sanki kız bir yere gidebilecekmiş gibi. Az önce beni gizleyen perdeyi biraz daha itelersem pekâlâ ufacık bir pencereyi de gizleyebilirdi. Faruk’un arkasına kadar yavaş yavaş çektiğim perdeyi bırakıp Asiye’nin yanına geldim. Kızın üst tarafı daha kilolu olduğu ve çoğu zaten bu tarafa geçtiği için yapacak tek bir şey vardı. Onu bu tarafa çekmek. “Şimdi bir iki üç diyeceğim ve kendini bu tarafa doğru ittireceksin. Anlaştık mı?”
“Ah! Tamam bitsin artık şu işkence lütfen nefes alamıyorum.” Ellerini önümde birbirine vurup derin bir nefes aldım. “Tamam başlıyoruz karnını içeri çek.” Ellerimizi sımsıkı tutuşup var gücümle onu kendime çektim. Kıpırdamıyor, kıpırdamadığı gibi vücudu daha da sıkışıyordu. “Ah Allah’ım böyle ölmek istemiyorum.” Asiye artık acıdan ne kadar sesli bağırdığının farkında bile değildi. Şimdi ayağımı duvara dayayıp destek alarak tekrar denemeye çalıştığım sırada perdenin arkasından biri seslendi. “Kafayı mı yediniz siz ne yapıyorsunuz böyle?” Asiye şuan ki görüntüde tek tuhaflık el ele tutuşmamızmış gibi hızla ellerini ellerimden çekti. “Lanet olsun rezil oldum.” Gerçekten de rezil bir durumdaydık.
“Siz ikiniz pencere yerine kapıdan girmeyi deneseniz hiç fena olmazdı. Sesiniz içeri kadar geliyor.” Faruk sinirle karşımda dikilirken aynı şekilde cevap verdim. “Kusura bakma programını bozduk cicim ama inan şuan da şu kızı kurtarmaktan başka bir şey umurumda değil.” Faruk sesli bir küfür ederek elindekini uzattı. “Tut şunu ve kenara çekil. Bu kiloyla onu yerinden oynatabileceğini mi düşündün sen?”
Az önceki artık alıştığım yerim olan perdenin kenarına çekildim. Faruk daha önce çok sıkışan çıkarmış edasıyla kollarını Asiye’nin koltuk altlarından geçirerek boynunun arka tarafında birleştirdi. Birbirlerinin gözlerinin içine baktıkları bu pekte romantik olmayan anda Faruk ekledi. “Üçe kadar saydığımda bedenini bana doğru iteceksin. Anlaştık mı?” Karşılıklı anlaşan çiftten üstün durumda olan saymaya başlarken kalbim duracak kadar hızlı atmaya başlamıştı. “Allah’ım şunu atlatalım bir daha tövbe ne oyun ne doğaçlama.”
“Bir iki üçççç!”
Dua etmek için açılmış olan ellerim sadece beş saniye sonra yüzümü kapatmıştı. Her şeyin bir anda olup bittiği olayda kimse ne olduğunu anlamamıştı. Asiye’yi hızla çekip kurtaran Faruk kızla birlikte sahneye doğru uçarken üzerlerine dolanan kırmızı kadife perde yerinden sökülmüş ve bu vahim manzarayı görmek istemeyenler için sansür uygulamıştı. Faruk yere düşerken devirdiği org sehpasının üzerindeki değerli enstrüman hemen önündeki masada oturup buzlu votkasının en keyifli yudumunu tadan patlak gözün ensesine kucak açmıştı. Çıkan ses içler acısıydı.
Belki olayın şokuydu. Belki de benden de sende kalan bir hatıranın olmasının keyfiydi beni bu denli güldüren bilmiyorum. Müziğin durup içerideki herkesin çıt çıkaramadığı o dakika içimden gelen tek şeyi yaptım. Kimsenin hala beni görmediği o duvarın dibine büzüşüp sessizce gülmeye başladım. “Al sana doğaçlamanın babası. Seni kendini beğenmiş patlak göz.”
Sahnedeki örtünün altından sinirli bir surat çıkıp benim olduğum tarafa doğru bir şeyler mırıldanırken üzerine abanan vücutla tekrar yere yapıştı. Ne yapıyordu bu yerimi mi belli edecekti. “Mik….mikr”
Duvarın dibinden fısıldayarak “Sussana. Beni ele vereceksin. Ne diyorsun anlamıyorum.”Üzerindeki ağırlıktan kurtulan Faruk sinirle bağırdı. “Mikrofon açık mikrofon.”
Elime baktığımda sıkı sıkı tutmakta olduğum şeyi ilk kez fark eden ben anlamıştım. Sayılı dakikaları kalan kısmen bir ölüydüm ve ne kadar şanslıydım ki bu kalabalık cemaat yarınki cenaze namazımda da beni yalnız bırakmayacaktı...
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
“Kalbiyle konuşan kadınları anlamak için beyniyle düşünebilen erkekler gerekir. Yoksa bu dünya dönmeye nasıl devam edebilir?”

"KALBİYLE KONUŞAN KADINLAR"

-BÖLÜM 13-

Mavi renk badanalı ufak bir odada cezalı çocuklar gibi dikiliyorduk. Türker Amca'dan yurdun olaysız geçmişi ve bizden beklenen davranışların uzun listesini yanımda duran rahibe Asiye ile birlikte sabırla ve sessizce dinledikten sonra bize olabildiğince dikkat çekmemizi söyledi sanki başarabilecekmişiz gibi. "Kız dediğin hanım hanımcık olur sizin gibi dikkat çekmek için uğraşmaz. Davranışlarına da kıyafetlerine de dikkat eder." Bu da ne demekti ve bu oda neden maviydi. Bence az önce uzun uzun anlattığı bu hanım hanımcık yurda pembe renk daha uygun giderdi. Pembe masumiyetti kırmızı ise benim gibi ahlaksız. Bu yüzden yanaklarım her daim kızarır ahlaksızlığımı gözler önüne sererdi. Anlattıklarından davranış kısmını anlamıştım ama oldukça sade olan kıyafetlerimin nesi vardı? Acaba önümde duran göğüslerimi kesip her iki cebime koysam bununla memnun olur muydu? Kadındım ve işte bu yüzden buradaki birçoklarına göre yine doğuştan engelliydim ben.
Olayın çok dallanıp budaklanmadan kapatılmasına bizim adımıza da karar verilmişti. Türker Amca ile mahkemelik olan cafe sahibi bunu bir komplo olarak görmüş olacaktı ki ikimizin de bir daha cafeye girmesi yasaklanmıştı. İyi ki başımıza ödül falan koymadı diye düşünüyordum. Aynı vahşi batı filmlerindeki gibi kalın kaşlı ve soluk benizli fotoğrafımın altındaki wanted yazısından sonra ne kadar meblağ yazardı acaba? Hoş bunu para için yapmayacaklarda vardı. Patlak gözlü Furby bunu seve seve yapardı. Onu son gördüğümde cafeden çıkarırlarken acı içinde döndürebildiği boynunun üzerinden bana ölümcül bir bakış atmıştı. Bir şey söylemesine gerek yoktu bedeni beni öldürmek istediğini dalga dalga yayıyordu. Ondan korkmuyordum ve o bunu biliyordu. Ben kendimden korkuyordum. Üzerinde tepindikçe içimde biten yeşilliklerden, ben ezdikçe inatla açan çiçeklerden. İnsan olmayacak bir şeye neden bu kadar derinden bağlanırdı ki?
Değişemiyordum bir türlü etrafımdaki herkes bir bir kılık değiştirirken ben hala on bir yaşımdaki eski benliğimi giyiyordum.

Yaşanan bu trajik komik olaydan sadece bir ay sonra Türker Amca muradına ermiş ve cafeyi devralmıştı. Konseptinde bir bardağın bile yeri değişmeyen bu cafe şimdi öğrencilerin hoş vakit geçirebileceği bir yer olarak ısıtılarak önümüze konmuş yemekten farksızdı. Peki ben aynı yemeği ikinci defa yer miydim? Tabi ki hayır. Durum da karşımdaki adam da aslında oldukça komikti ama içimden gülmek bile gelmiyordu.
Ayşegül ve Eren'le derse giderken önümüze çıkan Türker Amca akşamki açılışa hepimizi tek tek davet etmişti. "Cafemiz akşam açılıyor kızlar. Yurt öğrencilerine yarı fiyatına olacak" demişti bir de utanmadan elimize ufak davetiyeleri uzatırken. Diğerlerine fırsat vermeden atıldım. "Oldu Türker Amca. Hanım hanımcık giyinir geliriz." dedim. Adam bana öfkeyle bakarken kalbim çok daha fazlasını söylüyordu.
Çoğunu onunla karşılaşmamak için kampüste gördüğüm dersler dönemin sonuna doğru ağırlaşmaya başladıkça kendini hissettiren bahar ayı ile birlikte bizde havalanmaya başlamıştık. Sıkıcı geçen yurt akşamlarında tek eğlencemiz sezonun gözdesi ağalı beyli diziler olmuştu. Benim için en büyük eğlence ise akşam kendimle baş başa kaldığım zamanlarda okuduğum kitaplarımdı. Her zaman başkahramanlarına hayran olarak bitirdiğim kitaplar rüyalarımda kısa filmlere dönüşürdü. Ben dünyanın herhangi bir yerinde gizli bir kapının olduğuna inanan kalbi korkulu bir çocuğum ve çare bu değilse de hep öyle kalacağım. Yaşım alıp başını giderken özlediğim serin yaz akşamlarına, mahmur öğle uykularına ve kırmızıya çalan gökyüzüne hasret kala kala yok olacağım. Sonlardan en sonra aklımda kalan eski bir kaç kelime ile tam da kendimi bulmuşken, bu hayattan el çekip seçtiğim gölgeli dünyaya açılan bir kapıya varacağım. Kalbiyle konuşan kadınların olduğu bir dünyaya... Bulması zor yaşı hep çocuk kalanlara ait bir dünyaya...

*****

Etrafımda tek değişen Türker Amca değildi elbette. Onunla bir zamanlar aynı fikirleri paylaşan Havva'da oldukça değişmişti. Baskı altında kadınlara aldırılan kararların değişmeye başladığı o günlerde Havva başını açmış ve yurttan ayrılarak erkek arkadaşı ile ayrı eve çıkmıştı. "Sakın beni yargılamayın." demişti bize veda ederken. Bense o onun adına o kadar sevinmiştim ki. Herkesin yaşamak istediği hayatı yaşamaya hakkı vardı.
"Yolun açık olsun." dedim ona sarılırken.
"Bana söz verin haftaya bendesiniz." dedi. Sözümüzü tutmak için ertesi hafta hazırlandık bizde. Akşam yemeği için bizi davet eden Havva'ya iadeyi ziyaret yapacaktık. Zeynep herkesten önce hazırlanmış evin içinde volta atıyordu. "Bakın gitmeyelim gece gece başımıza iş çıkaracağız. Hem ne işimiz var milletin evinde."
"Sen gelme o zaman?" diye teklifte bulunan Eren'e pis pis baktı. Zeynep'te geçen zaman içinde çok değişmişti. O ilk günlerdeki coşkulu sevgi dolu kız gitmiş yerine her şeye tepkili ve isyankâr bir kız ortaya çıkmıştı. Her şeyden korkan ve sitem dolu hareketleri beni ürkütüyordu. "Evlerinin semtin ta bir ucunda olduğunun farkında mısınız? O ağaçlık yoldan asla geçmem ben."
"Yeter artık Zeynep durduk yere hepimizi korkutuyorsun. Sanki Belgrad ormanlarına piknik yapmaya gidiyoruz. En geç on birde yurttayız." dedim sinirle. Tepkimizden dolayı bir süre susmuştu. Herkes ayakkabılarını giyerken usulca mutfağa girdiğini gördüm. İçimden bir ses yine bir şeyler karıştırdığını söylüyordu. Mutfak kapısında ne yaptığına bakmak için kafamı uzattığımda onun bir meyve bıçağını çantasına soktuğunu gördüm. Ağzım bir karış açık yaptığı şeye bakarken bir an dönüp her şeyden habersiz kapının önünde hazırlanan kızlara göz atıp mutfağa daldım.
"Ne yapıyorsun sen?" dedim sesimi becerebildiğim kadar alçak tutarak.
"Karışma bana hiç bir güvenliğim olmadan geçemem ben oradan." Omzuna çapraz astığı çantasını önüne doğru çekiştirip mutfaktan çıktı. Duvara dayanıp içime ektiği şüphe tohumlarına kulak kabarttım. Her zaman kontrol manyağı olan ben bu seferde önlemimi almalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Hafif aralık kalmış çekmeceye gözlerimi kısarak bakarken kapıdan seslenen Ayşegül'ün sesini işittim. "Fındık kurdu hadiii!" Vakit yoktu hızla çekmeceyi açıp bulabildiğim en büyük boy ekmek bıçağını çantama attım. Çantamı koltuğumun altına alırken içim rahatlamıştı. Artık kontrol bendeydi ya da ben öyle sanıyordum.
*****
Daha kapıdan çıkar çıkmaz kendini hissettiren serin hava içimi ürpertmişti. Dört kafadar dağınık şekilde sokağın ortasında yürürken Zeynep usulca gelip koluma girdi. Bu hareketle bedenimin tamamına yayılmış olan ürperti sağ kolumun olduğu tarafta toplanmaya başladı. “Bak sakın kızlara söyleme Aslıhan. Hiç çekemem valla afra tafralarını. Hem ben sadece içimi rahatlatmak için aldım. Yoksa koşup birilerini bıçaklamayacağım.” Boğazdan akıntıda geçmeye çalışan küçük motorlardaki insanların yüzleri ne renge dönüşürdü bilir misiniz? İşte benim yüzümde şüphesiz o renge dönüşmüştü, bundan emindim. Tam da son bir dakikadır çantamdaki şeyi unutmayı başarmışken işte yine aklıma gelmişti. Bıçaklamak mı demişti? Yüzümü buruşturup okkalı bir cevap vermek istediğimde kendi yaptığım şeyin ondan ne kadar aşağı kaldığını düşündüm. Allah’ım ne aşağı kalması çantamda onunkinin en az üç katı büyük bir bıçak taşırken ona mantıklı ne söyleyebilirdim ki? Yapacağım en iyi şeyin kimsenin fark etmemesi için dua etmek ve bunu fark ettirmeden yapmak olurdu.
Küçük meydandan geçip üniversitenin önüne çıktık. Oldukça ıssız gözüken okul ve arkasındaki tren istasyonu bizi birbirimize yaklaştırmıştı. Şimdi ayak seslerimizden başka ses duyulmuyordu. Geldiğimiz onca yol üzerinde taş çatlasa beş altı kişi görmüştük. Bu ufak yerde akşam sekizden sonra yerli halktan pek kimseye rastlamak mümkün değildi. Aslında bu içimi rahatlatmıştı. Onlar evlerindeyse biz dışarıda güvendeydik.
Ağaçlı uzun yola giren son dönemeçte sıkıcı bir şarkının aynı nakaratı tekrarlanır gibiydi. "Ay dönsek mi acaba?" Akşamın sessizliğinde üç farklı ağızdan çıkan tiz ses aynı şeyi ciyakladı. "Sus Zeynep" Bizi akşamdan beri yok yere korkutması yetmezmiş gibi birde yeni girdiğimiz sokaktaki lambaların yanmadığını söylemesi bardağı taşıran son damla olmuştu. İki yanımda yürüyen Eren öfkeyle dönüp sağ koluma yapışmış kıza "Tek kelime daha edersen buradan bir başına yurda dönersin" diye tısladı. Bu ikazla koluma daha da sarılan Zeynep biraz daha sıkarsa çantadaki bıçağı bir tarafına saplayacaktı. Ağaçlı yolun girişine yaklaştığımızda “L” şeklindeki son dönemecin ucunda Zeynep bağırarak karşımızdaki küçük ağaçların sardığı kuytu bir duvarı eliyle işaret etti. "Orada bir ışık var. Orada duvarın üstünde." Hepimiz aynı yöne hızla kafamızı çevirip gösterdiği yönde ışık görmeye çalıştık. "Işık falan yok orada korkma Zeynep." dedim.
"Ben akşam dışarı hiç çıkmam, işte bu yüzden hiç çıkmam. Hiç tekin değil." Kolumdaki kız tir tir titrerken elimi elinin üzerine koydum.Eren kurduğumuz ufak çemberi genişletip köşedeki karanlık kuytuya doğru yürüdü. Gözleri ile karanlıkta ışık seçmeye çalışırken üçümüz olduğumuz yerde nefeslerimizi tutmuş onun baktığı yöne dikkatle bakıyorduk.
"Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Zeynep'in bu en sorulmaması gereken sorusu çileden çıkmış Eren'in bize doğru dönerek çıldırmış gibi bakmasına sebep oldu.
"Sen o paranoyak fikirlerini kendine sakla. Işıkmış sana ışık göstereyim mi?" İlerideki evlerin pencerelerinden süzülen solgun ışıkları göstererek "İşte ışık orada. Bak şu evden de ışık geliyor hatta başını gökyüzüne kaldırırsan ay ışığını da görebilirsin belki. Ama bak kızım burada ışık falan yok." Normal şartlarda asla yanılmayan Eren ve her zaman anlattığı hikâyelere sadece kendisini inandıran Zeynep için durum bu sefer tersine dönmüştü. Eren ellerini belinin iki yanına dayamış öfkeyle bakarken biz görmemiz gereken ışığı görmüştük. Hemen arkasında yanan ufak bir ışık ve bir tane daha. Bir tane daha ve işte Allah'ım bir tane daha.
Eren ne olduğunu sormaya fırsat bulamadan arkasındaki karanlık duvardan yere atlayan ayak sesleri ortamda çivilenmiş gibi duran herkesi çil yavrusu gibi dağıtmıştı. Oldukça yüksek bir çığlık atarak kolumdan çıkan Zeynep Eren'le birlikte az önce girdiğimiz çıkış yoluna doğru koşarken ben Ayşegül'le birlikte hayatımızın hatasını yaparak ters yöne doğru koşmaya başlamıştık.
Ağaçlı yola...Karanlığa...

Biliyordum yön duygum hiç bir zaman olmamıştı. Aslında karınca yuvalarının yön bulmaya yardımcı olduğunu bilirdim bir de kısmen mezar taşlarının. Ah birde kutup yıldızı vardı ki şimdi hiç sırası değildi. Daha elimdeki adresle İstanbul sokaklarında rahatça kaybolan ben şimdi hiç bilmediğim kısmen ormana benzeyen bir yolda soluksuz koşuyordum. Yanımdan yarışı kazanmaya giden bir at gibi geçen Ayşegül'ün çıldırmış yüzünü hayal meyal gördüm. Seslendim ona hayır belki de seslenmemiştim sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin değilken kız karanlıkta kayboldu.
Yerdeki ağaç parçalarına ve dökülen yapraklara bastıkça çıkan ses bana nerede olduğumu hatırlatıyordu. Karanlık bir ormanda deli gibi koşuyordum. Bu sefer sesli söylediğime hatta bağırdığıma emindim. "Bir insan niye böyle bir yerde ev tutar ki?" Ağzımdan çıkan nefesin dumanından ürkmüştüm. Tıpkı korku filmleri gibiydi işte seri katil onu bıçakla kovalarken koca memeli aptal sarışın hep ters tarafa koşardı. Arkamı döndüğümde karanlığın içinden yaklaşan ayak seslerini duydum ve kısmen seçilen silueti.

Bu hikâye de yanlış olan bir şeyler vardı. Öncelikle ben sarışın değildim ve koşarken sağa sola savrulan koca memelerimde yoktu ve üzgünüm katil bey ama bıçak bu sefer benim elimdeydi. Kolumun altında sıkı sıkı tuttuğum çantamın fermuarını titreyen ellerimle beceriksizce açıp içindeki tek savunma aracımın sapını kavradım ve ardından hızla çektim. Ah! lanet olsun çıkmıyordu ki. Küçücük dar ağızlı çantadan çıkmıyordu işte. Sıkışmıştı üstelik Zeynep'in koluma baskıları yüzünden bıçak çantanın en dibine boydan boya oturmuştu. Sahi Zeynep neredeydi acaba? Muhtemelen kötü adamlar ona ulaşamadan bir duvar dibinde kalp krizinden gitmişti. Böylesi daha iyiydi aslında en azından benim çektiğim açıları o hiç yaşamayacaktı.
Arkamdakine teslim olmadan önce son bir gayretle elimi bıçağın keskin yerine uzatıp çantanın derisine batmış ucunu acıyla çıkardım. Bıçak havalanırken arkamı katilin gözlerine son kez pardon ilk kez bakmak için döndüğümde ayaklarımın yerin altından kaydığını hissettim. Elimi havada tek hamlede yakalayan güçlü el bıçağı yine tek hamlede yere düşürüp beni kendine çekti. Yere düşen bıçağın çıkardığı sesten sonra ilk sesi kendisi çıkardı. Nefes nefese kalmış yüzünü yüzüme yaklaştırıp öfkesini kustu.
"Tanrım nasıl bir kaçıksın sen? Beni öldürecektin." dedi.
Sesim çıkmıyordu sadece kalbimden konuşabiliyordum. Az önce yere düşen bir bıçak mıydı? Elimi tutan elimde neden kan vardı? Niye yüzüme bu kadar yaklaşmıştı? Ardından bir şeyler söylemesi için yüzüne baktım. İçinde artık katil, kaçık, bıçak geçmeyen sözler.
Bu kalbiyle konuşan bir kadının karşısındaki kısmen beyinsiz bir erkeğe içten yakarışıydı. Bilirdim kalbiyle konuşan kadınları anlamak için beyniyle düşünebilen erkekler gerekirdi. Yoksa dünya dönmeye nasıl devam edebilirdi?
Tüm bedenim şiddetle titrerken tek bir söz etmeden karanlıkta kaybolan adamın arkasından dudaklarımdan tek bir kelime dökebilmiştim. Oda kekeleyerek.
"Me-mert?"
*****
Hemen ardından yolun başından savaşa katılmış bir edayla dörtnala gelen tanıdık bir yüz gördüm.
"Ay Aslıhan iyi misin? Eline ne oldu senin?" Zeynep başımda bağırıp dururken eğilip yerden çantamı aldım.
"Yok bir şey koşarken düştüm." dedim omuz silkerek. Hala olayın etkisinden çıkamamış ben tüm bunları başımıza açan kızın boğazını sıkmayı akıl edemiyordum. Ben bıçağı fark etmemesine sevinirken o bağırarak konuşmaya devam etti. “Ayşegül nerede?” dedi. “Bilmem çoktan Havva’lara varmıştır belki?” Yerinde zıplayıp durmasından anlamıştım asıl mevzuya henüz gelinmemişti. O gün fark etmediği o bıçağı yerden alıp neden kalbine saplamamıştım ya da belki yerinde bir harakiri ile bunu kendime yapmalıydım.
"Biliyor musun o duvardakiler bizim okuldan öğrencilermiş. Işık sandığımda ellerindeki sigaralarıymış meğer." Başını mahcup şekilde eğip yüzünü buruştururken hafifçe sağa sola sallanıyordu. "Özür dilediler az önce. Hele içlerinde bir yakışıklı vardı ki hiç sorma. Hee! bu arada sen haklıymışsın. İyi ki aptallık yapıp da o bıçağı çıkarmadım. Düşünsene içlerinde tanıdık biri olsaydı beni deli zannedebilir hatta bununla kalsa iyi bunu bütün okula yayabilirdi?”

“Hayır canım yapmazdı?” dedim boş bulunarak. Sizce de yapmazdı değil mi?

Pişmanlığım ertesi gün okul koridorlarında ellerinde kalemlerle birbirini kovalayan çığlık maskeli aptal öğrencileri gördüğümde içimden dolup taşmışken oturduğum sırada yemin ettim.
Ben kalbiyle konuşan kadın, ben senin sandığın o çaresiz fındık kurdu sana bu dünyayı dar edecektim...

Sana kalbinle konuşmayı hatta bülbül gibi şakımayı öğretecektim...
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
"Benim için gerçek sevgi beni kollarına aldığında başımı göğsüne yaslayıp uyuyabilecek kadar güvendiğim adamdadır. Ben hiçbir şey düşünmeyecek kadar bu dünyadan kopup kendi masal şehrime giderken o beni yalnız bırakamayıp başıma kondurduğu ufak bir öpücükle masalın gidişine yön verebilecek kadar romantiktir hatta. Benim hayal ettiğim sevgilerde tıpkı adamlar gibi gerçek olamayacak kadar masaldırlar çünkü.”

"Sevgilerde"

BÖLÜM 14

Sevgileri yarınlara bıraktınız. Çekingen, tutuk, saygılı…

Böyle başlayan bir şiirdi hayatımın özeti. Her zaman peşimi bırakmayan bu üç duygu tüm hayallerimi yarınlara ötelememe sebep olurken beni mutsuz sonlara sürüklerdi. Ben bildiği hiç mutlu son yokmuş gibi adıma mutsuz sonlar yazan hayattan intikamımı yazdığım hikâyelerle alıyordum. Ben ondan daha güzel yazıyordum.

İşte bu yüzden benim hikâyelerim her zaman mutlu sonla biterdi.

Uzun bir aradan sonra yine ait olduğum yerde, evimdeydim. Eve döndüğüm bu ilk günlerde prensesler gibi karşılanan ben bunun keyfini doyasıya çıkartıyordum. Beni tüm sevenler bir aradaydı işte. Birini bile feda edemeyeceğim bu insanlara bir yenisini eklemeye çalışmakta boşaydı. Üç ay tüm kargaşalardan uzak kalacak olmanın huzurunu hissediyordum sadece. Bir de aynı istasyonda inmemizin tuhaf rahatsızlığını. Demek yakın semtlerde oturuyorduk. “İnşallah İstanbul’da falan görmem. Onun yüzünden huzurumu kaçıramam hiç!”eşyalarımı ben gidince öksüz kalmış boş dolabıma özenle yerleştirirken bunları düşünüyordum. Aşk ve huzur. Ne kadar da zıt iki kelimeydi. İkisini bir bedende taşımanın imkânı yoktu. Huzur sadece sevgilerde varlığını hissettirirdi. Aşkta değil! İnsan yanıp kavrulurken huzura erebilir miydi hiç? Ruhum cennete gideceğini bildiğinde huzura erecekti. Tüm yaşadıklarım ise cehennemin dünyadaki ön izlemesi gibiydi. Meliha Hanım bir gün cennetle cehennemin artık yeryüzüne indiğini söylemişti. Cehennem zebanileri ve melekler kolları sıvamak için öbür dünyayı beklemiyorlardı anlaşılan. Kim bilir belki de haklıydı. Sahi o hep haklı çıkmamış mıydı?

Eda ile onların Anadolu Yakası’ndaki en sevdiğim semtte bulunan evlerinde dedikodu kazanını kaynatırken –tabi mevzusu bol olan ben- sürekli konuşmaya devam ediyordum. Harçlıklarımdan biriktirerek yeni aldığım o iki satır ekranlı ve kendinden büyük antenli telefonuma dakika başı göz ucuyla bakarken Eda dayanamayıp sordu. “Sen birinden telefon mu bekliyorsun?”
“Yoo, nerden çıkardın? Saate bakıyorum ben.” Hâlbuki saate falan bakmıyordum. Saflığımın kurbanı ben operatör hattını bana satan bayi amcanın koşa koşa tüm Türkiye’ye ilan ettiğini sanıyordum. Evet şaka değil! Öyle ya bu numaralarda bir yerde ilan ediliyor olmalıydı. Yoksa boşuna mı aldık? Bilen bilir eskiden evlerimizde sarı kaplı oldukça kalın telefon rehberleri vardı. Herkesi soyadı ile arayarak telefon numaralarını bulduğumuz kütük kadar ağır bir defterdi. Şimdikinin aksine dünyanın daha temiz olduğu o zamanlarda kimse adını da telefon numarasını da gizlemeye gerek görmezdi. İşte bu rehberin cep telefonları için yapılmış bir versiyonu olduğunu sanan ben ümitsizce çalmasını beklediğim telefonumla çoğu gece uyuyakalıyordum.
Telefonun kendinden beter müziği ertesi hafta elektriklerin yine kesik olduğu akşamlardan birinde sessizliği yararcasına çaldığında anlamıştım. Adam rehberin yeni sayısına benim numarayı yetiştirmişti. İçime dolan ani heyecanla yeşil renkli "yes" tuşuna bastım. "Efendim" dedim canı sıkılmış bir ses tonu vermeye çalışarak. Yani demek istiyordum ki inan o kadar çok arayanım var ki söyle sen ne diyeceksin? Lakin çabuk da ol telefon meşgulde kalmasın.
"Alo?" Ses gelmeyince üsteledim. Cevap olarak gırtlaktan gelen tuhaf hışırtılı bir ses kulağımı gıdıkladı. Karanlık ve evde tek olmanın da büyük etkisiyle şimdide fazla korku dolu çıkmıştı sesim. "Ki-imsiniz?”dedim. “Kim olduğumu bilmiyor musun! Şimdi seni öldürmek için geleceğim. Karanlık işimi görür.” Karşı taraftan gelen kükreme sesi ile bende olduğum yerde sıçramıştım. Sanki sesin sahibine ait olan güçlü bir kol telefonun içinden çıkıp boğazıma yapışacaktı. Nicole Kidman'ın Diğerleri filmindeki -aynı zamanda film afişi - o en can alıcı sahnesi şimdi yüzümde can bulmuştu. Odadaki komodinin üzerinden aldığım gaz lambasını odanın her tarafını görebileceğim şekilde baktığım taraflara doğru tutarken bir kulağım hala telefondaydı. Lambayı çektiğim yer yine karanlığa gömülürken korkudan kalbimin ağzımda attığını hissedebiliyordum.
“Ha-hayır. Lütfen söyler misiniz kim olduğunuzu ve karanlıkta olduğumu nereden biliyorsunuz?” Benim cevabını duymaktan korkarak sorduğum bu soru ile karşı taraftan gelen sesler gittikçe tuhaflaşmıştı. Biri boğuluyor, öksürüyor ya da gülüyordu. Gülüyor muydu? Ardından tamamen net bir şekilde duyulan tanıdık kahkaha sesleri bana hiç komik gelmemişti ama.
“Seni geberteceğim Eda! Sen bittin bak sana diyorum kızım.”
Bir dakika sonra soluk alıp verişi nihayet düzene girince Eda küçük bir zafer çığlığı atarak katil kişiliğinden arındı. “Ya çok komiksin Aslıhan. Neredeyse korkudan geberip gidecektin.”
“Hiçte bile korkmadım ki. Karanlıktan ürktüm ben.”
“Ya tabi tabi. Bütün mahallede elektrikler kesilince bu şeytani plan aklıma geldi. Bak telefonum çalmıyor diyordun bir de.”
“Kimin numarası bu?”
“Kimin olacak babamın” devam eden gülüşü konuşmadaki son sözüm ile yarıda kalmıştı.
“Senden öyle bir intikam alacağım ki Eda, bu savaşı başlattığına pişman olacaksın.”
Aramızdaki küçük oyunlara hep ilham olan Eda’nın o gün de başlattığı bu küçük işletme oyunu yıllarca devam edecekti. Tam on yıl sonra, sosyal bir site üzerinden bir erkek tarafından yazıldığı açıkça belli olan bir mesaja cevap atan bir kadın aynen şöyle yazdı:
“Aslıhan yemedim haberin olsun güzelim. Hala 9-8 ”

***
Su gibi geçen yaz tatili sonrasında ben ve boyumca bavulum Sakarya yollarına düşmüştük bile. Vakit geri dönüş vaktiydi. Ayşegül ile Haydarpaşa Tren Garı’nda buluşup biletlerimizi aldık. Eren ve Zeynep daha sonra otobüsle gelecekleri için bu yolculuğu baş başa yapacaktık. Yeni yılda geçen sene Ayşegül’lerin dairesi olan ön taraftaki en güzel manzaralı dairede bulunan dört kişilik odada kalacak ve gece gündüz hep bir arada olacaktık. Bundan daha büyük mutluluk olur muydu? Gerçi Zeynep yaz tatili boyunca iki günde bir beni evden arayarak ikimizin ayrı iki kişilik odaya çıkması için ısrar, inat hatta yalvarmayla karışık taleplerde bulunsa da bunun mümkün olamayacağını ona en kibar dille anlatmaya çalışmıştım. Yaptığı hareketi çok yanlış bulsam da bunu diğer kızlara söyleyemezdim. Hem Eren ve Ayşegül’ün kalbi kırılırdı hem de galiba Zeynep’i anlayabiliyordum. Yalnız bir kızdı, belki de benimkinden beter bir yalnızlık geçirmişti. Onun hayatında bir Eda olmadığını çok iyi biliyordum. Tek arkadaşı, yaşıtı ve akrabası Serap vardı. Onunla da Zeynep’in anlattığı kadarıyla pek samimi değillerdi ve beni kendisine yakın gördüğünün gizli memnuniyeti ile ben bu sırrı kendime saklamaya karar vermiştim.
Geçen üç ay sonunda bazı şeyler değişmişti. Üniversite yandaki bina ile birleştirilerek genişletilmiş, on beşinci kahvehane açılmış, yurdun altındaki cafeye rakip olarak tam okulun karşısına başka bir cafe açılmış, Türker Amca’nın kızı şehir dışında bir üniversiteyi kazanmış, ağaçlı yolun ağaçları budanmış ve benim orman gibi olan kaşlarım alınmıştı. Ayşegül’ün bu işte ne kadar usta olduğunu bildiğim için daha vardığımız ilk gün yarım ağızla teklif etmiş ve karşılığında kendimi kucağında tavuk gibi yolunurken bulmuştum. Aynaya uzanmaya çalışan elime bir kez daha vurarak “Bakmak yok. Sürpriz olacak.”dedi.
“Ama meraktan çatlayacağım.” Yüzüme, gözüme ve kısmen üstüme dökülüp beni kaşındıran kıllara tepki olarak ekledim. “Bu kadar kıl suratımdan mı çıktı ya! Tevekkeli değil kimsenin suratıma bakmadığı.” Ayşegül elindeki ameliyat aletini kenara bırakıp karnıma kapaklandı. “İlahi fındık kurdu. Kim demiş kimse sana bakmıyor diye?”
“Niye bildiğin biri mi var yoksa?”dedim. “Yok da sende benim gibi kendini insanlara göstermiyorsun ki kuzum. Çekingen, tutuk kalıyorsun hep. Bir bilseler ne kadar komik, eğlenceli, harika bir insan olduğunu.”
“Hımm, yani yakışıklı olmayıp ağzı laf yapan espritüel adamlar gibi demek istiyorsun? Onları da böyle senin dediğin gibi tarif ederler. Çirkin ama çok komik.” Yaptığım taklitle ikimizde gülmekten yaptığımız işi unutmuşken ciddiyete dönen yine ilk ben oldum.
“Biliyor musun Ayşegül. Benim için gerçek sevgi beni kollarına aldığında başımı göğsüne yaslayıp uyuyabilecek kadar güvendiğim adamdadır. Ben hiçbir şey düşünmeyecek kadar bu dünyadan kopup kendi masal şehrime giderken o beni yalnız bırakamayıp başıma kondurduğu ufak bir öpücükle masalın gidişine yön verebilecek kadar romantiktir hatta. Benim hayal ettiğim sevgilerde tıpkı adamlar gibi gerçek olamayacak kadar masaldırlar çünkü.”
“Hakikaten sen evde kalırsın kızım.”diyen Ayşegül’e yattığım yerden omzumu ya böyle ya da hiç dercesine silkip bir saattir bana yasak olan aynaya çaktırmadan uzandım. Hızla elime alıp yüzüme tuttuğumda ufak bir çığlık attım. “Ya of sürpriz olacaktı.”diyen Ayşegül’ün devamında söylediklerini duymuyordum bile. Bu kendini ilk kez güzel bulan bir kızın şaşkınlığıydı. Aptal aptal aynaya bakarken gözlerimi kırpıştırıp atkuyruğu yaptığım –genellikle yaptığım gibi- saçlarımı açtım. Annemin küçükken bana uyguladığı aligarson saç modellerine inat çocukluğumda uzatamadığım bütün saçları şimdi çıkarıyordum sanki. Başımı sağa sola sallayıp saçlarımı dağıttıktan sonra artık yay gibi gözüken kaşlarımdan tekini havaya kaldırdım:
“Ayna ayna söyle bana! Var mı benden daha güzel bir fındık kurdu bu dünyada.”

***
Birbirinin aynısı günler peşi sıra geçerken yurtta müzikle uğraşan ve geçen seneden yüzüne aşina olduğum bir kızla tanışmıştım. Benim gibi kalabalığı sevmeyen kız boş olduğu saatlerde yurdun ortak kullanım alanı olan televizyon odasının genişliğinden yaralanarak kendisine akustik yarattığı bu yerde gitar çalıp şarkı söylüyordu. Yaptığımız ufak muhabbet sonrasında öğrenmiştim ki geçen sene kurdukları ufak grupları ile ilçe merkezindeki birkaç cafede canlı müzik yapıyorlardı.

“Hepimiz öğrenciyiz aslında. Dış Ticaret’ten Arda ve Sezgin, İşletme’den Gülnaz, Muhasebe’den Mert ve Halkla İlişkiler’den Ahmet ve Çiğdem. Arda, Sezgin ve Mert zaten arkadaşlarmış. İstanbul’da birkaç yerde çalıyorlarmış. Burada da devam etmek isteyince okul panosuna ilan yazmışlar. Bende gönülden sevdalı tabi müziğe, katıldım işte. Benim gibi birkaç arkadaş daha. Şimdilik altı kişiyiz. Peki sen? Sen çalar mısın bir şeyler.”
Islık çalmasını dahi beceremeyen ben bu soruya verecek cevap bulamıyordum. Dilimin tutulması tek bir enstrüman çalamamanın utancı değildi tabi ki. Tekrar aynı şey oluyordu işte. Ben uzak kalmaya çalıştıkça bir şekilde önüme çıkıyordu. Hiç tanımadığım insanlarla yaptığım ufak muhabbetlerin arasından bile öcü gibi çıkabiliyordu. Evet aynı öcü görmüş bir çocuk gibi çıplak ayaklarımla yatağa koşmak istedim o an.
“Hayır bir şey çaldığım söylenemez.”dedim. Kucağımdaki kitabı göstererek “Ben daha çok okurum. Yani aslında fırsat bulduğum her zaman okurum.”
“Hadi ya erkek arkadaşın yok mu senin?”
“Yok” dedim ve gülümsedim. Tabi ya hayatımda biri olmadığı için okumayı seçmiştim değil mi?
Her yaşta okuyan insanlara yapılan ve hiçbir zaman alışamayacağım hakaretler vardı benim. Belli bir yaşa kadar okuyup âşık olmak bile yasak ilan edilmişken belli bir yaştan sonra okumak küçük görülürdü. Eğitimini tamamlamaya devam edenlere konulan yasakların altı kalın çizgiler ile çizilmişken cümleler ne kadar farklı olsa da çıkan anlam her zaman aynıdır.
“Sen derslerine çalış! Kafanı başka şeylerle meşgul etme.”en bilineniyken başka çeşitleri de mevcuttur. “Sen hele bir mesleğini eline al, gerisi kolay.” Söz dinlemeyen kalplerin verdiği kararlara ise en çok çöpe giden çikolata ve çiçekler bozulurdu.“Bizim kızımız daha okuyor efendim, evlenmek ne demek. İyi günler size.”
İnsan neden hep sevgileri ertelerdi. İkisini bir arada yürütemeyecek kadar aptal olduğumuzu sandıkları için miydi bu endişe? Ve sonra okumaya karar verdiğimizde bize aciz bir varlık gibi bakan endişeli yüzlerle karşılaşırdık.
“Kızım kaldır kafanı şu kitaptan da bir etrafına bak.”
“Yüksek lisans yapıp ne yapacaksın, bak Melahat’in küçük kızı da evlendi.” Evet demek ki benimde evlenme zamanım gelmişti. Sevmenin de yaşı vardı bunu da öğrenmiştim.
Tam kafamdan geçen bu düşünceler dilime vurmuşken kız çalan telefonu ile ağzımı açamadan ayaklandı. Adı Rena olan iri yarı kız odanın içinde volta atarak gezinmeye devam ederken ben masanın üzerine bıraktığı gitarını kucağıma aldım. Kızın parmağına taktığı slide ile dokunduğu tellere çıplak parmak uçlarımla dokunuyordum. Güzel bir şey olmalıydı çalabilmek, kulağa hoş melodiler göndermeyi becerebilmek. Acemice dokunduğum tellerden çıkan sesle oyalanırken odanın bir köşesine varmış camdan dışarıyı seyrederek konuşan Rena’nın sesini işittim.
“Yok ya gidemeyiz oralara kadar, Sapanca uzak kalır bize, Mert git gel yol parası falan derken cebimize bir şey kalmaz. Sen bir Arda ile de konuş. Ne? Kim? He yok oğlum ben çalmıyorum bizim yurttan bir arkadaşla konuşuyorduk da. O tıngırdatıyor. Adımı? Adını ne yapacaksın oğlum? Hey Allah’ım ya(!) Dur bir dakika bekle kapatma… Ya senin ad..? Hoppala. Hey nereye kayboldun?”

Televizyon odasında etrafına bakınarak seslenen Rena’yı merdiven korkuluklarının arasından yavaşça soluk alıp vererek izlerken düşünüyordum. Sen dolaşıp ucunu çözemeden elimden kayan ipler gibiydin. Elimdeki yara da kayıp giden sende kalbimdekinden derin değilken kendimi en bulduğum anlardı hayata kafa tuttuklarım. “Uçurtmalar rüzgâr gücü ile değil o güce karsı koydukları için yükselirler” demiş Winston Churchill.* Bende hayata ve bana yazılan kadere karşı koydukça daha bir güçleniyordum sanki.

***
Sadece bir gün sonra kızlar arası dayanışma ile önüme kadar gelen telefon numarasına bakıyordum. On bir tane sayı bir ipe dizilmiş inciler gibi kâğıtta yan yana dizilmişti. “Ne bu?” diyerek Eren ve Zeynep’in yüzüne baktım. Zeynep atılarak “Senin Furby’nin numarası. Aç canına oku, dök içini.”dedi. Elimde tuttuğum kâğıdı bana yasak olan bir şeymiş gibi masanın üzerine hızlıca bırakarak yatağın ucuna oturdum. “Nereden buldunuz bunu?” Eren Zeynep’i çekiştirse de kız bu havadisi vermezse ölecekmiş gibi hırkasından tutana aldırmadan konuşmaya devam ediyordu.
“Rena’dan Gülay almış. Gülay’dan Sena, Sena’dan Meral ve Meral’den de ben aldım.”dedi büyük iş başarmışcasına gururla. “Ne! Yani yurtta bilmeyen kimse kalmadı mı?”dedim öfkeyle. Eren çekiştirdiği hırkayı bırakarak kızı azad ettikten sonra gelip yanıma oturdu. “Yok hayatım öyle değil. Gülay Rena’dan müzikle ilgili bir şeyler sormak için istemiş keman kursuna başladı ya. Hem Mert hem Arda’nın telefonunu. Sena’da Arda ile iletişim kurmak için Gülay’dan almış. Meral’de Sena ile Arda’nın arasını yapmak için geçen gece Mert’i ararken tesadüfen Zeynep duymuş.” Bakışlarım Eren’den karşımda dikilen Zeynep’e kaydığında kız daha ağzını açmadan elimi kaldırıp susturdum.
“Sakın söyleme Zeynep. Ne diyerek numarayı aldığını duymak istemiyorum.”dedim.
“Ama ben..”
“Sakın dedim.” Banyoya doğru ilerlerken elim hala havadaydı.
Sıcak su tarafını sonuna kadar açtım. Fena halde gerilmiş bedenimi yumuşatmanın başka yolu yoktu. Zeynep’in söylediği şey kafamın içinde dönüp dolaşıyordu. Aç canına oku. İçini dök. Hayır hayır yapamazdım ne diyecektim. Tamam, yazma konusunda iyi kötü başarılıydım ama düzgün konuşamazdım ki ben. Kesin kekelerken boğulur giderdim. En iyisi o kâğıt elime hiç geçmemiş gibi davranmalıydım. Ama aldığım eğitimden dolayı ne yazık ki sayısal hafızası çok iyi olan ben can çıkmadan o on bir haneyi unutamazdım. Suyun ısınmasını beklerken standarda göre büyük banyonun içinde de gezinmeye devam ediyordum.
“Numara yok. Yok. Öyle bir şey hiç olmadı!!!” Aynanın önüne gelip durdum. “Hangi numara ya?” Aynadaki siluetin tek kaşı havaya kalktı. “Benim kaşlarım mı çıkmış?” Yüzümü şekilden şekle sokup incelerken kapıdan hiç vazgeçmeyeceğini bildiğim ses yükseldi.

“Aslıhan bak durum bildiğin gibi değil. Kimseye söylemedim Mert’i sevdiğini.” Biraz daha bağırırsa zaten tüm yurdun öğreneceği gerçek korkutmuyordu artık beni. “Ben numarayı Meral’den istemedim. Kendim aldım.” Şimdi topuz modeli denediğim aynanın önünde donakalmıştım. Banyonun kapısını hızla açarak korkuyla geri çekilen yüze baktım. “Numarayı Meral’in cebinden gizlice aldım. Kimse bir şey bilmiyor. Yani şuan arasan içinden geleni söylesen –eline tekrar aldığı kâğıdı bana uzatarak- sen söylemezsen asla kim olduğunu bilemez. Aslıhan bu ertelenmeyecek bir fırsat.”

Kapıyı kapatıp sırtımı yasladım. Türker Amca şu boşa akan suyu görse eminim delirirdi. Ama Türker Amca bu ertelenmeyecek bir fırsattı öyle değil mi? Bekle sen biraz. Tam da hem almaya yemin ettiğim intikamımı ve söylemeye sadece bir an heveslendiğim duygularımı bir tık ertelemişken şimdi her şey başa dönmüştü.
Sen söylemezsen asla kim olduğunu bilemez.
Bilemez.
Bilemez.
Duşa doğru ilerleyip altına girdiğim ilk anda tepemdeki musluğu çevirdim. Tek hamlede ve tam aksi yöne. Buz gibi su başımdan aşağı dökülürken titreyerek konuşabildim.
“Ertelemeyeceğim”

Daha küçücük bir çocukken beni anlattığını hissettiğim bu sözleri büyük şiir, zaman içerisinde satır satır gerçek olurken ben şifayı her seferinde sevgilerde bulacaktım.
Yıllar sonra hayatımda ertelediğim kendime, tüm aşklara ve arkadaşlara…

Sevgileri yarınlara bıraktınız. Çekingen, tutuk, saygılı…
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
Siz böyle olsun istemezdiniz!
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı, gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz yahut vaktiniz olmadı...**

* Winston CHURCHİLL-Büyük Britanya Nobel ödüllü eski başbakanı
**Behçet NECATİGİL-Sevgilerde 1955
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
"İtiraf etmek zormuş hakikaten. Hele benim gibi itiraf listesi uzun biri için. Sancını bir kızım olacak kadar çok çektim. Bu gece karar verdim işte doğurmaya ve bu ızdıraptan kurtulmaya.
Ama suç bende değil bunu bil!
Suç dağda, suç dolunayda, suç tüm sezeryana karşı olanlarda."

“Biri Var”
BÖLÜM 15

Sakarya 2004,

Genç kız balkonun alçak korkuluklarına çelimsiz kollarını dayayarak günlerdir gergin olan bedenini şimdi geceye doğru yay gibi daha da gerdi. Fırlatacağı ok birinin kalbine değebilecek miydi?
Son bir saatte sayısız kez açtığı telefonun kapağını bir kez daha kaldırdı. Ekranın parlak sarı ışığı ona bir haftadır yaptığı şeyi söylüyordu adeta.
Bekle!
"Beklemeyeceğim" derken hafızasındaki o en taze sayı dizilimini tuşlamaya başlamıştı. Ardından derin bir nefes verirken yazdığı dokuz haneyi hızlıca sildi.
Gökyüzündeki dolunaya, karşısında yükselen dağa ve hemen önünde süzülen nehrin köpüklü sularına vuran ışığa baktı. Anlaşılan herkes hazırdı, kendisi hariç ki o hala kararsızdı. İntikamı ve itirafı arasında kararsızdı. Hayatta her zaman iki şık olduğunu düşünen insanlar ne kadarda yanılırdı.
Evet ya da Hayır
Doğru belki de Yanlış
Seviyor yahut Sevmiyor
İki şık arasında ama ile bağlanan o kadar seçenek vardı ki oysa. Bu defa bir an beklemedi. Adı gibi bildiği numarayı tuşlamadan önce dört hane daha eklemeyi ihmal de etmedi. Artık sıradan biriydi. Maskesinin ardında yüzünü kimsenin bilmediği biri.
Hakkında bilinen sadece "biri var" idi.

******
Telefonun uzun aralıklarla çalan sesini dinlerken aradaki boşluklarda kalbinden yükselen davulun sesini işitiyordu. Üçüncü çalıştan sonra kalbindeki davula eşlik eden zurnanın kulak tırmalayan o sesinden beter çatlak ve uykulu bir ses işitti.
"Alo?"dedi tanıdık ses her şeye teslimim dercesine.
"Lütfen bir şey söyleme. Çünkü benim söyleyeceklerimden sonra seninkilerin bir anlamı kalmayabilir."
Cevap netti. Karşısındaki gerçekten teslimdi. "Pekâlâ"demişti uzun bir soluk verdikten sonra.
"Kim olduğumun önemi yok bunu bil. Önemli olan sadece söyleyeceklerim. İtiraf etmek zormuş hakikaten. Hele benim gibi itiraf listesi uzun biri için. Sancını bir kızım olacak kadar çok çektim. Bu gece karar verdim işte doğurmaya ve bu ızdıraptan kurtulmaya. Ama suç bende değil bunu bil. Suç dağda, suç dolunayda,suç tüm sezeryana karşı olanlarda."
"Efendim? Ne sezeryanı?"
"İzin verir misin lütfen!" zor topladığı dikkati beceriksiz dinleyicisi karşısında dağılmıştı.
"Affedersin dediklerinden etkilenmemek zor"
"Benim içi zor olan ne biliyor musun? Kollukların varken dibe batmayı istemek zor. Koca gagalı martılara elinden simit yedirebilmek ve üst üste üç defa altı altı atabilmek.
Bir de sen tam şuramda annemin yaptığı çikolatalı kek kadar kabardığında anladım en zoruymuş sevmek."
"Yani beni seviyorsun?" uykulu ses keyifle mırıldandı.
"Bu hikâyede önemli olan özne değil nesne hiç değil önemli olan yüklem." İçten bir kahkaha ile bir kez daha böldü adam.
"Anladım nesne ben oluyorum şu anda"
Derin bir sessizlik iki tarafı da içten içe körüklerken merak içinde olanı devam etti.
"Bilmek isterdim" dedi.
"Bende sadece bil istedim. Çünkü her aşkın henüz konmamış süslü bir adı, kestirilemeyen yakın bir zamanı ve bir de sihirli bir ormana peşi sıra sürükleyip bildiği o büyülü suyu avuçlarında sunan kahramanları vardır. Kimi genelde karşımıza çıkar kimi sadece rüyalarda uğrar. Ama biliriz ki bizi yeşile doyuracak biri her zaman var."
"Bu bir rüyamı?"
"Bu bir rüya"
"Vay canına bırak uyanmayayım o zaman"
"Tatlı rüyalar hoşcakal"
"Bi-bir dakika."dedi son bir umutla. ”Yapma; kim olduğunu söyle bana, soluk bir maskenin ardına saklanma.”
“Anlamadım?”dedi genç kız. Bütün planı buraya kadardı. Söyleyecek ve kapatacaktı.
“Anladığın dilden konuşayım o halde. Yüklemin hatırına, nesnenin canını yakma. Lütfen özneyi söyle bana" bıraktığı soluğu genç kızın dikildiği açık balkonun içini doldurabilecek kadar kuvvetliydi. Artık geri adım atmak yoktu. Maskeyi düşürmek hiç yoktu.
"Benim adım biri. Siyah bir maskenin ardından bakan herhangi biri. Mavi, yeşil, kahve gözlere her bakıp anlamadığında ve rüya görmek için başını yastığa her koyduğunda, düşün ve şöyle de biri var.”
Telefonun sarı ışığını cevabı duymadan kapadı.

*****
"Aslıhan kalk geç kaldık!"
Gözlerimi açtığımda her sabah olduğu gibi üzerinde adım yazan mezar taşıma baktım. Ayşegül ile ranzanın üst katından düşmemek için Türker Amca’nın bize sırıtarak verdiği bu uzun tahta parçasına önce günaydın diyor ardından da korkuluk yapmak yerine bunları dağıtan adama hiç üşenmeden sevgilerimi sunarak güne başlıyordum.
“Kalk saat sekiz buçuk” dedi pantolona girmek için debelenirken.
“Harika bir rüya gördüm Ayşegül”
“Sahi mi? Bunu soran benden önce Ayşegül’ün gazabına uğramış olan Eren’di. Yatakta kollarını açmış gerinirken “Yine Mert’e aşkını ilan ettiğini mi gördün?”
Yataktan hızlıca kalkıp mezar taşımı ranza ile yatağın arasına sıkıştırdığım yerden hızla çıkardım. “Evet ama bu sefer o kadar sahiciydi ki. Ben şimdi böyle balkona çıkıyorum. Muhteşem bir manzara var. Şu dağ nehir falan hatta dolunay bile var. Bu sefer çok kararlıyım ama numaramı özele getiriyorum ve onu arıyorum.”
“Allah Allah devam et lütfen” Eren’in bu sahte merakına yumuşak bir yastıkla cevap verip devam ettim. “Çok komik anlatmıyorum işte.” Benim yatağın alt katından bir kafa uzanıp yukarı doğru sallandı. “Ölümü gör sonra?” Zeynep hep sevdiği gizemli aşk romanlarının yeni bir baskısını okuyor gibiydi. Bakışlarından cesaretle elimle hayali bir kitabın sayfasını çevirir gibi yaptım.
“Sonra ona sevdiğimi söyledim.”
“Ne dedi ne dedi?”Zeynep çıldırmış gibi kollarını yukarı doğru uzatıyordu.
“Tuhaftı çok iyi karşıladı hatta etkilendi bile.”
“Ayyyyy çok romantik”
“Kızlar saat sekiz buçuğu geçiyor” Ayşegül pantolonla maçını bitirip gömlekle ısınma turlarına başlamıştı bile. Hala yataktan kalkmayıp tembellik yapan biz miskinlere kötü kötü bakıp banyoya gitmek üzere hızla odadan çıktı.
“Bu kızdaki okul aşkını sizde garip bulmuyor musunuz kızlar?” Eren yataktan doğrularak esneme hareketleri yapıyordu. Şimdi Zeynep ranzanın üst katına tutunmuş maymun gibi sallanırken sordu. “Kim olduğunu öğrenince ne yaptı peki?”
“Kim olduğumu söylemedim ki” Benim peşimi bırakmayan gizemli oyunlarım rüyalarıma kadar girmişti. Biliyordum içimde bir melek bir de şeytan vardı. Biri masum biri günahkardı. Şeytan her seferinde oyunu kendine çevirmeyi büyük ustalıkla başarırdı.
Gülümsedim. İşte bu yüzdendi hayatımdaki erkekler günün birinde adımı unutsalar bile onlara yaptıklarımı asla unutmazlardı.
*****
Kahvemi yudumlarken bahçede önümden gelip geçen insanları seyrediyordum. Sıradan bir pazartesi sabahı ve sıradan bir analiz dersi öncesi bende kendi kişilik analizimi yapmakla meşguldüm. Zeynep’in kolumu dürtmesi ile kahvenin bir kısmı ağzımın içine bir kısmı da kucağıma dökülmüştü. “Telafi Selami geliyor kızlar.” diyerek kıkırdadı. Selami karşı cinsle ilgisi pek olmayan kendi halinde bir çocuktu. Sınıfın inek diye tabir edilen öndeki ilk üç sırasında mütemadiyen oturur ve soru çözerdi. Soru bulamazsa –ki bu çok nadir bir durumdu- sudoku çözerdi. Bugün de her gün olduğu gibi erkenden sınıfa doğru ilerlerken kızararak yanımızdan geçti.
Aramızda Selami için söylediğimiz şarkıyı söylemeye başlayan Zeynep oturduğu sandalyeden ayağa kalkmıştı. “Sen telafisi olmayan en büyük hatam benim, senin yüzünden dünyayı bir pula satan benim.” Şimdi çocuğun kırmızıya çalan yüzü taze bir pancara dönüşmüştü. Gözlüklerini orta yerinden iteleyerek hızla okulun kapısından içeri girdi.
“Yapma” dedim. Benden daha utangaç birini korumaya çalışarak tepki vermiştim. Zeynep az önce kalktığı yere tekrar yerleşirken “Ama çok komik” diye üsteledi.
“Hiç komik değil” dedi Eren. Saate bakan Ayşegül derse beş dakika kaldığını hatırlatarak ellerini şaklattı. “Haydi kızlar”
“Of! Sabah sabah bu analiz hiç çekilmez.” Zeynep söylenerek çantasını omuza asıp masanın üzerindeki notlarını eline aldı.
Kahvenin kısmen soğumuş son yudumunu da içip plastik bardağı çöp kutusuna attım. Bu sene geçen seneye göre daha şanslı olan benimde dâhil olduğum birinci öğretim sadece muhasebe ve analiz derslerini ikinci öğretim ile birlikte görüyorduk. Yani demem o ki onu haftada iki gün görüyordum. Ve bugün de o sayılı ve özel günlerden biriydi. Özel olması gerekmezdi çünkü bunu daha özel hale getirmemiştim.
“Ben lavaboya gidiyorum.” diyen Eren Ayşegül ile birlikte bizden ayrılırken ben Zeynep’le birlikte hazır giyim ve işletme dersliklerini geçip bizim sınıfa doğru yönelmiştim. Derken sınıfın kapısında tuhaf bir hareketlilik gördüm. Sınıfın asalak erkeklerinden oluşan grubu kapının iki yanına dizilmiş gelen geçeni süzüyorlardı. Zeynep Hakan’ın yanına geldiğinde durup hararetli bir muhabbete başlarken ben yoluma devam edip alış veriş merkezlerinin kapısından daha fazla içimizi dışımızı inceleyen bir güvenlik çemberinin içinden geçiyordum. Kafamı kaldırmadan yoluma devam etmeliydim biliyorum. İnsan yaklaşık yirmi kişilik grup içerisinde neden bakmaması gereken tek insana sabitlenirdi. Biz buna algıda seçicilik derdik öyle değil mi? Başımı kaldırdığım anda onunla göz göze geldik. Taze pancarlar suratıma çarparken içimden bir şarkı tutturdum. “Sen telafisi olmayan en büyük hatam benim, senin yüzünden dünyayı bir pula satan benim.” Hayır hayır bu olmazdı başka bir şarkı bulmalıydım. Sınıfa girdiğim an yeşil renkli tahtanın üzerinde tırnak içerisinde büyük harflerle yazılmış bir yazı beni bitap düşmüş bir devenin sırtına bindirerek susuz çöl gecelerine götürmüştü bile.
“BİRİ VAR”
Ah hayır şaka olmalıydı. Bu gerçek olamazdı. Ama yazı üzerinden birkaç kez tebeşirle geçildiği son derece belli olan kalın puntolarla yazılmıştı. Ani bir refleksle çıplak bir erkeğe bakarken yakalanmışım gibi başımı hızla çevirdim. Amfide arka taraflara doğru ilerlerken orta sıranın üçüncüsünde oturan Selami ile göz göze geldim. Seni anlıyorum dostum dedim içimden seni anlıyorum ve evet pancardan nefret ediyorum.
Arka taraflarda bir sıra bulup çökercesine otururken kaçamak bir bakışla nankör tahtaya göz attım. Yazı hala tüm çıplaklığı ile orada duruyordu. Ne müstehcen bir görüntüydü yarabbi. Hızla çantamın içini karıştırarak suçluyu aramaya giriştim. Ellerime teslim olan suçluya bakarak “Sakın” dedim. “Sakın onu aramış olma” Sanki telefon bu suçu tek başına işlemiş gibi. Son aramalara geldiğimde soluğumu tuttum. Başı #31# ile başlayan o bana yasak numara pis pis sırıtarak ekrandan geçiyordu. Aramıştım kahretsin ki aramıştım. Tepinmek istiyordum. Ayaklarımı yere vurmak kafamı deli gibi sağa sola savurmak. “Ne yaptım ben. Hormonlarım bu kadar mı kontrolümden çıktı. Çıktı da gitti bu baş belası bu akıl fukarasını bu utanmazı …”
“Oturabilir miyim?” Başımı kaldırdığımda misafire ev kıyafetleri ile yakalanan ev sahibinin hazırlıksızlığı ile elimle gömleğimin açık yakasını tuttum.
“Şimdi mi?”
“İstersen ders başladıktan sonra da oturabilirim?”
Ben yana doğru yavaşça kayarken o kendisi kadar pervasız defterini masaya bıraktı. Bu şahsına münhasır hareket ilk günden beri beni benden alıyordu. Evde birkaç kez denemeye çalışsam da masaya attığımda onunki gibi bir tur dönerek enine durmuyordu işte. Evdeki denemelerimden sonra sınıfta tekrarladığım bir gün yere düşürünce bu işle uğraşmaktan bende vazgeçmiştim.
Zeynep’in Hakan’la gülüşerek sınıfa giren yüzü beni ve yanımda oturanı görünce donup kalmıştı. Kız gülen bir surat ile bana doğru ilerlerken ben pot kırmaması için Allah’a dua ediyordum.
“Ben arkaya oturayım bari.” Bir!
“Siz şimdi sıkışmayın” İki!
“Ay iki bölüm birincisi de aynı sırada oturuyor.” Üç!
Hızla arkamı dönüp sıraya yeni yerleşen kıza ölümcül bir bakış attım. Ağzımı oynatmadan konuşma yeteneğim olduğunu o gün anlamıştım. “Sussana sen!”
Önümü döndüğümde yanımda bana tuhaf tuhaf sırıtan Mert’i gördüm. Niye gülüyordu ki bu? Bunun bana gülmesi için kafasına on tonluk bir kayanın düşmüş olması gerekirdi. Ya da bir dozerin çiğnemesi ya da belki de etkilenmesi. Pancar yok! Pancar yok!
Hocanın sınıfa girmesi ile dışarıda dikilen öğrencilerde peşi sıra girerek buldukları yerlere oturmak için hareketlendiler. Niye kimse yanımıza oturmuyordu. Önde beş kişi sıkışmanın ne alemi vardı? Bu sıralar dört kişilik değil miydi? Son bir umutla bize yaklaşan Eren ve Ayşegül’e en sevimli halimle gülümsedim. Yanımızdan geçip Zeynep’in sırasına oturmaları ile anlamıştım. Katil değil seri katil olacaktım. Hoca tahtadaki yazıya göz atıp silgiye uzandı.
“Biri kim?”
“Daha bilmiyoruz hocam” Bunu söyleyen asalak grubun başkanı iri kıyımdı. Herkese söylemiş. Yine herkese söylemiş. Neyse en azından bu sefer ortada çığlık maskesi ile koşuşturanlar yoktu. Beni tanıyan herkesin bildiği üzere şom ağızlılığım ile bilinen ben yine yapacağımı yapmıştım. Artık ağzımdan çıkanlar değil beynimden geçen düşünceler bile dakikasında hayır saniyesinde gerçek oluveriyordu. Yan taraftaki hareketlilik gözüme çarpınca başımı çevirdiğimde Mert’in montunun içinden bir şey çıkardığını gördüm ve sadece üç saniye sonra masaya koyduğu maskeye dehşet içinde açılan gözlerimle bakıyordum. Nasıl olurdu? Nasıl tanırdı? Nasıl anlardı?
“Bu ne?”dedim hayatında ilk kez maske gören bir ifade ile.
“Bir maske.”
“Hadi ya demek maske. Tiyatro eğitimi almıyoruz burada. Kaldır şunu lütfen.”
“Bu ünlü bir maske ama ve çok özel bir hikayesi var.”
“Öyle mi? Neymiş o”
Konuşmamız hocanın bilanço analizi ile ilgili anlatmaya başladığı konuşması ile bölündü. Ben adamın anlattıklarına odaklanmaya çalışırken yanımdaki umursamaz hikayeyi anlatmaya başlamıştı bile.
“Bu V for Vendetta’nın maskesi.”
“İlgilenmiyorum.”
“Edebiyat ve tarihle ilgilendiğini sanıyordum.”
“Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun.”
“Hayır biliyorum. Kolluklarla dalamadığını biliyorum, Martılardan korktuğunu da ve hep yek attığını. Ha birde çikolatalı kek sevdiğini biliyorum.”
İşte şimdi verilecek bütün cevaplar tükenmişti. Bu cümleler bana aitti. Konuşmanın bütün parçaları zihnimde yerine otururken ben adımı söylemediğimden oldukça emin olarak son kez şansımı zorladım.
“Bak çok güzel edebiyat parçalıyorsun. Hayal dünyan da oldukça genişmiş ama benim puanımın önüne geçmek için dersi dinlememi sağlamanı takdir ediyorum doğrusu. Harika devam et.” Defteri açıp kalemle bir kara delik çizerken ısrarcı kişilik devam etti.
“Pekala devam ediyorum. Zamanında İngiltere’de özgürlüklerin kısıtlandığı bir dönem varmış. Kimsenin içinden geleni söyleyemediği bir dönem. İşte bu zamanlarda V for Vendetta kendini ‘’ V ‘’ sembolüyle tanımlayan maskeli bir karakter olarak ortaya çıkmış ve özgürlüğe karşı olanlarla çetin bir mücadeleye girmiş. İsyankar ve kararlıymış senin gibi ve bazı insanlara umut olmuş benim gibi. Yaptığı işler yüzünden İngiltere hükümeti tarafından yargılanmış.”
“Sonra?”dedim kapıldığım merakla.
“Sonrada denilene göre idam edilmiş. Ona tüm yardım edenlerle birlikte. Ama ona inanlar onu hiçbir zaman unutmamış. Yani diyorum ki bazen maskeleri çıkarmak gerekir belki de çok geç olmadan evvel.”
“Biliyor musun senden nefret ediyorum.”dedim içimdeki öfke bedenimden dolup taşmıştı. Kendimi çoğu zaman akıllı sanan benim onun bu hikâyeyi neden anlattığını anlamam için yanıma sokulup son darbeyi indirmesi gerekmişti.
“Biliyorum ve V for Venette derki; İşte! İlk kez bende nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti. Dünyamı nefret sarmıştı, nefes almam bile nefret doluydu. Ve sonra bir şey oldu, sana olduğu gibi.”

Bu benim maskem düşmeden önce duyduğum son sözler olmuştu.
 
OP
aslihan yilmaz
Katılım
18 Kasım 2013
Mesajlar
22
Tepki
22
Puan
3
Yaş
41
Konum
istanbul
Aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibidir. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardır. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekir her zaman.

Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…

“Taştan Kalp”
BÖLÜM 16

İşte! İlk kez bende nefret olduğunu sanmıştım. Tek bildiğim nefretti. Dünyamı nefret sarmıştı, nefes almam bile nefret doluydu. Ve sonra bir şey oldu, sana olduğu gibi.

Kabul etmeliydim ki; maskem o gün karşımdaki potansiyel zekâ tarafından yarıya indirilmişti. Ama tamamen düşmüş sayılmazdı. İçten içe hayran olduğum özelliklerine şimdi bir yenisi daha eklenmişti. Zekân…
Omzunun üzerinden meraklı şekilde bize bakan üç çift göz bana oyun grubunun yeni eğlencesi olmama ramak kaldığımı söylüyordu. Ya kabul edecek ve kendimi bu Bremen mızıkacılarının insafına bırakacaktım ya da her zaman yaptığım ve bu konuda oldukça iyi olduğumu bildiğim tek şeyi yapacaktım. İnkâr… Sonuna kadar inkâr…
Gerçek sevginin dilsiz olduğunu okumuştum bir kitapta. Dilsiz ve sessiz. Senin sesin ise maşallah kulakları sağır edecek kadar güçlü çıkıyordu. Ben kör ve dilsiz, sen güçlü ve alaycı. Bu işte bir yanlışlık vardı. Aslında yanlışlık tam karşımda benden cevap bekleyerek oturmakta ben ise kendimden beklediğim o cevabı bulamamaktaydım. Bazen o kadar çok istiyordum ki keşke ayaklarım yerine kocaman şekilsiz ellerim olsaydı. O zaman içimde biriken tüm hırsımı çekinmeden atacağım okkalı bir tokat alırdı. Ya da mesela kocaman bir kalbim olsaydı. Bütün yaptıklarını bir bir içine alsaydı. Gönlümü çalan edaları ve başıma açılan belaları utanmadan ve sıkılmadan sığdırsaydı. Ama benim küçük ellerim ve taştan bir kalbim vardı. Kim derdi ki; taştan bir kalp sevmekten anlamazdı. Taştan bir kalp sizi her zaman bağrına basardı…
Bakışlarım yine arka çaprazımızda oturan sevimli gruba kaydığında üçlünün arkasında oturan ve ilgiyle bize bakan bir başka göze kitlendi. Diğerlerinden farklı bakan bu gözler bana istediğimi vermişti. Şimdi top benim hava sahama girmişken ağlarla buluşturmamak olmazdı. Hiç böyle hayal etmediğim yakınlaşmamız farklı bir boyut almıştı. Masada duran maskeyi elime alıp usulca çevirirken “Aslında haklısın bende ilk ne olduğunu anlamadım. Geçer sandım ama geçmiyor işte. “ağzımdan çıkan ilk cümle olmuştu.
Yüzündeki gülümseme yayılırken “Bırak geçmesin” diye cevapladı.
“Bak nasıl anladın bilmiyorum ama belki de haklısın ve sanırım bana senden başkası da yardım edemez şu anda.” Tahtaya bir şeyler çizen hocaya bakarken ekledim. “Peki karşılıklı mı hislerim?”
“Kesinlikle.” diye söze başladı. Göz ucuyla onun koyu gri gömleğinin katlanmış kolları ile oynadığını görebiliyordum. “Aslına bakarsan bende sana ne bileyim tuhaf olmadığın o zamanlar haricinde yani sen ve ben belki…” Sözünü kesmenin tam zamanı olduğunu senin ite kaka çıkan kelimelerinden ve benim kızarmaya başlayan yanaklarımdan anlamıştım. Yüzündeki o uzun zamandır asılı duran gülümsemeni soldurmanın zamanı gelmişti. Hatta çok bile eğlenmiştin sen ve arkadaşların. Elimi kaldırıp kolunu tuttuğum o anda sesimi seyircilerimizin duyması için bilerek yükseltmem sırf sizin iyiliğiniz içindi. Ah! Ben nerden bilebilirdim ki konseptin drama değil de komedi olduğunu.
“O zaman sen bir ağzını yokla.”dedim içimden türküler söylerken.
“Anlamadım?”
“Sen diyorum Erdi’nin bir ağzını yokla. Hem bana bu kadarını borçlusun. Beni itiraf etmeye zorlayan sendin unutma.”
“Ne yani sen şimdi bizim Erdi’ye mi?” Ağzının bu beş karış açık hali oldukça hoşuma gitmişti. “Sen dün akşam yani arayan?” Yaşadığı hayal kırıklığı yüzündeki gülümsemeyi silip götürmemekle kalmamış yerine ağır bir öfkeyi bırakmıştı.
“Hangi akşam? Ne diyorsun ya? Hey nereye?” Kolunu tutmam boşa bir çabaydı. O yüzden bende hiç denemedim. Kolunu elimin altından çekip giderken ardından sadece acı acı gülümsedim. Ufak tiyatrosunun renkli başkanı misali sıralarına oturduğunda kulaktan kulağa akmasını beklediğim replikler ağzından dökülmedi.
Yerine oturup başını önüne eğdiği o anda unuttuğu tüm replikleri önüne tek seferde bıraktım. Söz dinlemez defteri bile benimle iş birliği yaparak havada tek tur dönüşle önünde enine reverans yaparken ben bu aşkı bağrıma basacaktım.
*****
Sadece üç gün sonra yurdun meşhur televizyon odasında çoğunluğa ayak uydurmuş New York’ta geçen bir romantik komedi filmini izliyordum. Noel arifesinde karşılaşan iki kişinin birbirlerine notlar bırakarak aşkı tesadüflere bıraktıkları süreci anlatan bir filmdi. Asıl tuhaf ve bir o kadarda güzel olan eğer gerçekten birbirleri için yaratılmışlarsa bir gün yollarının kesişeceğine inanıyor olmalarıydı. Bu yüzden esas kızımız Sara telefonunu bir kitabın içine yazarak onu rastgele bir kitapçıya, esas oğlan Jonathan ise telefonunu beş dolarlık bir banknota yazdıktan sonra bir sokak satıcısına vermişti. Eğer kader tekrar karşılaşmalarını isterse, kitap Jonathan'ı, para da Sara'yı bulacaktı. Allah’ım ne romantik.
Filmin sonuna doğru kaderin tekrar ortaya çıktığı bir sahnede harikulade bir buz pistinin ortasında yatan adamı izlerken tırnaklarımın yarıdan fazlasına elveda demiştim. Omzuma aniden değen elin sahibini görmek için başımı kaldırdım. Aynı bölümde okuduğum Neslihan elinde bir avuç çekirdekle gelip yanıma oturduğunda en heyecanlı sahnede bu yapılır mı diye içten içe veryansın ediyordum.
“Naber nasılsın? Dünden beri sana bakıyorum. Ortalarda görünmüyorsun?”
Neslihan’ın sorusunu filmin bir karesini bile kaçırmamaya kararlı olduğum televizyondan çekmeden cevapladım. Umursamaz şekilde çıkmasını istediğim ses tonum omuz silkme hareketim ve başımı hafif deli gibi sallamamla umurumda değil ifadesine dönüşüvermişti. “Buralardayım işte ya.” Yanımda oflayıp puflamaya devam eden kıza bir elimi uzatıp “Dur şimdi gelecek.” diyerek susturdum. Zira sahne önemliydi. Hayatta insanın karşısına tıpkı filmlerde olduğu gibi yıldızların altında ilan-ı aşk eden adamlar çıkmıyordu. Bizim karşımıza yaşadığı durumu oynadığı mahalle maçında bir gol atmış gibi arkadaşlarına göğüs atarak kutlayan patlak gözlü forvetler çıkıyordu.
“Şu filmi izlemeyi iki dakika bırakır mısın lütfen.” Neslihan yüksek sesle dile gelince odada tıpkı benim gibi kafasını televizyondan çevirmeden izleyen kalabalıktaki kızlardan biri “Şşşşt. Yavaş olun.” diye uyarıda bulundu. Neslihan onların görmeyeceğini bilse de eliyle özür işareti yapıp yanıma daha da sokuldu. “Benim sana söylemem gereken bir şey var. Ben sadece elçiyim Aslıhan. O kadar çok ısrar etti ki daha fazla kıramadım.”
“İyi yapmışsın iyi.” Filmdeki mahcup Jonathan sonunda dile gelmişti.
“Sonunda söyledi söyledi işte.” Neslihan’a dönüp televizyonu işaret ederek mutluluğuma ortak etmeye çalışıyordum. Anlaşılan Neslihan fazlaca sıkılmıştı. Tamam! Kızın canına tak etmişti işte. Ama bunun için ayağa kalkıp televizyon odasının ortasında bağırması gerekmiyordu.
“Evet söyledi. Erdi dün gelip bana seni sevdiğini söyledi. Sanırım aldığı bir istihbarata göre sende ondan hoşlanıyormuşsun. Şimdi söyler misin bana ona ne cevap vermeliyim?” Televizyona kitlenmiş yaklaşık on kafa aynı anda bize doğru döndü. Televizyondaki öpüşme sahnesinden bile daha fazla reyting yapıyordum şuan da.
“Ne! Ben mi hoşlanıyormuşum. Güldürme beni.” İşte bir umursamaz hareket daha. Kafamın içinde hızla geriye saran bir film beni iki gün önceki analiz dersinde cam kenarında oturduğum sıraya kadar götürdü. Ah Lanet olsun. O gün atıp tutarken ne düşünüyordum acaba? Tabii ki en hızlısından paçayı kurtarmayı düşünüyordum. Anı geçiştirmeyi. Mutlak sonu geciktirmeyi. Önce tepemde dikilen kıza ardından da karşımdaki seyirci grubuna gülümsedim.
“Sizce yakınlarda açık bir buz pisti var mıdır?”
*****
Stres dolu bir gün daha başlamak üzereydi. Yine tam dört saat ders dinlermiş gibi yapmak, ona bakmamak için tam tersi yöne doğru başımı tutmak ve en kötüsü artık âşık biri gibi davranmak zorundaydım. Bu defaki soru bildiğim yerden de gelmemişti üstelik. Platonik bir âşıkta değil karşılık bir aşkın kahramanı olmak üzereydim. İnsan hem sevip hem de sevilince nasıl hissederdi ki? Güzel bir şey olmalıydı herhalde. O yüzden tüm gün gülücük dağıtmak fena olmazdı. Her zamanki gibi oldukça sade giyinip kalemle tutturduğum harika saç modelimle kızlardan evvel okulun yolunu tutmuştum. Kimse bu âşık halimi görmemeliydi. Tanrım taklidi bu kadar zorsa aslı kim bilir nasıl çetrefilliydi? Hızlı adımlarla on beş dakikalık yolu beş dakikada alıp okula varan son dönemeçte aniden önüme atılan biriyle burun buruna geldim. Merak etmeyin kitaplar elimden düşmedi. O da eğilip bana yerdim etmedi. Bunun yerine bana geniş bir gülümseme gösterdi. Ben demiştim ama âşık insanlar gülerdi.
“Merhaba, ben de istasyonun diğer tarafından senin geldiğini görünce yetişmek istedim.” Nefes nefese hali ne kadar istekli olduğunun en büyük göstergesiydi. Çocuğun burnunun ucunda çıkan büyükçe bir sivilceye takılan gözlerim bir an şaşı beş olup fark ettiğini anlayınca yoldan geçen arabalara kaydı.
“Tam da zamanında çıktı değil mi?”
“Ne?”
“Sivilce diyorum tam da zamanında çıktı. Benim hep böyledir ama ne zaman stres yapsam hormonların fazla çalışır.”
“Yaaa.”Gülerek ona eşlik ederken kendimi az ötemizdeki istasyona yaklaşmakta olduğu sesinden belli olan trenin altına atmak istedim.
“Sana bir kahve ısmarlayabilir miyim?” Erdi’nin bu sorusunun üzerine ikiletmeden “Evet” diye atıldım. Tüm öğrencilerin geçtiği şu yol üzerinden bir an önce uzaklaşmaktan başka bir şey istemiyordum.
On dakika sonra okulun kafeteryasında kahve yerine çay getiren şaşkınla birlikte muhabbet ediyorduk. “Neslihan senin olumlu baktığını söylediğinde inan çok mutlu oldum ama beni asıl havalara uçuran şey Mert’in söyledikleri oldu.” Yüzümdeki âşık kızın gülümsemesinin yavaş yavaş yok olmaya başladığını hissettim. “Ne-ne dedi ki?”
“Açıkçası ben Mert’le senin aranda bir şeyler olduğunu sanmıştım. Sonra aslında benden hoşlandığını öğrenince inanamadım.”
“Yapma ama Mert ve ben mi?” Bu olsa olsa Scarlett O'Hara ile Dracula aşkı kadar imkânsız olur.” O ana kadar hiç bu kadar içten gülmek için çabalamamıştım. Onu kapıda dikilmiş bizi izlerken gördüğümde milyonları kahkahaya boğan bir filmin en komik esprisindeydim. Uzun süre göz ucuyla onu takip ederek güldüm. Artık karnım içten gelen değil kasmaktan gelen bir acı yüzünden ağrıyınca elimi karnıma doğru götürerek yüzümü buruşturdum.
“Merhaba çifte kumrular”
“Merhaba kardeşim”
Vay vay vay ne zaman kardeş oldu bunlar? Umarım kardeş olmak için bir kız ayarlamak yeterli olmamıştır. Kucaklaşmaları bitince bende gülümseyerek sevgilimin kardeşine merhaba dedim. İkili sohbete devam ederken bende huyum kurusun ilgilenmiyormuş gibi yaparak çayımı yudumluyordum. Şerbetten farksız çay ağzıma dolunca aptal âşık modumun açık kaldığını fark ettim. Tanrım bu çocuk çaya kaç şeker atıyordu böyle? Aşkmış peh! Hormonlarının neden coştuğu belliydi.
“Akşam geliyorsunuz o zaman?”
“Tabii. Geliyoruz” tereddüt eden yüz sonunda bende tercih kılıp sordu “Akşam cafeye gideriz değil mi?” Yahu ne zaman biz olduk biz ve ben ne zaman bu çocuğa evet dedim ki!
“Evet canım tabi gideriz.” Gülen gözlerimin ardından akşamın bir saati balkondan aşağı sarkan çeşitli uçuş pozisyonlarım geçiyordu.
“Sen çıkabilecek misin Aslıhan?” İşte bel altı bir darbe gelmişti.
“İlahi Mert sen bizim yurdu hapishane sandın galiba. Bizim yurdumuzun sahibi modern, kültürlü, anlayışlı Türker Bey. Biz istediğimiz saatte girip çıkabiliriz.”
“İyi sizin şu modern, kültürlü ve anlayışlı Türker Bey eminim kendi cafesinde bayanların kumar oynamasına da karşı değildir.”
“Neeee?”
Aynı akşam sekiz sularında yurdun girişindeki yazıhanenin kapısının önündeydim. Başımı usulca çıkarıp göz ucuyla ufak odayı taradığımda Türker Amca’nın tüm şirinliği ile yerinde oturduğunu gördüm. Yok, buradan görünmeden kapıya ulaşmanın imkânı yoktu. Ama bir yolu vardı. Daha önce denediğim bir yolu. Giydiğim topuklu ayakkabıların olabildiğinde zeminde ses çıkarmamasını sağlayarak tüm kirli işlerin döndüğü odaya girip kapıyı kapattım. Odanın bir ucunda kalan boy aynasına doğru hızla ilerleyip önüne gelince üstümü başımı kontrol ederken dalgalı saçlarımı elimle kabarttım. Aynaya doğru yaklaşıp rujumun dişlerime bulaşıp bulaşmadığını kontrol ettim. Rimelimde akmadığına göre sanırım hazırdım. Şimdi yapmam gereken işte tam böyle bir sandalyeyi şuraya doğru sürmek ve işte tam böyle üzerine çıkmaktı. Kilo almayan bünyeme şükredip geçen sene olduğu gibi kolayca diğer tarafa geçmeyi başarmıştım.
Sahnesi az önce biten bir assolist misali ufak adımlarla o akşam için düzenlenmiş salonda ilerledim. İçeride sayılı kişinin olduğu mekân gece için özel olarak kapatılmıştı. Türker Amca’nın böyle bir organizasyona nasıl olup ta izin verdiğini düşünen ben kısmen rahatlamıştım. En azından konusunu bilmese de kendi yerinde yapılan bir etkinliğe daha sıcak bakardı ama değil mi?
Cam kenarındaki masanın başında toplanan tanıdık yüzler benim varlığımı fark etmiş olacaktı ki hepsi teker teker bana döndüler. İçlerinde beni en çok cezbeden bir adım öne çıkarak bana bile yabancı olan görüntüyü baştan aşağı süzdü. “Yine bildiğin yoldan mı geldin?” Başıyla bizim malum sahne arkası kapısını tarif ediyordu.
“En iyi bildiğin yol en kestirme yoldur derler.” Koyu renk rujlar iyiydi, konuşurken yeterince dolgun görünüyorlar mıydı acaba? Etrafa göz attığımda Furby’in grubundan birkaç kişi ve az ötede oturan kendi halinde bir başka grup gördüm.
“Erdi yok mu?” Loş ışıkta seçemediğim bir figür kalıp kalmadığını son kez kontrol etmek için ortamı yavaşça taradım.
“Henüz gelmedi.” Ellerini birbirine çarparken kısmen biraz daha sevimli görünüyordu. Aniden bana dönerek sorduğunda hazırlıksız yakalanmıştım. “Bir şeyler içer misin?”
“Ayır!” Ayır mı? Lanet olsun yine aynı şeyi yapmıştım. Panik halinde verdiğim her hayır cevabı ağzımdan ilk sessiz harfi düşmüş olarak çıkardı.
“Peki tamam o zaman özel bir oyuna ne dersin? Yani herkes gelene kadar.”
“Ne oynayacağız?”
“Mesela elli bir”
“Ellibir eşli oynanır.”
“Her zaman değil. Hem benim bir eşim yok.” Şimdi gerçekten birini arar gibi sağa sola bakınan yüzü ardından bakışlarımla kesişmişti. “Senin eşinde henüz gelmediğine göre, benden bir farkın yok.”
Gülümsedim. Hayır bu daha çok bir kahkahaydı.
Hemen önümüzdeki masanın sandalyesini çekip oturmamı bekledi. Bu ahlaksız centilmeni bekletmek hem sevap ama aynı zamanda da günahtı. Oturduğum an yanlış yaptığımı bilsem de söz konusu sen olunca bana her şey mubahtı.
Karşıma geçip oturduktan sonra elindeki kartları karıştırırken her günkü sohbetlerimizden birini yaparmışız gibi sordu bana “Neyine oynuyoruz?”Omuzlarımı silkip mantıklı bir cevabım olmadığını belirttim. Benim bildiğim son iddia kazandığımda koşup bakkaldan gazoz aldığım zamanlarda kalmıştı. Kartların yeteri kadar karıştığını düşündüğünde masaya koyarak “Kes” dedi. Kestim bende hem kartları hem de sesimi. O fısıltıyla karışık konuşurken de hiç itiraz etmedim. “Kaybeden bu gece kazananı arar.”
Etrafımıza toplanan çoğunu tanıdığım insanlar başımızda ufak bir kalabalık oluştururken ben her şeyimi bu oyuna verdim. Hızlı başlayan oyun aynı hızda sona erdi. Sinekler havada uçuştu. Kupalar aklımızı çeldi. Ellerimizde kalan sayılı kâğıdı heyecanla toplarken kartların üzerinden sadece bir saniye göz göze gelmiştik.
Bence aşk da tıpkı bir kumar oyunu gibiydi. Her ikisinde de bir eşe ve biraz cesarete ihtiyacınız vardı. Elinizdeki kartlar bir bir açılırken dayanmak için taştan bir kalp ve blöfünüze karşı yüzüne gülerek rol kesebilecek bir rakip gerekirdi her zaman.

Anlamıştım işte; bazı şeylerin ne izahı oluyordu ne de mizahı. Beni mumun etrafında döne döne yanan pervane misali sinekler çekerdi hep bir de içi kıpkırmızı kalpler. Sen ise her renk kızları severdin birde asla elinden çıkarmadığın bacaklarını. Uzun zaman önce oynanan bir oyundu bu. Yıpranmış kartlar ve kazananı olmayan oyunlar ikimize de yetmişti. Vakit dünden sonra yarından önceydi…

Elimizdeki kartları yere açarken aynı anda iki ses nefesini tutmuş meraklı seyircilere bekledikleri cevabı verdi.

“Yirmi bir”
“Yirmi iki”
 

Şu anda bu konu'yu okuyan kullanıcılar

    Üst